- 670 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Raif'in Hikayesi 2
Sanırım artık sözü elime almanın, dilime dolamanın vakti geldi. Benim konuşma zamanım, benim söyleme vaktim, benim bağırma ve dengbejlik zamanım. Evet. Ben bir dengbejim hayalleri anlatan. Hayallerin ötesini ve ötesindekinin de ötesini anlatan. Bir masal anlatıcısıyım. Boyum kısadır ama aklım ve dilim uzundur. Aklıma aldığımı bir daha salmam hiçbir yere. Dilime doladığımı da bir daha bırakmam. Ben masal anlatıcısıyım. Ben zamanın ruhunu okşayanlardanım. Sakın yanlış anlamayın sözlerimi. Bizim dengbejliğimiz sözledir, sazladır. Biz okuma yazma bilmeyiz ve elimizde tarihi anlatacak kitaplarda yok. Ama sözümüz var, kal’ımız var. Kışların beyaz ve ayaz gecelerinde yorganlarımızın altından çıkarıp tandırın ateşinde ısıtırız önce. Sonra ince nakışlarla süsler gecenin ağzından içeri bir kaşık bal gibi çalarız. Durmadan, her kış buna devam ederiz. Devam ederiz ki buranın acımasız olan bu heybeti ve yoksulluğu bizi düşürmesin. Devam ederiz ki cehaletimizde de birbirimize sahip çıkabilelim. Devam ederiz ki zamansız gelen ve giden hayatlarda ayakta kalabilelim ve savaşımızın ateşini söndürmeyelim.
Kışın buraları çekilmezdir. Kışın buraları mecburiyettir. Mecburiyet olmasaydı acaba kim durabilirdi. Kaç kişi burada kalır bu cehennemi azabını çekebilirdi. Varlık denen şey uğrasaydı aramıza bir öğle vakti belki kalma düşüncesi oluşurdu insanda ama yokluk ve yoksulluk süpürüp her şeyi götürürdü. Fakat ne çare gidecek yer yok. Kalacak diyar yok. Buradan başka bize mesken yok. Biz zavallıların akıbetidir bu hayat. Böyle geldi ve böyle gidecek gibi görünüyor maalesef. Ne bizim kendimizden haberimiz var ne de bizden haberi olan birileri var.
Kış demişken sadece kışın yol sürmez dengbejler. Onlar günlerin, ayların, mevsimlerin dengbejleri değildir. Onlar çeşitli yolların, kavimlerin, belirli toprakların sahipleri değildir. Ama onlar bütün insanlığın, bütün dünyanın hakimleridir. Onların dilleri gerçeğin mutfağında pişirip getirir yemeklerini. Onların yürekleri tezgahlarındaki ürünleri satarken gündüzünde üstünde yükselen güneş gibidirler. Her saniye her dakika her saat her gün her ay her mevsim her yıl ayakta olan onlardır. Bazen bir düğünün başında damada ve geline takı takar mırıldandığı nağmelerle. Bazen bir cenaze başında yürekleri darmadağın eden bir figan koparır. Koparır ki hayata dönmek daha tez olsun ve arkada kalanlar yitik bir özlemle can bulamasın. Bazen de bir mir’in ölümsüz gecesinde halkının sesine kulak verir. Dengbejlik ve Dengbejler zamanın suyudur. Onlar çekildiğinde zamanda çekilmiş olur. Onların damarlarındaki kanın akışı durduğunda halklarında kanları çekilmiş ve yok olma yoluna girmiş olur. Onlar iyiyse toplumda iyidir. Eğer onlar kötüyse toplumda kötüdür. Yürekleri baharın nağmelerini bir nisan ayında mırıldadığında herkes bilir ki bu kalkış sevgiliyle buluşmanın ve birleşmenin kalkışıdır. Sonbahara denk gelirse avazları artık dağdan aşağı inmenin ve yolun sonuna yaklaşmanın habercisidir. Ve kışa, ak gerdana, ak yorgana can verdiğinde artık ölüyü defnetmenin zamanı gelmiş demektir.
Lakin unutmamak gerekir ki her kış doğum sancısı çeken ve bahar denen bir bebek bekleyen anneden başka nedir ki? Ve her yaz kurumuş, pörsümüş olan cildini makyajla yenilemeye çalışan bir sonbahardan başka nedir ki? Ve her mevsim aslında birer dengbej değil midir? Onlar kendi şarkılarını söyler usulca sevdiklerine. Beklediklerine özlemlerini, bekleyenlerine ise varacağı zamanın nağmelerini iletir. Bu her an, her dakika, her saat, gün, ay, mevsim, yıl devam eder. Bende her zaman bu nağmelerin bekçisiyim. Belki layıkıyla yerine getiremiyorum fakat elimden gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyorum. Şimdi aynı gayreti göstermeye devam edeceğim ta ölünceye kadar.
Ve ben Halil. Şaké’nin oğlu Halil. Raif’in akrabası, dostu ve aynı zamanda damadı Halil. Bu kış günü yola revan olmuşken beraberce önümde yürüyen Raif ve arkamdan gelen Aladdin’e hoş bir hediye vermek için atkımı ağzımın önünden çekip sağ elimi kulağıma yapıştırdım ve olduğum yerde durarak söylemeye başladım köyümün acıklı olan o elemli şarkısını. Hesen ile Asé’nin şarkısını. Aşklarının en güzel meyvesini.
Oy kurban olduğum Hasan’ım
Küçük küçük dalgalarla kıyıya vurur Murat Nehri.
Kurban olduğum sevdiğim Nehir kıyısında oturmuş seni beklerim.
Oy kayıkçı, Hasan’ım benim için gelir belki
Murat Nehrinden geçir, parası yoksa ben kefilim
Eğer geçirmezsen sevdiğimi
Göğsümü kayık yapar giderim Hasan’ıma
Canım sevdiğime feda, gel sevdiğim!
Oy Hasan’ım, Murat’a gidemem yüksektir dağlar
Babamın koyun sürüsü yaylaya sürülmüş geyiklerin yanına
Oy sevdiğim, Hasan’ım, uyuyamam sensiz.
Anne-babam iyilik yapsın görmesin iyilik
Beni nasıl Heskê Xelo’nun pis oğluna verdiler
Ah sevdiğim Hasan’ım
Oy sevdiğim Hasan’ım oradan buraya kadar
Murat Nehri dalga dalga geçer köprüleri
Kurban olduğum sevdiğim ocağı sönsün fesatların
Bilseydim bana “ Asê Bacı” diyeceğini, sana “ Hasan Kardeş” derdim.
Yansın kötülerin, fesatların ocağı
Olmasaydı onlar bu yıl kan damlamazdı taşlara
Kim bilir. Belki bundan yıllar sonra kimse benim burada bu şarkıyı söylediğimi bilmeyecek. Benim dengbejliğimden haberleri olmayacak. Ama muhakkak ki bir gün herkes bu elemli şarkıyı anlamasa da dinleme fırsatı bulacak. Bu derde ve kedere kulak kabartacak. İşte o gün mutlaka birileri çıkıp ‘neymiş bunun derdi bir yol anlayalım’ diyecek. O zaman geldiğinde beni bilmese de ben onları bilmiş, görmüş, duymuş olacağım. Onlara selamların en güzelini göğün yedinci katının yedinci katından göndereceğim. Onlar beni anlamasa da ben onları anlamış olacağım.
Ben Şaké’nin oğlu Halil. Masal anlatıcısı Halil. Gecelerin esrarını bir üflemeyle çözmeye çalışan ama bir türlü ruhunun ateşini sesinin nağmelerinde dindiremeyen Halil. Belki de ta Ademden bu yana ben böyle dertliyimdir. Belki o günden bu güne yaşıyorumdur ama sadece şimdiyi hatırlıyorumdur. O günlerin sisi ruhumdaki fısıltılarını gün yüzüne çıkarmak için bugünü bekliyorlardı kim bilir. Bilmem ne demeli. Nasıl geldiysek öyle de gideceğiz demeli galiba.
Çıplaklığımızla geldiğimiz gibi dönüp kimseye dokunmadan fakat sanırım bu dokunmayışlarda kimilerini de çokça inciterek üzerek gideceğiz. Onları hüzünlere gark edip terk edeceğiz. Kimisi şükredecek gidişimiz için kimisi de ağlayacak, ıslatacak teninin çatlamış yağmura hasret çorak topraklarını.
Sanırım fazlaca daldım hülyalara. Ne yaparsınız buralarda en güzel olandır hülyalar. En renkli olan onlardır. Onlardan başka renk bilmeyiz biz. Bütün renklerimiz rüyalarımızın içindedir. Düşünürüz düşünürüz de ancak bu kadar gelir elimizden. Keşke o renklerden bir tanesini çıkarıp da çocuklarımıza hediye edebilsek. Ama olmuyor işte. Bizim ona gücümüz yetmiyor. Ne azığımız o kadar yol gidecek kadar çok ne de sesimiz o kadar gür çıkıyor. Biz ancak yokluğun namzetleriyiz. Bizden başka da bir şey olmaz. Ne yaparsak yapalım bu taş gibi olmuş tipiyi ve boranı yırtıp o renklere ulaşamayız.
Maalesef ben böyleyim işte. Sözü uzattıkça uzatıyor. Uzak memleketlere gidip oradan evime su taşıyorum. Halbuki evimin önünde de şırıl şırıl akan bir dere var. Ama gel gör ki insan dengbej olmaya görsün. O zaman bir çiçek uğruna savaşlar çıkacak bir prenses ve bir prenses de dağları taşları, her şeyi yutacak büyüklükte bir ejderha oluverir. Bugünde bizim için aynen böyleydi. Sanki bir ejderha ağzını açmış midesindeki her şeyi üstümüze kusuyordu. Yalnız bu öyle bir kusma ki ejderhanın ağzından çıkan o soğuk ve dondurucu hava üstümüze hiçbir mevziden karşılık almadan geliyordu. Savaş meydanında ilk vuruştuğu birlik biz olduğumuz içinde çok kötü durumdaydık. Ellerimiz artık titriyordu soğuktan. İşte tamda bu esnada ben elimi kulağıma götürüp derin bir nefes alarak Hesen ile Asé’yi yüksek bir sesle söylemeye başladım. Bu türküyü söylerken elim hikayesini düşünüyor ve bu soğukta üşümüşlüğümü unutuyordum. Bu her zaman böyle olmuştu. Ne zaman nerede bu parçayı söylesem kendimden geçer her şeyi unuturdum. Nitekim bugün burada da böyle olmuştu. Türküyü bitirdiğimde Aladdin’in yanımda durmuş bana baktığını gördüm. Halbuki aramızdaki mesafe epey vardı. Demek ki ben gözümü kapatıp söylerken o Raif gibi durup dinlemeyi yeğlememişti. Benim yanıma kadar yürümüş ve burnumun dibinde duruvermişti. Raif’te benim durup türküyü söylediğimi görünce yürümenin uygun olmayacağını düşünmüş herhalde. Çünkü eğer yola devam etseydi. Aramızdaki mesafe epey daha açılır belki de bu kışta kasabaya varmadan birbirimizi kaybetmiş olurduk. Allah korusun belki de hazin bir sonla bitebilirdi her şey. İşte Raif bu durumdan ötürü beklemiş ve şarkım bittiğinde de ona baktığımda elini ağzına ve yüreğine götürüp hal diliyle teşekkür etmişti. Ama Aladdin hemen önümde duruyordu. Bu benden bir iki karış uzun ve sert görünümlü adam yumuşak bir edayla yüreğine sağlık demişti.
Neyse Aladdin’i yine geride bıraktım. Aynı şekilde yürümeye devam ettik. Ta ki kasaba uzaktan bize görünene kadar. Kasaba iyice belirgin hale geldikten sonra Raif olduğu yerde durmuş bizi beklemişti. Önce ben yanına vardım sonra da Aladdin geldi. Aladdin gelene kadar ağzından tek bir kelime dahi çıkmadı. O konuşmayınca bende konuşmadım. Aladdin geldikten sonra ‘bismillahirahmanirrahim’ deyip adımını attı. O yürüyünce biz de beraberinde yürüdük. İlk işimiz Halit beyle idi. Önce ona gidip gazyağımızı alacak sonra da bir iki dükkana girip çocuklarımız için ceplerimize biraz şeker koyacaktık. Ne yaparsınız dostlar bizim zenginliğimiz ancak bu kadar. Şehirden gelmiş olan bir adet şeker dahi çocuklar için paha biçilmezdir buralarda. Zaten başka bir şeyi de alacak hatta ve hatta düşünecek halimiz bile yoktu. Bizim hayallerimiz ancak bir gün nasip olursa cennet üzerineydi. Yoksa bu dünyada olan şeyler için hayal kuracak vaktimizde imkanımız da yoktu.
Evet önce Halit beyin dükkanına gidecektik. Halit Bey çok değerli ve iyi bir insandır. Kendisi aslen çerkezdir. Bizden çok büyüktür. Babalarımızın yaşındadır. Kendisinin de söylediğine göre yüzyıllar öncesinden Kafkaslardan inmişler bu aşağılara sonra da geri dönmemişler. Aynı Selahaddin’in ailesi gibi. Onlardan Kafkaslardan Musul bölgesine iniyorlar ve oraya yerleşip kök salıyorlar. Sonrası da meşhur zaten. Amcası Şirkuh’un komutanlığını ve babası Eyyub’un bilgeliğini ve İslam’ın adaletini yüreğinde toplayıp Kudüs’ü alıyordu. Denir ki Müslümanlar arasında ondan başkası bu mukaddes şehri hak edemezdi. Çünkü her gelecek olanın içinde bir intikam ve öfke vardı yapmadığı bir savaş için. Lakin sadece Selahaddin’in içinde bu intikam yoktu. O sadece din’i düşünüyordu.
Aynen böyle Halit Bey de Kafkaslardan aşağı inip geri dönmeyen Çerkez topluluklarının bir üyesiydi. Tabi geri dönen de çok olmuştu. Ama nedense onun beyliği dönmemişti. Ya yeni topraklar çokça hoşlarına gitmiş beğenmişlerdi ya da geri dönmeyi kendilerine yedirememişlerdi. Sonunda burada kalmayı yeğlememişlerdi.
Halit beyin bir de dünyalar güzeli ve belki de hiç kimsenin görmediği kadar iyi biri olan bir eşi vardı. Adı Medine’ydi. Medine sessiz, sakin, hiçbir şeye karışmayan, kocasının yüzüne baktığında ne istediğini hemen anlayan bir kadındı. Hiçbir kadının kocasına olan sevgisi onun gibi değildi. O adeta ona tapıyordu. Hani derler ya: Allah teala eğer kadınlara kendinden başka birine tapınmayı emretmiş olsaydı kocalarına tapmalarını emredermiş. Aynen böyleydi Medine’nin kocasına olan sevgisi. Onun gözlerine baktığında eriyip gittiğini düşünüyordu. Kim bilir belki Halit Bey o durumda değildi ama Medine öyle bir durumdaydı. Medine’nin duygularını ancak Medine bilebilirdi. Ondan başka kimsenin onu anlayacağını zannetmiyordu. ‘Sadece’ diyordu bazı zamanlar. ‘Sadece benim yaşadığımı yaşayanlar anlar beni’ diyordu içinden. Belki bu Halit Bey’e bir vefa borcuydu ya da başka bir şeydi. Zaten böylece başlayan her aşk ya da bu kadar ileri giden her sevginin başlangıcında ya sıra dışı bir olay vardı. Ya da işin içinde bir can meselesi girmişti. Ama Medine’nin durumunda ikisi de vardı. Hem sıra dışı bir olay vardı hem de bir can meselesi girmişti bu işe.
Kimse bilmiyordu ondan başka bunu. Allah, Medine ve Halit Bey.
Bu sırrı önceleri çocuklarına bile söylememişlerdi. Çocuklar küçükte ağızlarından kaçırır diye. Yalnız erişip büyünce onlara da söylediler. Halit bir gün yetişkin çocuklarını etrafında toplayıp hepsine olanı biteni anlatmıştı. Lakin hala ufak olan kardeşlerine söylememeleri gerektiğini dile getirmiş aksi takdirde ufaklıkların bir yerlerde ağızlarından kaçırabileceğini söylemişti. Zamanı geldiğinde onlara da söylenecekti tabi.
Peki ama neydi bu sır? Çocuklar meraklı bakışlarla birbirine bakarken Halit Bey konuşmaya başlamış ve annelerinin bir Çerkez, Türk ya da Kürt olmadığını söylemişti. Medine ne Türk’tü, ne Kürt’tü ne de Çerkez’di. O bir Ermeni’ydi.
Halit Bey ilk defa çocuklarına bunu açıkladığında büyük çocuğu hariç diğerleri hiçbir şey söylememişti. O da sadece bunu niye kendilerinden sakladıklarını merak ettiği için dile getirmişti. Yoksa anne her zaman anneydi. Bir annenin Türk, Kürt ya da Ermeni, Çerkez olması önemli değildi. Hangi anne olursa olsun evlatlarını aynı şekilde bağrına basar, aynı şekilde çocukları için canını siper ederdi. Bunu Halit beyin çocukları çok iyi biliyordu. Çünkü o bütün sıkıntılara rağmen çocuklarını çok iyi yetiştirmişti. Elinden geldiğinin en iyisini yapmıştı. Yapmadığı şeylerde artık elinden gelmiyordu. Gücünü aşıyordu.
Çerkezlerin beyliği de işte buradan geliyordu. Her sıkıntıya her derde rağmen yine ellerindekinin en iyisini yapmaya çalışıyorlardı. Saygılı insanlardı. Onlar için herkes bey idi. Tarlada ki ırgat da, dağdaki çobanda, köyde ki ağa da… Ve bütün kadınlar hanımdı. Onlar ancak insanın onurlu olabileceğini başka bir şeyin mümkün olmadığını dile getiriyorlardı. İnsanları küçültenlerin aslında küçük insanlar olduğunu, insanlara pranga vuranların aslında kendilerinin aklen ve bedenen prangalı olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre bütün insanlar asildi, değerliydi ve eşitti.
Zaten dinde söylenen bu değil miydi? Son peygamber ölmeden önce vedasını yoldaşlarına yaparken demiyor muydu Arap’ın Arap olmaya ve Arap olmayanın da Arap olana üstünlüğü yoktur diye. Sadece üstün olan takva da değil miydi? Peki ama madem üstün olan takvadaydı da bu takva neden unutuldu insanlar tarafından. Madem hiç kimsenin başkasına bir üstünlüğü yoktu o zaman neden başta olan hep ben ve meşrebim deyip dünyayı kırdı geçti.
Malesef dünya böyle galiba. Filler savaştayken kimse ceylanları ya da diğer hayvanları düşünmüyor. Umurlarında bile olmuyor. Onlardan kaçı telef olmuş, kaçı yerinden yurdundan kaçmış, kaçarken kaçı yol başlarında haramilerin kılıç darbeleriyle toprağa düşmüş hiç kimsenin umurunda değil. Aslolan insan canı ve hayatı. O can gittikten sonra dünyanın ne önemi kalır. İnsan için var edilmiş ve bina haline getirilmiş bir dünyadan insan sürgüne gönderilmişse o dünya ha varmış ha yokmuş ne önemi var. Eskilerin değimiyle bir kalp para bile etmez artık öyle bir dünya. Yazık ki öyle bir dünya da herkes yaşamakta. Bir tarafta savaşlarda binlerce insan ölmekte, bir tarafta binlercesi açlıktan kırılmakta, bir tarafta birileri saltanat savaşı sürmekte, bir taraftan da birileri çok yemekten çatlamakta. ‘Hainsin dünya’ derdi bizim dengbejlerimiz. Evet, hainsin dünya. Ama ne yapalım ki insanlar daha çok hain. Onlar hainliklerini sana bulaştırdılar ve bu leke senin boynunda bir çan gibi asılı kaldı. Kim bilir belki bir gün ya da kıyamet denen gün geldiği vakit bu hainliklerini onlara iade edersin. O zaman belli olur kimin ne yaptığı, kimin hangi çukurda asılı kaldığı o zaman gerçekten belli olur.
Her neyse biz yine kendi sözümüzün üzerine gelelim. Medine’nin asıl adı Madlen’di. Madlen Erzurum’da yaşayan köklü bir Ermeni ailenin mensubu idi. Dünya da her şey birbirine karışıp birinci cihan harbi patlak verince karışık olan bölge tamamen karışmıştı. Savaşmaya hazır olan bütün Ermeni çeteler ve komiteler Rusların yardımını alarak bölgede kendi devletlerinin temellerini atmak istiyordu. Maalesef bu temeller içinde önlerine çıkan her yolu kendilerine meşru kılmışlardı. Lakin unuttukları bir şey vardı. Milleti sadıka olan bu millet bu hale geldiyse eğer onlara milleti sadıka diyen toplumda aynı hale gelse acaba neler vücuda gelirdi. Kimse bunun derdinde değildi. Vicdansızlar masum insanların ne gözyaşlarına konuk oluyordu ne de onların dudaklarından çıkan yalvarmalara kulak asıyordu. Ama bilmiyorlardı ki bir gün geldiğinde onlarında gözyaşlarında boğulacaklardı.
Madlen’in durumu da böyleydi. Çok iyi bir ailede olmasına rağmen birden bire patlak veren savaş ve daha önceleri başlamış olan çatışmalar her şeyi ayyuka çıkarmıştı. Bu savaş artık sadece Ermeniler ile Türkler ya da Kürtler arasında değildi. Bu savaş artık bir Müslüman gavur savaşıydı. Evet aynen böyleydi. Müslümanlara göre gavurlar onları buralardan silmek için el birliği etmiş kundaktaki bebeğe kadar herkesi öldürüp yok edecekti. Maalesef çoğu yerde bütün bunlar oldu. Kundaktaki bebeğe varana kadar herkes öldürüldü. Bütün Müslümanlar yerini yurdunu bırakıp göç etmeye başladı. Tam da böyle olurken devlet bir milleti topyekün bunlardan sorumlu tutup bütün Ermenileri sürgüne yolladı. Belki hepsinin suçu yoktu ama hepsi bundan sorumluydu. İşte böyle bir anda Madlen’i babası çok sevdiği komşusu Halit beyin babası Mirza beye teslim etmişti. Sanki yolda başına ne geleceğini sezinlemiş gibiydi. Böylece Madlen Mirza Bey tarafından büyütülüp Müslüman gibi yetiştirildi. Ama o hep içten içe kendi inancını ve soyunun devamını sağladı. Her ne kadar çocuk hangi yastıkta doğarsa oranındır denirse de ona göre hep onundu. Kim bilir belki Halit Bey biliyordu Madlen’in bu durumda olduğunu içten içe ama hiçbir zaman ona karışmadı. Hiçbir zaman onun isteği dışında ona zorla bir şey yaptırmadı. Her zaman ona saygılı oldu ve onu saygıdeğer buldu. Madlen’de belki de kendini bu kadar iyi anlamış biriyle evli olduğu için mutlu hissediyordu. Lakin bilinmez. Ama bilinen bir gerçek vardı ki o da Madlen yani Medine Halit beyi çok seviyordu. Herkese göre Halit Bey sıradan bir insandı. Çünkü Çerkezler bütün erkeklere bey derdi. Ama Madlen’e göre Halit Bey sıra dışı bir insandı. O Halit beye fazlasıyla aşıktı. Kim bilir belki günün birinde Halit Bey ölmeden Madlen’in içindeki itikatı bırakıp namaz kıldığını bile görecekti. Madlen’de bunu içten içe sürekli düşünüyordu. Halit beye her baktığında sadece kendini görüyordu. Kendisinin Halit beyin ruhu olduğunu onun diğer yarısı olduğunu iyice kavramaya başlıyordu.
Bütün bu hayatlar yaşanırken Madlen’in anne ve babasına ne oldu diye sorarsanız onu kimse bilmiyor. Hatta gönderildikleri yere varıp varmadıkları da bilinmiyor. Ama bilinen bir şey var ki halen insanlar bütün bu olmuş vakalara rağmen bir türlü kıyımdan, öldürmekten kendilerini utançlıklar içinde boğulurken seyretmekten vazgeçmiyor. Ne diyelim Allah adaleti zalimlerin ellerine teslim etmesin.
Evet. Ben Halil. Seçme köylü Halil. Raif’in dostu, arkadaşı ve akrabası Halil. Şehit Mustafa’nın oğlu, Şaké’nin torunu Halil. Şimdi size uzun uzadıya anlatmayacağım tabi. Her aile de ismi öne çıkmış bir aile büyüğü vardır. Bütün aile yıllar yılı onun ismiyle anılır. Ki bu bazen yüzyılları bile alabilir. Fakat maalesef bizim öyle yüzyılları anacak bir ismimiz yok. Herkes Ruslara karşı savaşıp şehit düşmüş babamı iyi bilir. Ondan ondanda iyi dedem Şaké’ye daha çok aşinadırlar. Onu daha çok tanırlar. Biz dedemin ismiyle anılırız. Ondan öncesine gitmez soy kütüğümüz. Ufak tefek bilgimiz vardır ama halk arasında öyle çokça söylenen şeyler değildir bunlar. Lakin Raif’in öyle değil. Onun soyunu herkes en az sekiz baba öteden bilir. Ondan yüz elli yıldan fazla önce belki de yaşamış Şanbaz denilen adamın ismiyle anılır. Bende bilirim bilmesine de fakat benim burada söylemem uygun kaçmaz. En iyisi mi sözü Raif aldığında elimden ve dilimden o zaman o size anlatsın Şanbaz’ın hikayesini. O daha iyi süsler belki kendi soyunun defterini. Ya da daha adaletli davranır kendisine karşı. Artık o ona kalmış bir şey benim yapabileceğim bir şey yok. Fakat biz bunları bırakıp yine kendi asıl konumuza gelelim.
Hınıs’a vardığımız gibi Halit Bey’in dükkanına gitmiştik. Halit Bey dükkanın arka tarafına bir masa ve bir sandalye atmış oturuyordu. Bugün dükkanı pek de dağınık mıydı ne? Yoksa her gün mü böyleydi bilinmez tabi. Ama bizi gördüğü gibi hemen ayağa kalkıp bize doğru yürümüştü. Raif’i daha önceden tanıyordu. Gerçi beni de tanıyordu. Bende birkaç sefer gelmiştim. Ama Aladdin hiç gelmemişti. Onu tanımıyordu. Raif’e sıkıca sarılıp ‘Hoş geldin Keké Raif’ demişti. Benim ve Aladdin’in ise ellerimizi sıkmış güler yüzle bizi muhabbete davet kapısına götürmüştü. Arka taraftan üç tane ufak kürsü alıp geldikten sonra daha dikkatli yüzümüze bakınca beni daha iyi çıkardığını anlamıştım. Tebessümle ‘Denbgej Halil’ deyişini duydum. ‘ Sen olmazsan nice geceler yıldızsız ve nice kışlar baharsız kalır’ deyip sözü benim kucağıma bırakmıştı. Kimisine göre belki bu sözler birer bombaydı. Ya tevazuyla ‘Estağfirullah’ deyip geçiştirirlerdi ya da gerekli gereksiz her şeyi ortaya dökerlerdi. Fakat ben öyle yapmadım. İkisini birbirine harmanlayıp okkalı ve güzel bir cevap verdim. Tabi vermem de gerekiyordu. Ben Dengbej Halil. Gecelerin seyyaresi Halil, düğünlerin duvağı Halil, damatların takısı Halil, cenazelerin koruyucusu Halil. Ben masal anlatıcısı, sesi yüzyılları aşan ve yüzyıllar geriden gelen Halil. Medlerden, Karduklardan, Mitanilerden, Mervanilerden, Eyubbilerden kalmış mirası açığa döken Halil.
Halit Bey cevabımdan sonra hiçbir şey demedi. Sadece güleç bir yüzle başını sallamış ve tekrar Raif’e dönmüştü. Raif ona Aladdin’i de tanıttıktan sonra uzun uzadıya sohbete girişti. Ama bu işte bir yanlışlık var gibiydi. Benim susmam olmazdı. İkisinin her cümlesinden sonra bende cümlemi atıyordum ortaya. Ve her seferinde bana aynı gülen gözlerle bakıyordu. Ama arkadaşımız Aladdin hiçbir şey söylemedi. Hiç araya girmedi. Sadece dışarıdaki cehennemden sonra böyle bir cennete girmenin hayaliyle kendi gerçekliğini birleştiriyor iyice ısınmaya çalışıyordu.
Dükkanda, büyük bir dükkan değildi hani. Orta halli esnaf yeriydi. Yazın sıcak havalarda bütün eşyalar dükkanın önüne serilirdi. Ama malum şimdi her şey içeride üst üste istiflenmişti. Gazyağlarını da en arkaya yerleştirmişti Halit Bey. Dükkanın en kuytu yerine tenekeleri üst üste koyup olabildiğince fazlasını sıkıştırmaya çalışmıştı. Tabi öyle olmalıydı. Bu memlekette kışları bu yağdan en fazla kimin elinde olursa en çok o kazanırdı. Kazanırdı ya. Hem de çok kazanırdı. Malını, ürününü paraya çevirip elinde para olan parasıyla gelip hazır alırdı. Ama bizim gibilerin elinde para olmadığı için hazır alınamıyordu. Biz ancak borçla alabiliyorduk borcumuzu da bir sonra ki yılın sonbaharına atıyorduk. Çünkü o zaman kadar hayvanlardan elde edilen üstle bol miktarda tere yağı ve peynir elde ediyorduk. Bu tere yağını ve peyniri borcun karşılığı olarak veriyorduk. Zaten bütün işlerimizde bu böyleydi. Yazları çerçiler köy meydanlarına yavaş yavaş gelmeye başladığında bir sonraki yılın borcuyla kendimize, çocuklarımıza ve kadınlarımıza öteberi alır az da olsa imkanlarımız dahilinde ihtiyaçlarımızı giderirdik. Lakin bazen aldığımız eşyalar -bazen demek bu fukaralığa çok büyük hakaret olur- hemen hemen her zaman elbiselerimiz bizi seneye taşıyamaz üzerimizde paramparça olurdu. Annemiz yada karımız bunları artık yamayarak bir daha çerçilerin gelmelerini dört gözle beklerlerdi. İşte herkesin izzetin dayı dediği çerçi de onlardan biriydi. Her yıl güneş bütün dünyayı soba gibi ısıttığı zaman çıkar gelirdi köye. Her daim de gelip Raif’in evinin önüne oturur ona misafir olurdu. Zaten aşağı memleketten hangi çerçi yada hangi misafir gelmişse atının ve eşeğinin yularını hep onun evinin sütununa bağlardı. Allah razı olsun o da hiçbir zaman hiçbir şeye yok demezdi. Bir lokma dahi olsa onu misafire verir kendisi ve çocukları aç yatardı. Raif böyleydi işte. Sadece Raif böyle değildi. Herkes onu tanıyıp bildiği için oraya konuk olurdu. Lakin buraların insanı hep böyledir. Kim olursa olsun, nereden gelirse gelsin evindeki tek lokmayı da gelen yabancıya seve seve verirdi. Düşmanı dahi olsa kendini onun evine atımı o düşmanlık söner giderdi.
Bizim İzzetin dayımızda her geldiğinde kadınlar için eşeğinin üstündeki torbalar incik boncuk, iç çamaşırları, genç kızlar için yemeniler, oyalara doldurup getirirdi. Tabi bir muhakkak erik, elma gibi çeşitli meyvelerden de getirirdi. Bizim buralarda hiç denecek kadar yoktu bu meyve ağaçlarından. Ama İzetin dayının dediğine göre geldiği Diyarbakır yöresinde bu meyvelerin başı var sonu yok bahçeleri mevcuttu. Demek ki orada insanlar bol bol bunları yiyebiliyorlardı. Ah keşke biz de bu dünyadan göçmeden önce bolca yiyebilseydik. Bilmem ki acaba nasip olur mu? Eğer bize nasip olmazsa inşallah çocuklarımıza nasip olur. Bizim çektiğimiz fukaralığı onlar ve onların çocukları çekmez. Neyse Allah onlara da büyüktür. Muhakkak rahman ve rahim olan Allah bu dünyaya gönderdiği kursağı boş bırakmaz. Rabbim onları kötülerden eylemesinde varsın rızıkları az olsun. Terbiyeleri, ahlakları tam olsun da ekmekleri bir lokma olsun. Düşünce ve fikirleri tam ve sağlam olsunda bir adım geride olsun. Bakalım. Yaşadığımız kadar yaşayıp göreceğiz. Gerisine Allah karar verecek. O üzerimize kaderin keskin kılıçlarını melekler ordusuyla gönderecek biz de bu ordunun emrinde ona riayet edeceğiz.
Bütün bunları bırakalım bir yana artık. Halit Bey ve onun küçük ama köhne olan bu harabe halinde hayatını devam ettiren ufacık dükkan ve kasabaya geri dönelim.
Halit Bey dükkanın arkasına doğru gidip beşer litrelik demirden tenekelere gaz yağını doldurup getirene kadar biz de soğuğun bütün fısıltılarını sıcağın yüreğine söylemeye çalışıyorduk. Fakat ne yazık ki bu havanın sıcağı da bizi yaz için umutlandırmıyordu . Neredeyse imkansız gibi diye düşünüyorduk. Yolu yok mu diyeceksiniz? Muhakkak vardır ama bu yolu herkes bilmez. Bunu herkes düşünemez. Düşünenler ancak bilge olanlardır. Düşünüp uygulayanlar hem bilge hem de cesur olanlardır. Ve düşünüp, uygulayıp aynı zamanda başarılı olanlar önder insanlardır. Maalesef ben Halil, Dengbej Halil. Ancak söyleyebilirim. Allah bana bu melekeyi vermiş. Bende bunu kullanıyorum. Sonuna kadar da kullanmaya devam edeceğim. Ama ne kadar bilgeyim ne kadar cesurum ve ne kadar önderim bilmiyorum. Bunu ancak azamet sahibi olan Allah bilir. Ben ufacık bir mahlukat, yeryüzünde izi dahi bilinmeyecek, görünmeyecek olan bir cüce neyi bilebilirim ki? Ben ancak kendime acıyorum. Siz de bana acıyabilirsiniz. Ve kendinize de acıyın. Çünkü ben neysem siz de osunuz. Ben ne kadar varsam siz de ancak o kadar varsınız. Belki biraz az belki de biraz çok. Ama önünde sonunda unutulup gideceksiniz. Tabi sizden önce bana gelecek bu son. Önce ayaklarımın altından yakalayacak ve yavaşça yukarıya doğru bütün derimi yüzüp adem elmasına geldiğinde kılıcının en keskin yeriyle vurup her şeyi alıp götürecek. Buna emin olun. Hem kendinize hem de bana. Çünkü ben bu yolculukta iyice emin oldum. Yüreğim tamamen buna inandı. Bu inanç artık çok sağlam duruyor yerinde. Tıpkı kara kara taşlardan oluşmuş o devasa kalelerin surları gibi sapasağlam duruyor artık.
Halit Bey beş litreden oluşan iki teneke gazyağını getirip önümüze bıraktı. ‘Buyrun kardaşlar’ dedi. ‘ Yağınız hazır. Lakin bu havada geri dönmeyin. Zaten yetişemezsiniz köye. Yolda gece yakalar sizi. Eğer birde tipi yakalarsa kurtulamazsınız.’ diye cümlesini bitirdi. Lakin biz önceden hazırlıklıydık. Köye kadar devam etmeyecektik. Yol üstünde bulunan Kongre köyünde akşamımızı geçirdikten sonra sabah erkenden evimize doğru yol alacaktık. Tabi benim aklımda nasıl bunlar vardıysa Raif ve Aladin’in aklında da aynı şeyler vardı. Raif bunları düşünmüş olacaktı ki Halit Beye teşekkür ettikten sonra yola çıkmaları gerektiğini, geceyi Kongre köyünde dayısının kızı Nazlı’nın evinde geçireceklerini ve sabah erkenden orda yola devam edeceklerini söyledi. Böylelikle daha da kısa bir sürede evlerimize varacağımızı dile getirdi. Raif’in anlatmalarına rağmen Halit Bey ısrarla kalmamız gerektiğini, bir gecelik misafir etmek istediğini dile getirdi. Ama Raif bütün ısrarlara rağmen gitmemiz gerektiğini, inşallah bir daha ki sefere sıcak bir yaz gününde ona misafir olacaklarını dile getirdi.
Halit Beyin bütün ısrar ve çabalarına rağmen üçümüz de orada durmaya niyetli değildik. Yağımızı ve çocuklarımız için ceplerimize birkaç şeker ve bir iki lazımlık şeyler alıp sırtımıza vurduğumuz gibi dükkanları elle sayılacak kadar az olan bu küçücük kasabadan ayrılma yoluna girdik. Halit bey ile vedalaşıp ayrılma yoluna girdiğimizde Halit Bey dükkanın önünde yine ısrarla kalmamız için ricada bulundu. Maalesef gidenin önünde dağ olsa durmazmış. O da bize fazla dayanamadı bıraktı yelkenlerini ve yolumuzu açtı. Biz iyice uzaklaşana kadar da dükkanının önünde bizi seyretti. Kim bilir belki de bekledi döneriz umuduyla. Herhalde en sonunda buna inandı ki dükkanına girip kapıyı kapadı. Halit Bey beyefendilikten ziyade gerçek bir insandı. Onun insanlığı hem doğru ve dürüstlüğündeydi hem de söylediklerini birebir yaşamasındaydı. Yapmadığı şeyi söylemezdi. Söylemediğini de yapmazdı. Çok acılar çekmiş çok acılar görmüştü. En büyük acısı da yanı başında duran, canından çok sevdiği dünyalar güzeli karısıydı. Hangi hengameden çıkıp bu hallere geldiğini Allah’tan ve ondan başka kimse bilmiyordu. Ne ac
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.