- 591 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Pencereden Bakmak
Çocukluğundan beri pencereye çıkar, bayırın en tepesindeki evlerinden, aşağıya doğru uzanan daracık sokağa saatlerce bakardı. Bayırda oynayan çocukları izlerken çocukluğunu düşünür; oynanan oyunları, arkadaşlarını, bayırda kaybettiği eşyalarını, bayır üzerindeki bitişik evlerden çıkıp ebediyete yol alan ihtiyar mahalle sakinlerini hatırlar, hayallere dalardı. Çok değil daha on yıl önce, şu dik bayırdan tırmananlar; evlerinin bayıra en hâkim noktasındaki camından fırlattığı soğanlara, patateslere, boru içine doldurup üflediği külahlara, su tabancasından fışkırttığı sulara maruz kalır, çoktan içeriye kaçmış olan Mehmet’e doğru biraz bağırıp çağırdıktan sonra yollarına devam ederlerdi. Bayırda yapılan kavgalar ve eve birazcık daha geç gidebilmekten başka hiçbir derdi olmayan bir çocukken, sadece on yıl içerisinde, nasıl bir yetişkine evrilebildiğini düşündükçe şaşırıp kalırdı Mehmet. Hepi topu on yıl kadar sürmüş çocukluk çağı; nasıl olduysa en fazla değişim geçirdiği, en çok anıyı biriktirdiği, en çok tramvayı yaşadığı dönem olmuş, bütün hayatını, dünyaya bakışını, kişiliğini, ölümüne kadar çok az değişecek bir biçimde şekillendirmişti.
Bayır, yaz aylarında bilye arabası ve bisiklet; kış aylarında kızak binmeye gelen çocuklarla dolup taşar, kış gecelerinde çocuklar; yer yer kül dökülerek körlenen yerlere evlerinden leğenlerle su taşırlardı. Böylece; bayırı çıkabilmek için az da olsa bir umudu kalmış olan ihtiyarları biçare bırakır; azarlamalar ve beddualara aldırış etmeden oyunlarını oynarlardı. Zira bu azarlamalar ve yer yer kulak çekmelerin rövanşı, bayırı ya inerken ya da çıkarken beceriksizce düşen büyükleri kahkahalarla izleyerek, pekâlâ alınabilirdi.
Bayırdaki en güzel kızak Mehmet’inkiydi. Babası pırıl pırıl çelikleri tenekeciler çarşısındaki bir dükkândan getirip, kızağının altına çaktığından beri mahallede geçilmez olmuştu. Yüzünü yakarcasına yalayıp geçen, altında takırdayan çelikten bile daha soğuk rüzgârda; üşüyen burnu ve kulaklarının sızlamasını bile unutturan süratlere ulaşırdı kızağıyla. Gerçi, aşırı derecede hızlanıyor olmak başına dert açmıyor da değildi. Bir keresinde; geceden su döküp cam gibi parlattıkları bayırdan aşağı uçarcasına giderken, mahalle fırınında ekmek yaparken canı çıkmış, iyiden iyiye ağırlaşmış olan teknesini bayır yukarı oflaya poflaya çıkarmaya çalışan ve bayırın yarısını da epeyce geçmiş bir teyzenin ayaklarından vurup yerden kesmiş, teknesiyle, küreğiyle bir bütün olarak kucağına alıp, bayır aşağı gerisingeri götürmüştü. Aşağıda; bir taraftan yerlerde yuvarlanarak kalkmaya çalışırken, bir taraftan gelişigüzel savurduğu kürekle O’na vurmaya çalışan kadını ve kaba etlerine ve sırtına aldığı kürek darbeleriyle kıvranan küçük bedenini hatırladıkça, kahkahalarla gülerdi. Bir başka kış gecesinde ki Ocak ayının en soğuk günlerinden biriydi; bir toptancı; kamyonunu anlık bir cesaretle cam gibi bayırdan aşağı sürmeyi denemiş, ilk andan itibaren kaymaya başlayan kamyon; önce bayırın sonundaki elektrik direğine, sonra da yanındaki tek katlı evin duvarına çarparak durabilmişti. Başta kimseye bir şey olmamışsa da, duvarı yıkılan ev ve yanındaki evlerden korkuyla çıkanlar, gece karanlığında şaşkınlıkla birkaç dakikalığına sokakta dikildikten sonra, galeyana gelerek kazazede şoföre temiz bir dayak atmışlardı. Dayakçı mahalleli; herkesin derin uykuda olduğunu, büyük bir gürültüyle evlerinin başlarına yıkıldığını, kıyamet kopuyor sandıklarını; bu şok ve korku içerisinde aslında istemeden adama saldırdıklarını günlerce anlatarak; vicdanlarını rahatlatmaktan çok, attıkları dayağı haklı bir nedene dayandırmaya çalışmıştı.
Yaz geldiğinde bayırda, bilye arabası ve bisiklet binilirdi. Babası bilye arabası için bir yerlerden en büyük boy rulmanlardan bulup getirmiş, üzerine de bu rulmanlara yaraşır dev bir kasa oturtarak, en büyük ve gösterişli arabayı yapmıştı. Mehmet de sokaktan topladığı kiremit ve tebeşirlerle öyle güzel boyamıştı ki arabasını. Ona şeytan ismini vermişti. Şeytan Rıdvan’ın ortalığı kasıp kavurduğu yıllardı. Araba devasa tekerlekleriyle Rıdvan kadar hızlıydı. Üstelik Rıdvan gibi nazik ve kırılgan da değildi. Tüm çocuklar şeytanın başında kuyruğa girer, bir turluğuna binebilmek için Mehmet’e rüşvet verirlerdi. Rüşvetler bazen turbo sakız, bazen kader kısmetten çıkan pralin çikolata, bazen de kavut olurdu. Bazı günlerde; bisikletlerin frenlerine hiç asılmadan, en hızlı şekilde ve en kısa sürede bayırı inebilme oyunu oynanırdı. Bu oyunu, mükemmel fren sistemlerine sahip olmaları nedeniyle frenlerine en geç asılan, pahalı ve gösterişli dağ bisikletleri kazanırdı. Ucuz bisikletlerse, onlara kafa tutabilmek için tüm cesaretlerini sonuna kadar kullanır, çoğu kez bayırın sonundaki kaldırıma çarparak; sekiz olmuş cantlarıyla yaralı bedenlerini alıp tamircilerin yolunu tutarlardı. Bisikletler tamirden geldiğinde her şey unutulur; elleri bırakarak bayırı inme ve çıkma yarışı yapılmaya başlanırdı. Bu yarışta; insanın çocukluk dışında başına gelse aylarca rapor alacağı fecilikte düşüşler yaşanır, biraz ovunduktan sonra kalkılıp; üstünü başını ve kanayan yerlerini yıkamak için mahalle çeşmesine gidilirdi. Çoğu zaman bu düşüşlerden ve yaralanmalardan, bazen de bizatihi oyunun kendisinden bıkkınlık gelir, bütün gün boyunca defalarca tekrar edilecek futbol maçları yapılmaya başlanırdı. Maçlar beşte devre onda biter usulüyle yapıldığından, bayırın aşağısında kalan taraf her zaman hapı yutardı. Zira; her ne kadar ikinci yarıda diğer takım aşağıya geçse de, ilk yarıda yukarıya gelmeye çalışmaktan zaten canı çıkmış olduğundan, bir varlık gösteremezdi.
Bazı günlerde, mahallenin haşarı çocukları, bir yerlerden bulup getirdikleri kocaman kamyon ve traktör tekerleklerini, fütursuzca bayırdan aşağıya yuvarlardı. Bütün neşenin kaçtığı, muhabbetin bozulduğu anlardı bunlar. Mehmet, tekerleğin yuvarlanışı boyunca, nenesinin öğrettiği bazı duaları okur, bazen de gözlerini elleriyle sıkıca kapatırdı. Zira; bayırın sonunda birdenbire çıkabilecek bir insanın katiyen kurtuluşunun olmayacağını, dev gibi lastiğin altında ezilip kalacağını, çocuk aklıyla bile idrak edebiliyordu. Bereket çok da işlek olmayan bayırdan pek fazla kimse gelip geçmez, lastik aşağıdaki kaldırıma ve birkaç evin bahçe duvarına çarparak ve yalpalayarak çeşmenin yanına kadar gidip devrilirdi. Galiba ilk kez böyle bir anda ve henüz dokuz yaşındayken, hayattan ve ölümden korkmaya başlamıştı.
Daha sonra; en can arkadaşı biz başka şehre taşınıyoruz babamın tayini çıkmış dediğinde, mahallenin en öfkeli ve gaddar adamının camını kazara kırdıklarında, mahalle savaşı yaparken bir çocuğun kafasına taş attığında ve akan sicim gibi kanı ilk kez gördüğünde, çok hızlı bir arabanın geçmesini beklemeden karşıya koşarken acı bir fren sesi kulaklarında çınladığında, ağzından salyalar akan kocaman bir sokak köpeği mahalledeki tüm çocuklara saldırdığında, okulda şakalaşırken ittiği sıra arkadaşının kafası radyatöre çarptığında, yoz ve çirkin bahçelerde ısırgan otlarıyla savaşırken altmış santimlik yavru bir yılan gördüğünde, tek başına eve yürürken başka bir liseden gelen on beş kadar serseriden “Bizim kızlarla konuşmayacaksın” ültimatomunu aldığında, babasının arabasını gizlice kaçırıp tamponunu kaldırıma çarptığında ve korkuyla geri getirdiği arabanın yerine bir başkasının park ettiğini gördüğünde, “Sen çok iyi bir insansın Mehmet ama ben seni arkadaş olarak görüyorum” diyen Bahar’ın gözlerine bir anlığına baktığında, O’nu ona çok yakışan okul formasıyla ve hoş endamıyla bir başkasıyla el ele ilk kez gördüğünde, kazandığı üniversiteye kayıt yaptırmak için İstanbul’a ilk kez gittiğinde ve devasa kampüsü ilk kez gördüğünde duymuştu benzer bir korkuyu.
Aslına bakarsanız; korku hakkında pek bir şey de bildiği söylenemezdi. Zira; ufak tefek bazı rahatsızlıkları dışında neredeyse sapasağlam olan babasının ölüm haberini veren telefonu almamıştı henüz. Ölümü ve ölen kişinin bu dünyada bir daha görülemeyeceğini düşünmemiş; salt, saf ve katışıksız bir acıdan müteşekkil gerçek korku damarlarını yakıp geçmemişti.
YORUMLAR
Pencereden bakmaya devam edip, iyisiyle kotusuyle o anları hic unutmadan hayallerde yaşatabilmek, yazılara dökmek, hepimize kendi çocukluk anilarimiza pencereden bakmaya hatirlattiginiz için çok teşekkürler.
şinasi zafer
Saygılar...
Merhaba Şinasi Bey, hayatın penceresi tıpkı sizin anlattığınız gibi...
Bazen hüzün, bazen mutluluk, bazen de insanı derinden sarsan bir acı.
Yazı çok güzel, bugün okuduğum bütün yazılar güzeldi.
Seçkinin işi oldukça zor olacak gibi.
Tebrik ederim, selamlar
şinasi zafer
Selamlar bizden...