- 993 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
SIRALI ÖLÜM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
SIRALI ÖLÜM
Anneannemin gelişi sıcak yaz günlerine denk düşerdi.
Okullar kapanır, şehre öğrenci okutmaya gelen bir aileye kiraya verdiğimiz oda boşalırdı, üç buçuk aylığına. Bu günlerde nenemin yolunu gözlerdim.
Odanın kapısı bahçeye açılırdı. Oturduğumuz evden bağımsızdı. Büyükçeydi. Kapı önünde dizili iki sıra briket basamaktan girilirdi. Kuzeye bakan tek penceresinde kalın demirler takılıydı, güvenlik için. Hapishane demirleri gibi ama enine direklerdi.
Tek atlı arabaya yüklediği sandığıyla gelir, okullar açılıncaya kadar bizde kalırdı. Annem boş odaya bir kat yer yatağı serer, nenemle ben burada yatardık.
Üzerine, kırpık bez parçalarından yapılmış kırkyama seccadesini örttüğü sandığı, bir köşede dururdu. İçinde, bir kaç parça çamaşır, giysi ve kefenlik hasa bezinden başka, ilgimi çeken ne çok şey vardı. Hicaz’dan, hacı yakınlarının getirdiği tespihler, minik zemzem bardakları, bakır su tası, gençlik günlerinden kalma gümüş yüzükler, bilezikler, basma artıkları, dantel parçaları, köşesi işlemeli bohça, kanaviçeli patiska yastık kılıfları, oyalı tülbentler, tahta tarak, gül suyu, sabunlar.
Hazine sandığı gibi değerliydi gözümde. Onun için de öyleydi. Yüzyıllık Kuran’ı Kerim’ini özenle saklardı saten kılıfında. Sandığın üzerine oturulmasına izin vermezdi, Mushaf var diye.
Sabahları erken uyanırdı nenem. Namazını kıldıktan çok sonra kahvaltı için salona geçerdik. Kimi zaman Nogay çayını, ekmeğini bir tepsiyle yanına getirirdim.
Odanın kapısı güneybatıya bakardı. Öğleden sonra güneş vurunca sandıktan Kuran’ını çıkarır, okumaya çalışırdı. İyi görmezdi gözleri. Her yıl biraz daha bozaran rengi, gri-mavi arasıydı. Doksana yaklaşan yaşına rağmen kulağı çok hassas, hafızası yerindeydi.
En hoşuma giden tarafı sohbetleriydi. Kafkasya’dan gelişlerini anlatırdı. Genç yaşta dul kalışını, yoksulluğu, çektiği sıkıntıları anımsayınca gözleri dolardı. On bir doğum yapmış, yedi yavrusunu toprağa vermişti bebek yaşta. “Hastalıktan, yokluktan, cahillikten” derdi.
Kavurucu sıcakların, sıtmanın, Çukurova insanını yaktığı günler. Savaş ve kıtlık zamanıdır. Fransız işgalindedir yöre. Yaşlı erkekler, çocuklar ve dul kadınlardan başka kimse kalmamıştır köyde. Kurtuluş Savaşı, seferberlik, salgın hastalıklar, tütün ekiminin yasaklanması büker belini. Yiyecek ekmek, temizlik için bir kalıp sabun bulamadıklarını, süpürge bitkisi tohumundan un yaptıklarını anlatırdı. Şükrederdi bugünlerine.
Sıkıntılı yılların yükünü sırtında hep hissetmiş, gölge gibi peşinden gelmiş, orta yaşlılığını hiç bilememiş. Teninin duru güzelliği, gözlerindeki ışıltı, sıcaklık hiç yitmese de vaktinden önce yıpranmış, yorulmuş, köyün yaşlısı oluvermiş tez zamanda. Bunu, boynunun kıvrımlarında, ellerinin benekli dokusunda, azalan saçlarında, sesinin titrek yumuşaklığında görebiliyordum.
Dokuz yaşındaymış Türkiye’ye yerleştiklerinde. İlk defa gördüğü patlıcanı, parmakla tadına baktığı pekmezi, farklı yemekleri, konuşmaları anlatıp güldürürdü beni. Çerkez adetlerini, oyunlarını, giysilerini, müziğini onun anılarında sevip, benimsemiştim. İyi mızıka çalar, Kafkas oyununu güzel oynarmış gençliğinde.
Ne zaman bir akordeon sesi duysam, Kafkasya’ya uzanır düşüncelerim, hayal ederim o yaşantıyı. İncecik, beyaz tenli, uzun saçlı, belinde gümüş kemeriyle, Çerkez kızları süzülür gözümün önünden.
Annem en küçük kızıydı. İlkokulu bitirmişti. Dayım Erkek Sanat Okulu, motor bölümü mezunuydu. Üzerine titrerdi torunlarının. Hepimizin okumasını, yüksek okullara gitmesini isterdi. Açık fikirli, ileri görüşlü, ufku genişti. Tek bildiği eski yazı olduğundan Kuran’ı elinden bırakmazdı.
Dayımlarla birlikte kalırdı. Bütün torunlarına düşkündü de benimle dostluğu, arkadaşlığı bir başkaydı sanki. Daha farklı hisseder, herkesten daha yakın bulurdum kendime. Sure ve duaları öğretir, anlamlarını söyler, birlikte namaz kılardık. Abdestsiz el süremediğimiz kitaptan, cennetin güzelliklerini, bolluk ve bereketini anlatırdı.
Yanında mutlu, huzurlu bir yaz tatili geçirir, her gidişinde hüzünlenirdim. Okullar açıldığında, öğretmen tatil anılarımızı anlatmamızı istediğinde ise yazacak bir şey bulamazdım. Tatil başka bir şeymiş, hep eğlenceyle geçen, seyahat edilen zamanlarmış gibi.
Benim için dopdolu geçen günler, başkaları yavan bulur endişesiyle tatilden sayılmazdı. Bu yüzden yazılı anlatımım köyde, dayımların konağında, mısır tarlasında, su kanallarında geçerdi. Hayatımda sadece bir defa bindiğim döven, her anımda yer alırdı.
Dayımın belediyede işe girmesiyle kente taşındılar. Artık bütün kış, hafta sonları nenemi görebiliyordum.
Son zamanlarda elden ayaktan düşmüş, yataktan çıkamaz olmuştu. Ufacık kalmıştı gövdesi. Çerkezce “mede tıs” (gel otur demekmiş) diye seslenip, yanına çağırıyor, “nasılsın?” diyordu. O kadar.
Önceleri haftada bir gün giderken, son zamanlarda annem her gün nenemi ziyaret etmeye başladı. Yengemle birlikte başından hiç ayrılmıyorlardı. Tansiyonu hep yüksekti, yemeden içmeden kesilmişti.
Mayıs ayı ortalarında evde, nenemin ziyaretlik olduğu fısıldanıyordu. Öleceğini anlamıştım. Şimdiden özlemeye başlamıştım. Yaz tatillerini, sohbetlerimizi çok arayacaktım. Söz vermiştim ona, öğretmen olacaktım. İlkokulu bitirdiğimi bile göremeden kaybediyor muydum?
Cumartesi günü okul dağılınca doğruca eve geldim. Neneme gideceğimiz için oyalanmamıştım.
Annem yumurtadan yeni çıkan civcivlerle ilgileniyordu. Bütün çocuklar kümesin kapısına dizilmiş şaşkınlıkla izliyorduk. Bir saat içinde civcivlerin hepsi yumurtasından çıktı. Önce yumuk gözlü, ıslaktılar. Kısa sürede vıcırdayarak koşmaya başladılar.
Biz yakalamaya çalıştıkça ana tavuk saldırıp gagalıyordu. O uysal tavuk nasıl da canavar kesilmişti. Evin kedisi bizden meraklıydı. Civcivlerin peşinden ayrılmıyordu. Fırsat bulsa fare yakalar gibi yutuverecekti yavruları.
Annem o gün iş güçle akşamı etti, neneme gidemedik. Aklımız hep ondaydı. “Sabah olsun, erkenden hep birlikte gideriz” diye konuşuldu.
Gün ağarmadan ölüm haberi geldi.
Hepimiz çabucak giyinip çıktık. Annem civcivleri kedinin yememesi için kalburun altına koydu. Yanlarına biraz ince bulgur serpti, yemlik olarak. Su da bırakacaktı tasla, boğulurlar diye koymadı. Yavruları göremeyen ana tavuk çok kızdı, hırslandı, dört dönmeye başladı kalburun çevresinde.
Ağlayarak gittik. Bekleniyordu ölümü, yine de acı vericiydi. Bir daha göremeyecektim onu. Dayımların evi çok kalabalıktı. Biz çocukları cenaze odasına almadılar, korkarız diyerek. Ölümün kötü bir şey olduğunu düşündüğümden, nenemi öyle görmeyi aklımdan geçirmiyordum.
O, gündüzleri güneşi, geceleri ayı görünce şükreden, birlikte dua ettiğim can arkadaşım, sırdaşımdı. Büyük acıyla ilk tanışmamdı. Ölüm buydu demek, yeni öğreniyordum.
Köyünü çok severdi nenem, oraya gömülmek isterdi. Bütün yakınları da orada yatıyordu. Çok ağladım, ısrar ettim ama annem cenazeyle gitmeme izin vermedi. “Akşama kalmaz döneriz” dedi. Öğle ezanına yetişmeye çalışıyorlardı. “Ölüyü fazla bekletmek günahmış.”
Beni de sıkıca tembihledi, kardeşlerimi alıp hemen eve gitmem için. Civcivlere su verip, göz kulak olmamı da söyledi.
Herkes gitmiş, evde ses soluk kesilmişti. Dayımın çocuklarıyla kalakalmıştık. Masa üzerinde kırmızı kurdeleyle bağlanmış paket gözüme çarptı. Yengeme verecekleri hediyeymiş. Kolonya almıştı annesine, dayımın küçük kızı. Okulda da tören varmış. Bütün öğrenciler armağanını orada verecekmiş.
O gün “Anneler Günü”ydü. Geçen hafta okulda işlemiş, şarkı bile öğrenmiştik. Sadece o kadar. Bizim okulda ve evde bu tür kutlamalar yapılmıyordu.
“Seneye ben de hediye almalıyım anneme” diye geçti aklımdan. “Harçlıklarımdan biriktirir, şaşırtırım. Sevinir, mutlu olur. Sağ olsaydı neneme de alırdım.”
Dayımın küçük oğlu Nejat’ın da piyeste rolü varmış, ama gitmek istemiyordu. Hepimiz üzgündük. Yine de öğretmeni bir grup öğrenciyle haber gönderince gitmek zorunda kaldı.
“Hediye veremezlerdi, annesi törene gelemezdi. Ama piyes oynanmalıymış, ölenle ölünmezmiş. Biz çocukmuşuz, böyle sıralı ölüm dostlar başınaymış.”
Nejat piyes kıyafetini giyince, her şeyi unuttuk. Bembeyaz giysiler içinde, hortlak rolü yapacakmış. Korkunç görünüyordu ama oyun çok komikmiş. “Gülmekten yerlere yatarsınız!” diyordu arkadaşları.
Kardeşlerim ve ben ilk defa duyuyorduk Anneler Gününün kutlandığını. Heyecandan, meraktan evi de civcivleri de unuttuk. Doğruca okula gittik. Nejat’ı izleyip çıkacaktık.
Okul bahçesine kocaman bir sahne kurulmuş, çevresine sandalyeler dizilmişti. Her yer çiçekler, balonlar, renkli kâğıtlarla süslenmişti. Arka sıralarda oturduk, fazla kalamayız diye.
Önce korodan şarkılar dinledik. Müzikli gösteriler, halk oyunları, monologlar, şiirler derken çakılıp kaldık. Bütün öğrenciler çok iyi hazırlanmışlardı, bir türlü bırakıp gidemiyorduk. En sonunda piyes başladı. Nejat’ın rolü gerçekten komikti, öyle güzel canlandırıyordu ki, gözlerimizden yaş geldi gülmekten.
“Hortlak, hortlak!” diye bağıra çağıra, itiş kakış okuldan çıktığımızda akşam oluyordu. Sokakta duran köy minibüsü ve cenazeden dönenlerle karşılaşınca gülmelerimiz bıçak gibi kesildi. Eve gitmemiş olduğumuzu gören annemle babam bizlere hayalet görmüş gibi bakakaldılar.
Bir an annemin gözlerinde, akıp giden civciv ruhlarını görür gibi oldum. Eve dönünceye kadar siniri geçmedi.
Her zaman hava kararmadan kümese tüneyen tavuk, hâlâ kalburun başında gut gut gut diye söylenip duruyordu. Yavrularını kanadının altına alınca öfkesi dindi.
Şehir Dergisi 89. Sayı
Ocak-Şubat 2016
YORUMLAR
Sevgili Öğretmenim,
Çocukluk! Çocukluğumuz...
Taşra kasabaları, solgun şehirler...
Nineler... Dedeler...
Tahta sandıklar, eski evler, avlular...
Nehirler boyunca yalnızlık...
Anılar...
Ne zamandı?
Fazilet ELİAÇIK
Merhaba İlhan Bey
Edebiyatla soluklananların yolu bir yerde kesişiyor
Anıları pek çok kez
Yarım asrı aşkın yaşanmışlıklar
Solmuyor, silinmiyor
Her dem turfa
Acılı-acısız
Selamlar ailecek (Anneanne ve dede Eliaçık)
Fazilet ELİAÇIK
Teşekkür ederim paylaşımınız için
Selamlar
Fazilet ELİAÇIK
Teşekkür ederim paylaşımınız için
Selamlar
herkesin içinden kendinden bir parça bulabileceği enfes bir yazıydı arkadaşım içtenlikle kutluyorum sevgiler
Fazilet ELİAÇIK
Teşekkürler Sevgili Ayşegül paylaşımın için
Sevgiler, selamlar
Bu güzel, insanın içini hüzün ve huzur kaplayan öykünüzü okudum. Aklıma yıllar önce kaybettiğim neneciğim geldi.
Ne kadar ortak yan vardı nenenizle; biraz da içim burkularak düşündüm. Öyle ya, o da Kafkaslardan gelmiş zamanında, o da Kalmık şey (O bitki, süt ve tereyağıyla tuzlu çay) içerdi. Arada Abazaca "araga vaay- buraya gel", arada Kaberdeyce "mıde dıs- buraya otur" derdi. Çerkes adetlerinin güzelliklerini anlatırdı. Küçücük bir kızken gelmiş o da. Daha yaşarken çocuklarının, torunlarının cenazesini görmüş dertli bir kadındı.
Yüz yaşını devirmişti. Alacaksan, ister Rum, ister Türk, ister Ermeni olsun; Osmanlı kadını al, derdi. Anlıyordum ne demek istediğini.
Mekanları cennet olsun.
Elinize sağlık efendim. Sade, oldukça sürükleyici bir öykü kaleme almışsınız. Bizi de içine aldı, yaşananları hissettirdi.
Kaleminize sağlık.
Sağlıcakla,
Fazilet ELİAÇIK
Teşekkürler yorumunuz, duygulu paylaşımınız için.
Selamlar saygılar
Merhaba Fazilet Hanim, yazin öyle güzel ki kendi çocukluğumu gördüm içinde.
Günümün yazısıdır.
Tebrik ederim, selem ve sevgiler.
Fazilet ELİAÇIK
Teşekkürler içten paylaşımınız için.
Selamlar, sevgiler