- 610 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bana Sorma
Tugay, sıkıntının, sıcakla birlikte sinsice çöreklendiği kuytuda, gözlerini bir kenarı kopuk tokyosunun içindeki kirli parmaklarından ayırmadan yineledi.
- Gözünü sevdiğim,sorma bana,sana elli kere söyledim! .Ne yapayım? , ne dersin diye sorma bana.Sorma güzel abicim! ! .İçinden ne geliyorsa öyle yap.İster kal, ister git, ister kalk,ister yat, ister ye, ister sıç.. Ne yaparsan yap,bana böyle şeyler sorma. Ben hiç kimsenin, her hangi bir davranışına karışmak, özellikle yönlendirmek istemiyorum, bunu senelerdir istemiyorum. İstemiyoruuuuum, istemiyoruuuuum..! ! ..
-Tamam baboş, tamam. Dedi, Sırat.
-Tamam. Kendi öz kararımla memlekete gitmemeye karar verdim, baboş.Sen beni kovana kadar burada seninleyim.Yeter ki sen kızma, baboş.Yak şurdan bi’tane.
Tugay, ciğerlerindeki havayı, sıkıntısını belirten bir üflemeyle boşaltırken, Sırat’ın uzattığı paketten bir sigara çekti. Sırat’ın yüzündeki temiz ve dostluk dolu gülümsemeyi görünce, o da, gülümsemekten kendini alamadı.
-Ulan, dedi. Şu şirinliğin olmasa çoktan dehlediydim ya seni, neyse! . Sen de şu saksıyı çalıştır biraz. Kızdığım bir iki şey var işte, öğren artık bunları ve o konularda üstüme gelme. Göreceksin ki, daha iyi geçineceğiz o zaman..
*******
Tugay, Sırat’ı, Anamur rampalarında bulmuştu. Daha doğrusu rastgele yolculuklarının birinde, şakır şakır yağmurlu bir günde, sırılsıklam rampa yukarı yürürken görmüş, yollarda kimseyi arabasına almamaya kararlı olmasına rağmen, dayanamayıp durup almıştı. İlk iki saat içinde de, bütün hayat hikayesini anlatıp tüketmişti, Sırat.
Basit, klasik bir Anadolu hikayesiydi zaten. Sevmişti, sevgisinden başka verecek fazla bir şeyi yoktu ve askerdeyken kızı başkasına vermişlerdi. Kaderine küsüp, alıp başını düşmüştü yollara.Yirmi üç yaşında, parasız, pulsuz, küskün, umutsuz. İş bulduğu inşaatlarda, bunalana kadar, üçer beşer gün çalışa çalışa, daha uzağa, daha uzağa deyip rastlaştıkları yere kadar gelmişti.
Tugay, o gece, bir çeşit karavana benzettiği döküntü minibüsü sessiz, sakin bir kıyıya çekip durduğunda, güneş batalı epeyce olmuştu. Sırat mahcup ve memnun,elini Tugay’a uzatıp:
- Sağ ol, baboş. Bana müsaade, çok zahmet verdim, hakkını helal et, dedi.
- Gidiyor musun? .
- He ya. Müsaden olursa.
- İyi de nereye?
- Öylesine işte, bildiğin gibi! ..
Tugay’ın aklından sıkça geçen son iki yıl, bir kez daha geçiverdi çabucak....Küskünlüğü, yalnızlığı, konuşmazlığı. Bankadaki üç beş kuruşun ve emekli maaşının ve döküntü minübüsün elverdiği ölçüde orası senin, burası benim amaçsız gezinmeler.. Kendine bile itiraf etmekten kaçındığı, ama çok iyi bildiği bir yok olmak arzusu. Asla unutamadığı, unutamayacağı o anlatılmaz gece. Yüreğini bir mengene gibi bıkmadan usanmadan sıkan o gece.
Sırat, bir can yoldaşı olabilir miydi? . Yaşananlar değişik olsa da, kaybedişin nedenleri ve şekli değişik olsa da, geriye kalanlar birbirine benzemiyor muydu? . Yani geriye bir şey kalmamış olması.! !
-Dinle beni Sırat, dedi Tugay; saklamaya çalıştığı bir kararsızlıkla. Vakit hayli geç. İstersen benle kal. Pek rahat edemesen de, bir şeyler uydururuz, yatarsın arabada.
-Sağ olasın, baboş. Yeterince zahmet verdim sana, sıkıntılı adamın biriyim ben, bırak yoluma gideyim. Yeter yaptığın iyilik, daha fazla ezme beni.
-Saçmalama, hem nasıl olsa yarın yolda gene önüme düşmeyecek misin? .Görüp de almazlık edemem artık seni.
- Baboş, bak.. Gazipaşa çok yakın. Bir yer bulup...
-Uzatma, en azından deneyelim, ne kaybederiz ki..
Daha fazla direnemedi, Sırat. O da, bu orta yaşlı, dost gözüken adama ısınmıştı. Mutfak teşkilatı arabadan çıkarılmış, yakındaki tarlalardan koparılan domates ve biberlerin bir kısmıyla salata, bir kısmıyla kızartmamsı bir şeyler yapılmış, açılan bir şişe ucuz şarap birlikte tüketilmişti. Bir birilerini daha fazla tanımaya yönelik, soran, araştıran, ama fazla ısrarcı olmayan konuşmalar eşliğinde. İkisi de hoşnut, gidip yatmışlardı, gizlediklerinin ve anlatmadıklarının soluğan koynunda.
Tugay, Sırat’ın her sağa sola dönüşünde, arabanın sallantısından uyandı. Sallantının nedenini anlayana kadar, yüreği gümbür gümbür sağa sola bakındı, sonra eski acılarıyla birlikte, gene uyudu. Bu uyanışlarında, Sırat’a kal dediğine pişman oldu, bin kere..
Sabah geç saatlerde uyandı. Senelerdir yalnız uyandığı için, Sırat’ın yokluğunu fark etmedi bile. Arabadan indi. Kıyıya yürüyüp, denizde yüzünü yıkadı, arabanın gölgesine çöktü. Öğlenin rutubetli sıcağı da gelip sıkıntılarının üstüne...Aniden yerinden kalkıp kendini denize attı. Epeyce yüzdü, keşke gözlüğü taksaydım balık var mı, yok mu bakardım diye geçirdi aklından. Akdeniz’in sıcak suları, aradığı ferahlığı vermeyince sahile döndü. Gene arabanın gölgesine sığındı.
Sırat, o zaman geldi aklına.” Gitmiş..” dedi kendi kendine. Sonra,”Giderse gitsin..” dedi.
Arabayı gölge bir yere çekti. O günü, orada geçirmeye karar verip, bir battaniye çıkardı, arabanın yanına serip uyudu. Çıplak omzuna konan bir çekirge uyandırdı uykusundan. Çekirgeyi incitmeden tutup havaya doğru fırlattı. Yapacak bir şeyleri varmış gibi birden bire yerinden kalktı. Düşündü bir süre, yapacak bir şey bulamadı.. Daha yorgun çöktü gölgeye.
Güneş, batıma bir mızrak boyu yakınlaşınca babası geldi aklına. Sağ olsaydı,“ Ben rakı makyajımı yapayım artık, yavaş yavaş “ der, annesinin hazırladığı sade bir sofraya oturur, ilk kadehini doldururdu şimdi.Onların ve ötekilerin özlemi, bütün acılarıyla bir kez daha çöreklendi yüreğine, yakınlardan geçen bir yılan gibi.
Şimdi ne yapacağını biliyordu işte. Kalktı, dışarıdaki ıvır zıvırı arabaya attı. Gazi Paşa’ya gidip, başta rakı olmak üzere bir şeyler alıp gelecek ve geberene kadar içecekti. Tam kapıyı kaparken, uzakta, elinde torbalarla gelen Sırat’ı gördü, durdu. Sırat, geldi ve hiçbir şey söylemeden torbaları yavaşça yere bıraktı, çalıştığı inşaattan üzerine bulaşmış tozları, çabuk hareketlerle bir kez daha çırptı. Yüzünü ağır ağır kaldırıp Tugay’a baktı.
- Gittim mi sandın, baboş? dedi. Sonra gene başını önüne eğdi.
Olanı biteni hemen anlamıştı, Tugay. İçi sıcacık oldu. Başını salladı yalnızca..
*********
Sonraki günler, aylar, çoğunlukla deniz kıyılarında, çoğunlukla Sırat’ın iş bulup çalışabileceği yazlık inşaatlara yakın kıyılarda geçti. Sırat iş bulabildikçe çalışıyor, giderlere ortak oluyor, buna yürekten gayret ediyordu. Tugay, gündüzleri kıyı müsaitse dalıyor, birkaç balık vuruyor, ya da oltayla şansını deniyordu. Sebze, meyve işi de genelde yakınlardaki bahçelerden sağlanıyor, geçinilip gidiliyordu. Aralarında günbegün gelişen güven, sevgi ve dostluk ikisini de mutlu ediyor, bu mutluluk ikisinin de yüzüne, uykularına yansıyordu.
Bir tek sorun vardı sıkça yaşanan. Sırat, sevdiği, saydığı, kendisinden çok bilgili, deneyimli olduğuna inandığı “Baboş”u Tugay’a, her konuda akıl danışmak istiyor, her seferinde de “ nasıl istiyorsan öyle yap “, “ İçinden ne geliyorsa onu yap “, “Beni, seni yönlendirmeye zorlama “, “Bana sorma “ gibi cevaplar alıyor ve buna bir türlü bir anlam veremiyordu. Hatta zaman zaman, içten içe kızıyor, ama kendisini bir çeşit sahiplenen, yalnızlığını bölüşen bu adama, “Ulan, kendini amma da ağıra satıyon, ha..” diyemiyordu bir türlü.
********
İşte, o gün de, konu nereden açıldıysa açılmış, gene aynı noktaya gelip takılmış, Sırat gene zılgıtı yemiş ve susmuştu. Tugay, her seferinde önce sinirleniyor, bağırıp çağırıyor, siniri geçince de, “Niye sinirleniyorum ki çocuğa, adam gibi bir şeyler soruyor işte. Ya cevapla, ya da anlat.” diyordu içinden. O güne kadar bu duyguları onlarca kez yaşamış ama anlatmayı hiç denememişti. Ne geçmişti eline.Yaşadığı hayat tarzının nedenini başkalarıyla paylaşırsa, bu tarzın da önemi kalmaz, daha büyük bir boşluğa mı düşerdi. Ya da “şöyle yap, böyle yap.” derse o gece olduğu gibi, birilerini daha ölüme mi gönderirdi.? !
Sırat’ın sorduğu, sadece, memlekete gidip sevdiği kızı bir kez daha görmesinin doğru olup olmayacağıydı. Akıllı bir adam ne önerirdi. “Bence gitme “ derdi, “Evlenmiş, barklanmış artık, sana hayır getirmez, unutursun, yarın önüne başka biri çıkar, biraz sabır göster.” demez miydi? . Ya da tersine inanıyorsa, tersini söylemez miydi? . Birden bire bir şeyin farkına vardı, Tugay.Madem ki başkalarının kaderinde bir payı olmasın diye, özellikle yönlendirici hiçbir soruyu cevaplamıyor, kimsenin ne yaptığına karışmıyordu, Öyleyse Sırat’ın yanında ne işi vardı. Çocuğu yanına almış, aylardır yanında gezdirmiyor muydu? . Bu nasıl bir ikilem, nasıl bir açmazdı? .Birden ellerinin titrediğinin farkına vardı.Bardağa uzandı, içinde ne varsa sonuna kadar içti. Sırat’a döndü. Sırat, bir şeyler sezmişti, huzursuzlandı, kalkar gibi oldu, kararsız yeniden oturdu. Gece sustu.
- Dinle.! Dedi, Tugay...Sırat, yerinde iyice huzursuz kıpırdadı gene.
- Bir daha anlatmayacağım. İyi dinle. Depremi biliyorsun değil mi? . ağustos’taki büyük depremi. Bilmemen mümkün değil, sordum işte! . O gece, her zaman ki gibi sade, yalın bir gece gibi başlamıştı. Eşim ve ben yemeğimizi yemiştik, ben yemekten sonra haberlere takılmıştım. Eşim, üç kat altımızda oturan baldızlara gitti. Ben yorgunluktan uyuyup kalmışım televizyonun karşısında..
Tugay, Sırat’ın sessizce doldurduğu bardaktaki rakıyı ellerinin titremesini engelleyemeden, gene bir solukta bitirdi. Sırat,
- İstersen anlatma, baboş. diyebildi.
- Başladık bir kere.. Dedi, Tugay. Devam etti.
- Sarsıntıya uyandım. Korktum, kımıldayamadım. Önce sadece korktum, sadece korktum.! Anlatılmaz bir şeydi, bir uğultu, bir gürültü! ! . Sen depremde neredeydin, ne kadar yaşadın bilmiyorum? . Ben cehennemin içindeydim. Sonra kendimi unuttum, karımı hatırladım. Kapıya, dışarıya koştum.Zorla açabildim kapıyı, bütün çığlıklar ve binanın çatırtıları kapının önündeydi sanki. Merdivenlerden aşağıya koşmaya başladım, birkaç basamak inmiştim ki, iki belki de üç kat aşağıda – tam hatırlamıyorum - yukarıya doğru, ve mutlaka bana doğru koşan karımı gördüm. Dışarıya doğru koşacağına, bana doğru koşuyordu, yukarı doğru..
Sesi iyice titremeye başladı Tugay’ın..Dolan gözlerini, elinin tersiyle sildi, sonra koyuverdi kendini, ağlamağa başladı.Ağladı, ağladı. Sırat; şaşkın, ürkek, kederli. Aklına sadece, Tugay’ın boşalan bardağına rakı doldurmak geldi.
- Sonra... Dedi, Tugay.
- Sonra, bağırdım. Avazım çıktığı kadar bağırdım. Aşağıya koş, dışarıya koş diye çılgın gibi bağırdım. Karım, bir an gözlerimin içine şaşkın bakıp geri döndü, aşağıya, dışarıya doğru merdivenlerden inmeye başladı.Sanıyorum, birinci kata kadar inmeyi de başarmıştı. İşte en büyük gürültü o zaman koptu, bina çöktü. Benim bulunduğum kata kadar çöktü, alt katların üzerine oturdu kaldı. Uzatmayayım, Sırat.Toz, duman ve ölümcül karanlık üzerime çöktüğü zaman ben hala yaşıyordum.Yaralıydım ama yaşıyordum..Karım ölmüştü..Ve karımı ben öldürmüştüm, anlıyor musun, Sırat? ..Ben, Onu geri döndürmeseydim, O bana doğru koşup benim bulunduğum kata ulaşabilir ve kurtulabilirdi.Anlıyorsun değil mi.? İşin özü, Sırat, işin özü bu işte. O gün, bu gün, hiç kimsenin işine karışmıyorum, karışmak istemiyorum.. Anladın mı şimdi, Sırat? ...
Sırat usulca kalktı, Tugay’a sıkıca sarıldı.
Bir süre birlikte ağladılar. Sonra, Sırat:
- Kendi öz kararımla, memlekete gitmiyorum, baboş.. Dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.