- 659 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
'brief crossing'
Buzdolabı motorunun sesi bir yandan, aslında kompresör de olabilir. Makine mühendisliği başta olmak üzere diğer tüm mühendisliklerin de şu an canı cehenneme. Bir şey fısıldıyor, ‘dışarıya koyacağın su yarım saate kalmaz donar, buzdolabı mı vardı eskiden’ diyor. Fısıltılar, konuşmalar, genç bayan konuşmaları kahkahalarla karışık kulağıma geliyor. Dünyanın en güzel icadı şu an kulaklık bence. O kulaklığı taktıktan sonra dışarıdan gelen istemediğin sesleri duymuyorsun. Tabi, illa müzik dinlemek de gerekmiyor, kulak tıkacı da işe yarayabilirdi ama kulağım kaşınıyor, ikide bir kulak mememi yerçekimine uygun bir şekilde aşağıya çekiyorum. Kazan dairesiyle su deposu arasındaki duvara yaslanmış bir şekilde, ağzımdan çıkardığım sakızı parmaklarım arasında dolaştırıyorum. Sıra burnumda. Burnumun içi kaşınıyor. Burun boşluklarımda yapışkan sıvıyı hissediyorum. Su az olduğundan dolayı iplik gibi uzamıyor sümük. Biyoloji öğretmeni gri önlüğünü giymiş, sümüğü anlatıyor:’ Arkadaşlar, sümük dediğimiz melet olmasaydı, burnumuzun sürekli var olan temizliği sağlanamazdı. Sümüğü otel odalarını temizleyen çalışanlar gibi düşünün. Onlar olmasa, önceki müşterinin başının altına koyduğu yastığı siz de başınızı koymak ister miydiniz?’ Muzip bir arkadaş ayağa kalkmadan, ‘tabi hocam, leylekler de pisleyebilir’ diye espri yapıyor. İlk başta sınıfın erkekleri bu espriyi pratik zekâlarıyla tartıp, düşünüyorlar. Kızlardan birkaçı ani bir gülüş atıyorlar. Düşük de sayılabilir. Sahi, yaratıcının eklediği birkaç fiziksel özellik sayesinde gittikçe daha arzu edilecek hale gelecekler. Ah kızlar, birini es geçmemem lazım. Benim de çocuklarıma anlatacak hikâyem var. Bir kızım olursa ona ney çalmayı değil, öncelikle babasına korkularından bahsetmesini isteyeceğim. Sonra bana kızım şöyle diyecek:’ Çok üzülmüşsündür değil mi baba?’ Evet yavrum, gençlik işte, hevesler peşinde koşturuyor insan ama sonra akıllanıyor. ‘Demek sınıfta hiç sevmediğin, kavgalı olduğun çocukla, sevdiğin kız evleniyor, öyle mi babam?’ Evet kızım dedim ya, niye tekrarlıyorsun? ‘Peki, annemle severek mi evlendin baba?’ Çocuklar neden böyle zor sorular sorarlar ki?’Biyoloji öğretmeni özel terimlerle konuyu hızla geçmek istiyor. ‘Sümük içerisinde bulunan epitelyum hücreler, bu hücreler çocuklar dna bile içerirler. Dışarıdan aldığımız mikroplar, tozlar ve elbette su sümüğün önemli kısmını oluşturur. Balgam da sümüğün bir türevidir.’ Bir gün kantinde sıkıştırıp, biyoloji öğretmenine ‘hocam, koyunlarda adet geçirir mi’ sorusunu sorduğumu hatırlıyorum. Muzip biri değilim, ara sıra gereksizliklerim olur. Burnumdan sümüğü çıkarıp, sakızla birleştirmem gibi. Kalorifer dairesine yakın bir yerde, tozlar içerisinde, burnun içinden çıkan sümüğün siyah olması korkunç bir şey. Eskiden bodruma kömür taşırken böyle sümüklerim olurdu. İlk defa bir sakızla sümüğü birbirine karıştırıyorum. İkisinin de dünyayla alakası pek yok zaten, yaptığım eziyet sınırlı kalabilir.
Bazen sıkıldığım oluyor. Karşıdan gelen insanlar arasında mutlaka güzel olarak nitelendirdiğim insanlar çıkıyor. Bay, bayan fark etmiyor. Arada bayan olanlarını gözüme kestiriyorum. Burası ilginç bir yer. Konuşurken çıkardığı ses tonundan ve şivesinden nereli olduğunu anlayabiliyorsun. Kürtçe bilmen gerekmiyor. Birkaç kelime bilsen yeterli zannımca; benden büyüklere ‘halo’ diye sesleniyorum mesela. ‘Eri’ dememe gerek yok, ‘he’ demekten kim incinmiş şimdiye kadar? Teşekkür ederim yerine ‘sağ ol kurban, Allah razı olsun.’ Biri bir şey anlatınca, söyledikleri çok hoşuna giderse yine ‘Allah razı olsun senden, oy, her biji’ demek yeterli. En büyük problem insanın kendisinde her zaman, bu söylediklerimi sümüğün iyice sakıza karıştığını görünce düşündüm de, saçmalıyorum. Botlarımı temizlemem lazım. Boyacı çocuk, ‘abi, ne olur boyayım’ diyor. Para verip, ‘al boyamış gibi olsun, botlarımı çıkarmayayım’ desem de, kabul etmiyor. İlla boyayacak. Güzel de boyamıyor. Ünlü caddede bir aralar Bursa’nın en büyük boyacı sandığı yanında oturup, fanatik okuduğum günleri de unutmuyorum. Havalar biraz üşüsün, soğuk olsun yazlık montlar ‘gel abi, gel, şemsiyeler iki buçuk milyon, atkılar, takım atkıları beş milyon, gel be abi, gel’ zamanları gelirdi. Aynı sigarayı üç arkadaş içerdi yeri geldi mi, bir de parasız olsa da insan, yürürdü. Otobüs yirmi dakikada varıyorsa mahalleye, yürümek en az kırk dakika sürüyordu. Kâğıt biletleri koparan büfecinin elleri mürekkep lekeli olurdu. Yeşil renkli tabelası olan birahaneye bakar hüzünlenirdim. Arkadaş soruyordu ‘hiç mi içmedin yani, içmedin mi içki?’ Kafamı sallarken, ‘vay be, ilginç’ diyordu. ‘Her şeyi geçtim Müco’ diyordum, ‘ben içsem alkolik olurdum.’ ‘Niye’ derken meraksızdı. ‘Dengesizin tekiyim ben, zaten artık asitli sodayı bile zor içiyorum. Mide, bağırsak bozuyor insanı, sindirim sistemi önemli biliyor musun, kana karışıyor besinler’ diyordum. Müco ile yaptığımız gereksiz sohbet devam ediyordu. Müco orospu hatırasını anlatıyordu. ‘Haci, biz dört arkadaş çektik kafaları tamam mı? Arabanın içindeyiz. Ulan dedik, bir halt yiyelim, öyle bir halt ki, gülmekten altımıza işeyelim.’ Arkadaşın tekinde olan orospunun birinin numarasını çeviriyorlar tuşlu telefonda. Kadına buluşacakları yeri söylüyorlar. Yarım saat geçtikten sonra orospu, omzunda çantası, sallanarak bayır aşağı geliyor. Müco ve arkadaşları arabadan çıkıp, orospuya el işareti yapıyorlar. Hep beraber bankların olduğu bir yere yürüyorlar. Orospu arkada, bunlar önde, neyse banklara oturunca, müco başlıyor konuşmaya:’ Nasılsın güzelim, iyi misin?’ Zavallı kadın, daha genç ama eti benzi kaymış, dağılmış. Erkeklerin pis arzusuna mahvolmuş hayatı. Neyse, kadına dedim, Perşembe günü buluşalım mı? Şaşırdı önce, sonra olur dedi. Mekân sorunu var biz de, sen de olur mu diye sorunca, önce mırın kırın etse de, tamam ayarlarım dedi. Fakat sonra biz üçümüz seninle yapacağız deyince, üçümüze birden bakıp ‘sorun değil, olur, parasını verinde’ dedi. Diğer, dördüncü arkadaş bacaksızın biriydi. ‘Ben niye gelmiyorum ya’ dedi. Kafa da güzel ya ‘sus lan’ dedim. Orospuya bizden haber gelmesini beklemesini, Perşembe günü buluşacağımızı söyledim. Yüz milyon istedi adam başı, indirim filana da gelmedi. Sonra neyse, kadına ‘iyi et filan ye, güçsüz kalma, Perşembe günü üç kişi seninle olacak, zorlanırsın’ dedim. Tam biz ayrılalım derken, bacaksız orospuya ‘seni öpebilir miyim’ dedi. Kadın gülümsedi, ‘olur’ dedi. Bir güzel ağzından öptükten sonra, gittik bindik arabaya. Bacaksıza ‘ulan ne diye orospuyu öptün ağzından’ dedim. ‘Abi, kadın mı görüyoruz sanki, canım çok çekti, bir öpeyim dedim, çok mu yani’ dedi. Üstüne ‘buluşursanız ne olur beni de götürün’ deyince, Yakup, Selami ve ben kahkaha attık. ‘Ulan bacaksız, kafan senin yine gitti. Evli barklı adamım lan, eğleniyoruz işte, benim karıda da aynı şey var, bunda da, ne gerek var orospuya filan’ dedim.
Duvarın rengini tam olarak algılayamıyordum. Başım dönüyordu. Ağır bir koku yavaş yavaş bulunduğum yere yayılırken, parmaklarım arasında dolaştırdım sümüklü sakızdan bir an önce kurtulmak istedim. Köşede tozlu sandalyenin üzerinde oturup, başımın dönmesinin geçmesini bekledim. Birkaç gündür su yüzünden ishal olmuştum. İshal baş dönmesi yapabilirdi. Böyle çıkarım yapmakta benim gibi budalaların işiydi ayrıca. Bir ses geldi. Yiteceğini unutan insanlar arasında kapılar sertçe açılıp kapanırken, kaymakamlık odasından çıkan ellili yaşlarda, beyaz tülbentli bir kadınla, onun güzeller güzeli kızı aklıma geldi. Kaymakamları devlet düşmanı, valiyi ortadan kaldıracak düşman olarak görür, bu yüzden kaymakam dükkanının tamamen kapanmasını isterdim. Derih adında biriydi sanırım, ‘abe’ dedi, ‘takma kafana bu kadar böyle meseleleri. Kaymakam ilçenin devletidir abe, ona karşı gelinmez.’ Suratına bakınca, sinirlendiğimi anladı. Derih temiz çocuktu, aşağıdaki mahallede bulunan camide müezzinlik yapıyordu ara sıra. Sesi güzeldi. Bazen imam ona ezan okutuyordu. O ezan okuyunca, namazı kılıp, üzerine de vakıayı okuyayım diyordum. Genelde akşam ezanını okurdu Derih. Abdesti aldığımız çeşmelere takılı elektrikli şofben bozulduğundan, soğuk suyla abdest alıyorduk ama sorun değildi. Yalnız bir insanın sıcak, soğuk meselelerine pek takılmaması gerekiyor. Sonra aklına olur olmaz zamanlarda, arkadan sokulup, sarılıp ısındığı birini hayal edesi geliyor.
Paranın hiç kıymeti yok. Borçlar henüz bükemese de belimi, vergi dairesini yavaş yavaş görüyorum. Gereksiz tebligatlar sonucu beni de heyecanlandırıyorlar. Oysa daha gencim, yaşayacağım ben, hayallerim var; kredi çekip ev alacağım, kira da oturmaktan usandım. Belki de İslami olarak iş yaptığını söyleyen şirketin araba gününe girerim. Başlangıçta verilecek bin beş yüz lira civarı sisteme giriş ücreti faizsiz bir dayanışma olabilir ama ya sonra, birkaç gün boyunca paraların onların hesabında kalması nasıl sonuçlar doğuruyor ki? Yıllık olarak bu hesaplamalar sonucu bir milyon liranın on bin liraya yakın faizi olurken, günlük faiz ne kadar işleyebilirdi ki? Beş günlük faizi bin lirayı geçebilir diyorlar. Hiç yoktan beş bin lira kar elde etmekte güzel değil mi? Sümüğü burnunun köşesinde yapışmış, mavi kot ceketli adam ‘abi, devleti yönetenler abi, çok acımasız abi, biz vergi veriyoz, sonra onu bize çalışarak geri veriyor, kim hırsız hırlı, kim çete anlamadım abi’ derken, ‘benim sümüğüm siyahtı be, bununki saydam, ne güzel’ diye iç geçirdim.
Sürtük gelmiş, duvara yaslanmış, kabarık saçlarıyla etrafa poz veriyordu ama etrafta benden başka kimse yoktu. Benimle ilgili değildi. Az önce sandalye üzerinde oturuyordum Oysa bir an nasıl oldu da bu mendebur suratlı kadınla aynı yerde olduğumuza şaşırdım. Masada duran kitabıma elini attı. ‘Barış, bunu kim okuyor’ dedi. Barış ‘abla bilmem, sabah yoktu, bilmiyorum kim koydu’ dedi. Doğru söylüyordu, onun böyle pis kitaplar okuyan bir arkadaşı olamazdı. Sürtük kitabı kaldırdı, Barış’ta sürtüğe çanak tutuyordu. Krem rengi, dizlerine kadar uzanan garip bir kazak giyiyordu. Kazağın garipliği, ön taraftan dize kadar uzasa da, arka taraftan popo kısmı dışarıda kalıyordu. Zaten saklayacak bir şeyi olmadığını kendisi de biliyordu. Botları da dizlerine kadar gelebilirdi ama hiç çekici bir bot değildi. Ayakkabıcı bu botu sürtüğe keklerken, nasıl mutlu olmuştur kim bilir! Süit ayakkabılara benziyor. Şu andan itibaren ben de devlete düşmanım demiyorum, ben önceden de devletin ağır kokusunu kaldıramıyordum. Sürtük kitabı eline almıştı. Dünyaya gelmiş arzu dışı bir döl olarak bakıyordu kitaba. Yüzündeki somurtan ifade ruhunun çirkinliğini de ortaya koyuyordu. Barış’a bir şeyler diyecektim sürtük çekip gittikten sonra ama bir türlü kitabı bırakmıyordu. Kitabı, aldığı yere bırakması gerekiyordu. Bu konularda hassas olduğumu bilmediğini biliyordum yoksa o kitabı dürüp, ağzına sokardım. Daracık ağzını zorla genişletirken dudakları çatlar, çenesine Linda Lovelace gibi bir hayalet ağrı çökerdi. Bir türlü orgazm olamazdı normal yollardan ama o dürülmüş, kırk sayfalık kitap ağzında onu rahatsız ederken tatmin olabilirdi. Sonra Necla’nın gençliğine benzettiğim kadın da sürtüğün yanına gelince, bir an ferahladım. Hafif sarışınlığı harici, boylu poslu, sürtük gibi çirkin bir ifadeyle etrafa bakmayan, yorgun da olsa hayattan alabilecek zevkleri olduğuna inanabilecek biri gibi duruyordu. Adı konusunda yanılıyordum. Şahinaz, Şengül, Şenpare, Şekerlik, Şekerdan, Şehriyar… Ş ile başlayan bir ismi vardı, Şule olduğunu sonradan öğrendim ama o ş’nin tınlanmasını bir yerden anımsıyordum. Sürtüğün elindeki kitaba bakıp ‘a, bu kitabın burada ne işi var’ derken, sürtük hiç vakit kaybetmeksizin ‘hangi embesil okuyorsa bunu canım ya’ dedi. Şule’nin şaşırması kızgınlığa dönüşünce, meseleyi anladım. Şule’de sürtüğün elinde tuttuğu kitabı zevkle okumuş ve çok da beğenmişti. Hiçbir şey söylemeden elindeki dosyayı sabah deodorant sürmediği koltuk altına sıkıştırıp mekânı terk etti.
Bazı yerlerin çıkış kapısı açık olmasına rağmen gidemezsin. Yemin eden elleriyle koltuğun köşesinde oturuyor. Televizyon izlediği yok. Aradığı bir şeyler var belli. Günlerdir yağmayan kar şiddetli bir şekilde yağmaya başlıyor. Üç adam, üçü de başlarını merakla bir şeye bakıyorlar; karın yağışına. Dışarıdayım. Bu içtiğim kaçıncı sigara, birileri illa ki konuşmalı zaten ‘çok içiyorsun.’ Kolumdan tutup götürseler, bu kadar aciz hissetmezdim. Güvenlik kamerasının altındayım. Kırmızı, dairesel hatta her şey yeniden başlıyor. Arto Tunçboyacıyan dinlerken Beyoğlu öyküleri aklıma gelir. Kendime söz vermedim elbette ama kalacak bir yer bulana kadar öykü yazmamam gerektiğini biliyordum. Sonra ben kontağı kapatmışken ülkece tekrar bir histeri krizi geçirdiğimizi okudum bir yerlerden. O bir yerleri hep severim. Kimin olduğu önemli değil ama insanın yıllarca değiştiremediği huylar da oluyor. Horlamak örneğin, bir huydur bence. Yalnızlığa karşı geliştirilmiş, otomatik bir gürültüdür. Nasıl egzozlar içinde aynısı geçerliyse, dudaklar içinde bir susturucu gereklidir. En gerekli ilhamlar da tuvalette gelir. Yalnız bu aralar ıstırabım büyük. Alafranga tuvaleti lavabodaki fayans kaplı kolona o kadar yakın yapmışlar ki, benim şişman bacaklarım bir türlü düzgünce oturmama müsaade etmiyor. Böyle olunca rahatlayamıyorum bir türlü. Namaz kılarken de şeytan insanın aklına çok şey getirir derlerdi de, bazı integral sorularını namazda çözdüğümü bilirim. Fakat tuvalet önemli, tuvaletin olduğu yer daha da önemli. O markası bir türlü üzerinden çıkmak bilmeyen tuvalet fırçası temiz olmalı ayrıca. Her gün olmasa da, iki günde bir klozetin kapakları, etrafı yıkanmalı. Soğuktan korunmak için mağaralarda yaşayan insanlardan, artık şehirler kurup, çok katlı apartmanlar yapabilen insanlar olduk. Herkesin dairesinde tuvaleti, çeşmesi var. Nasıl olur da şartlar iyileşmesine rağmen, insanlar zamanla daha fazla kirleniyorlar?
Sürtüğün yüzünü görünce hayattan soğuyorum. Her gün aynı kazağı giymeye devam ediyor. Bu tüm hafta içi de olabilir. Kot pantolona ayrı bir paragraf açmak gerekiyor ki, yeni bir sakız atıyorum ağzıma. Soluklanmak için bir ağaç gövdesi gerekiyor ama kanepe de işe yarayabilir. Sandalyeleri sevmiyorum. Yerçekimine aykırı buluyorum. Dört ayak bir insanın götünü havada tutuyor ve sen bundan zevk alıyorsun. Sevişmeden önce çiftlerden birinin ‘seni havalara uçuracağım’ demesi gibi. İki metre boyunda, iri kıyım bir adam elbette bir altmış boyunda, elli kiloluk bir kadını rahatça havaya kaldırabilir. Her şeyi dün ölmüş gibi hatırlıyorum. Herkes ölünce, insan yalnız kalmaz. Bu teorinin peşinden İtalya’lara kadar giden komünist, pos bıyıklı oportünistlerin de sonunu kapitalizm getirmişti. Kot pantolonun amacı ilk üretildiğinden gerçekten çok farklıydı. Amacı dışı kullanılmaya başlayan her şey buna dahil edilebilir. Sabah yüzümü yıkamadan dışarı çıktım. Sürtüğü görünce depoladığım enerjim ani bir düşüşe maruz kalıyor. Somurtuyor. Öyle somurtarak yürüyor ki, üzerime doğru yürüdüğümü düşünüp, kapının arkasına saklanıyorum. Kimse onun neden böyle yürüdüğünü sorgulamıyor. Radyodan haftasonları lig maçını takip eden Burhan’ın hiçbir şey umurunda değil gibi. Her sabah poğaça, simit aldığı mekan sahibi bir doksan boylarında, top sakallı, kemikli bir adam. Poğaçaları dikdörtgen tepsiden alırken maşayı kullanıyor. Bazıları eldiven giyer ama onun eli büyüklüğünde üretilmiş bir eldiven daha piyasada bulunamadı. Çayını alıyor, simidini ısırırken masasının üzerine simitteki susamları düşürüyor. Klavyenin içinde bilim dünyasının henüz bulamadığı türde organizmaların yaşadığına inanması gerek ki, umurunda değil. Aydın’a dönünce mutlu olacak. Didim’deki evini üç yüz liraya kiraya verdiği için kendisine ikide bir aptal diyor. Bunun için aptal olmasına gerek yok, zaten aptalın teki. Sürtük arada yürürken kapının menteşeye yakın, siyah kauçuktan yapıştırılmış, dolapla arasındaki mesafeye sürtünmeden geçiyor. Buraya sürtünmesi gerektiğini bilmiyor. Zaten yüz ifadesi hayattan pek de zevk almadığının göstergesi. Tuhaf bir şey var, etrafında hendeklerin kapanmak bilmez aymazlığı ve yolun sonunda günün ağırlaştırdığı bir beden. Acımasızca yol alan, bir metre büyüklüğünde tekerlerin kombinasyonundan şimdiye kadar insanların aldığı olumlu bir rapor yok. Gülen yüzüyle, acımasızlığa dem vuran sahici bir yüz kalorifer peteği arkasına yapılmış kirecin kokmasını sağlıyor. O boyamış buraları. Bu duvarları, bu insanların yüzlerini ve daha pek çok şeyi.
Bütün gün yorulmuş bir kadın. Eve gelince üzerini değiştirip, elini yüzünü yıkayıp yatağa kendini atmış. Eşi eve geç gelecek. Eve geleceği saatte eşini yatakta uyuyor olarak bulacak. Usulca çoraplarını çıkarıyor. Kombinin derecesini eşi iyileşsin diye erkenden yükseltiyor. Elini yüzünü ayaklarını yıkıyor. Atletini de çıkarıp çamaşır sepetine atıyor. Hâlbuki o sepet renkliler için. Usulca yatağa yaklaşıyor. Aslında çok aç ama eşi yorgun ve rahatsız. Eliyle eşinin alnına dokunuyor. Hafif bir ateş var. Midesi gurulduyor. Eşi geceliğini giymiş. Senkron: yüzünü sırtına yaslıyor. Şimdi bu kadar yakınımda duran yüzden bahsediyordum. Ameliyat masasının iki kat aşağısında, sigara içilen bir yerde bir çocuk ‘abe, telefonunu, telefon, telefonunu kullanabilir miyem’ diyor. Birisini arayacaklar ve bu onlar için önemli. Aradıkları her kimse hem kendisi hem de annesi ‘hocam’ diyorlar. Telefon görüşmesi bittikten sonra kadın bana jandarmayı tarif etmemi söylüyor. Jandarma karakolunun nerede olduğunu bilmiyorum. O bakışlarında, yardım isteyen duruş yok mu, tiksiniyorum kendi acizliğimden. İnsanların insanlara olan muhtaçlığından. ‘Kardeşim beni öldürecek, ben imam nikahlıyım, iki çocuğum var, ablama telefon açıp söylemem lazım, ben ölürsem bu iki yavruya o baksın, şimdi amca çocuğumun yanındayım, yakında kardeşim beni bulacak ve beni öldürecek; Şırnak’tan kaçtım, Patnos’a gideceğim.’ Ağır kapı bir türlü kapanmıyor. Telefonun ekranındaki yağlar muhtemelen nemlendirici yüzünden ve pencerenin mermerinde biriken tozları ayaklarımdaki botlarla alıyorum. Uzanabilsem yanan ampulü tutacağım. Gündüzleri bizi şaşırtan o koca ampul kafamı karıştırıyor.
Akşam olunca beni konuşturuyorlar. Neden olmasın, konuşabilirim de, gidecek yerim olmadığı sürece. Yığınla incelik gerektiren meselelerde farklı davranmamın sebebini araştırmaya gerek yok.
Bu arada klasörler, iri kıyım klasörler düşüverirken, sürtük yere kapaklanıyor. Birkaçı yüzüne çarpıyor. Kolunu incitiyor. Acı çekerken daha katlanılmaz bakıyor. Acı çekmenin de bir estetiği var diyorum. Kapı açılıyor. İçeri acil yardım ekibi giriyor. Kimse onu yerden kaldırmak istemiyor. Leğenin içerisinde biriken renkli iç çamaşırlar gibi cümbüş vaktine az bir süre var. Kırmızı külotunu en başa seriyor. Sonra siyah, mor, beyaz, krem, mavi diyerek devam ediyor ipe asmaya. İpin rengi sarı, saçaklarda birbiri üzerine kayan su damlacıkları, keskin gözüken buz parçacıkları var oluyor. Yaratıcının bu saçaklardan haberi var mıdır, yoksa bunları da o mu yaptırmıştır? Akşam ezanı okunuyor. Ezan okunmadan önce, müftülük binasına doğru inerken camekanı renkli bir pastanenin çıplak kapı camının arkasında kırmızı kazaklı, uzun boylu, saçları elindeki süpürgeye benzer genç bir kız iki büklüm olmuş, etrafı süpürüyordu. Botlarımı çıkardıktan sonra, kenarlarında kalan buz parçacıklarını demir ızgaraya doğru vururken, sol ayağımın içine girdiği botun tabanındaki sakız dikkatimi çekti. Sakızı zor da olsa tabandan çıkarınca, benim kalorifer dairesinde parmaklarıma oynadığım, kendi çiğnediğim sakız olduğunu fark ettim. Ortasındaki siyah parça hala duruyordu. Günlerdir giydiğim botun tekinde, sümüklü sakız yapışmış bir halde yürüyordum. Abdest alırken fazladan z peçeteden kopardığım parçayı çıkarıp, sakızı içine koyup, botu ayakkabılığa koydum. Derih içeride oturmuş, rahle üzerine koyduğu ilmihale bakınıyordu. Selam verip, saati gösterince, ‘abi, vakit değil mi, iyi ki hatırlattın dalmışım’ diyerek rahleyi üzerindeki kitapla kitaplığın yanına koyup, koşar adımlarla abdesti tazelemeye gidince, ikinci safın en solunda, sırtımı peteğe yaslayarak oturdum. Namaz kıldıktan sonra, imam da cemaatle beraber camiden çıkınca, Derih ile oturup, vakıa’yı okumaya başladık. Bu sefer o okuyor, ben dinliyordum. Bir yandan da paltomun sol cebindeki peçete içerisindeki sümüklü sakızı dokunuyordum.
Camiden dışarı çıkarken, brève traversée filmi aklıma gelmişti. Sürtüğe doktor on gün rapor vermişti. Paketteki son sigarayı sigara alacağım bakkala kadar içmeden elimde tutarken, kişisel olarak bir geceye daha yaklaşıyor, sadakaya bırakılmış ellerimi düşünüyordum.
YORUMLAR
güzel ve yetişmiş bir sümük ortalama 25-30 yıl yalakalık yapabilir.
şimdi bana hikaye kapıcılar kıralını hatırlattı nasıl dersen metafor bakışla orda kapıcı şehre göç eden halk ilk kattaki memur fakir olan halka en yakın olan sonra kat yükseldikçe banka asker mafya siyasetçisi terörcüsü çetesi ve en üstte oturan kodaman tefeci neyse burda da verdiğin her kısa karaktere birşey bağlayabiliriz solunan havaya göre sümüğün renk değişimide önemli tabiki
sürtükten önceki oruspu ile dalga geçme kısmını sevdim. bu kısım şuna benziyor prezervatifle sevişince zina sayılmaz gibi bişey işine göre yorum kötülük kötülüktür kimsenin bir oruspuyu yargılama hakkı yok. orda o kadını öpmek isteyen yeni yetmede aslinda içimizdeki cinsel açlığın yönelimi.
sürtük ise yeni yeni oluşan ve hiçbirşeyi beğenmeyip kendini dünyanın merkezinde zannedenler yarı köylü yarı kentli yahut ikiside değil.
Şulede bu kısımdan aslında tabiki kültürel eğitimle sosyal sınıfı değişen biri.
Bursa güzel şehir niyeyse çok severim orayı ama çok kirlenmiş ne zamandır.
tekrar sümüğe dönüyorum aslında hikâyenin merkezi sümük. hijyen dediğin şey önemli ama sümük yemeyen çocuk çocuk değildir. şimdiki pastiller antibakteriyel sabunlar şunlar bunlar bizi korumuyor aksine zarar veriyor.
doğal seleksiyon. Penisiline direnç geliştiren bakteriler gibi.
https://www.youtube.com/watch?v=PXMP__jeJzM
güzel ve yetişmiş bir sümük ortalama 25-30 yıl yalakalık yapabilir.
şimdi bana hikaye kapıcılar kıralını hatırlattı nasıl dersen metafor bakışla orda kapıcı şehre göç eden halk ilk kattaki memur fakir olan halka en yakın olan sonra kat yükseldikçe banka asker mafya siyasetçisi terörcüsü çetesi ve en üstte oturan kodaman tefeci neyse burda da verdiğin her kısa karaktere birşey bağlayabiliriz solunan havaya göre sümüğün renk değişimide önemli tabiki
sürtükten önceki oruspu ile dalga geçme kısmını sevdim. bu kısım şuna benziyor prezervatifle sevişince zina sayılmaz gibi bişey işine göre yorum kötülük kötülüktür kimsenin bir oruspuyu yargılama hakkı yok. orda o kadını öpmek isteyen yeni yetmede aslinda içimizdeki cinsel açlığın yönelimi.
sürtük ise yeni yeni oluşan ve hiçbirşeyi beğenmeyip kendini dünyanın merkezinde zannedenler yarı köylü yarı kentli yahut ikiside değil.
Şulede bu kısımdan aslında tabiki kültürel eğitimle sosyal sınıfı değişen biri.
Bursa güzel şehir niyeyse çok severim orayı ama çok kirlenmiş ne zamandır.
tekrar sümüğe dönüyorum aslında hikâyenin merkezi sümük. hijyen dediğin şey önemli ama sümük yemeyen çocuk çocuk değildir. şimdiki pastiller antibakteriyel sabunlar şunlar bunlar bizi korumuyor aksine zarar veriyor.
doğal seleksiyon. Penisiline direnç geliştiren bakteriler gibi.
https://www.youtube.com/watch?v=PXMP__jeJzM
HakkınSesi
bir de o sümüğü saklama muhabbeti var ki, daha iğrençleşmek istemedim, çocukken televizyonun arkasındaki duvar anlatsın kendini. ama hiçbiri yalakalık etmek için doğmadı. inşallah da öyle ölür onların sahibi.
yazacak çok şey vardı sanki de, şarkıyı açmıştım. kaydım gittim, kendimi paslı kaydırağın zemininden toprakta buldum.
...and hygiene for all.
hijyensizlik, bazen ayakkabıda siyah bir nokta. bazen bir sürtükte kol incinmesi.
ayrıca "kim okuyor bunu" da ne hijyenden uzak bir laftır. Bir zamanlar, birisinin ta Avustralya'dan kendisini ziyarete gelen torununun kitabını sobaya atması, yakın bir akrabam tarafından engellenmiş, kitap bana getirilmişti. Yakmaya çalıştığı kitap da Ferhan Şensoy'un Gündeste isimli kitabı. O kitap da bende 2 sene kaldıktan sonra, bir abiye yalakalık olsun diye, ev arkadaşım tarafından verilmişti. bak, nerden neyi hatırladım. şimdi gel de ağzını hijyenik tut.
HakkınSesi
ağzı hijyen tutmak; ne acayip bir uygulama. artık çağ değişti, şimdi kelimeler de değişti, hatta aplikasyon filan olsun. en sevdiğim aplikasyon bozuk ses tuşlarından dolayı telefonun sesini düzenleyen şeyimsi.
bahsi geçen kitabı sahafçılarda görürdüm, adam tiyatrocudur, ahlaksızın tekidir diye uzak dururdum. çocuk aklı işte. ya aklın hijyeni? ama ağız önemli. cidden. güzel bir şey buldun.
İlk başta, öykünün başlığına pek anlam veremediğimi itiraf etmeliyim. Öykünün değişen olaylarının arasında değişmez saplantıları; sümüklü sakız ve sürtük... Onların etrafında olmasa da, onlarla bağlantı kurmaya çalıştığım olaylar.
Finalde “brève traverse” filminin ismi geçince bir bismillah çekiyorum. Ha, başlık şimdi anlaşıldı. Ne garip, göndermelerle bağlantın olunca bir başka oluyor öykülere bakışın. Bu filmi, Rusça olarak seyrettiğimi hatırlıyorum.
Uzakta, puslu bir camın arkasında kalmış sahneler gözümün önüne gelirken, aklım da kendinde kalan kırıntıları birleştiriyor hızla. 18 altı, ben de bir Fransız’dan çok Bedevi olduğu fikri uyandırmış gençle 30’larındaki kadının karşılaşması. Sihirbazın sahne aldığı sahnede çocuk kadının elini tuttuğunda, kadın, göstermediği heyecanıyla sahneye bakıyordu. Yalan tabii. Tüm dikkati elindeydi oysa. Sürtük, demiş miydim? Hatırlamıyorum.
Ha, bir de çocuk devamlı cigara tellendiriyordu. Delikanlı ya... Bir de kadınla dansı vardı ki eğer Amerikalı bir yargıç seyretse kadını, “gençleri ayartmaktan” yargılamaktan vaz geçebilirdi belki.
Filmin finalini hatırladım. Kadına bir sürtük, deme borcum kalmış meğer. Kadın soğuk bir yüz ifadesiyle arkada küçük çocuğunun olduğu arabada kocasının yanına binerken esas oğlan ağlıyordu zira.
Sağlıcakla,
HakkınSesi
öykü değildi aslında bu. hafif bir kızgınlık sonucu ortaya çıkmıştı. sürtük denen kadına olan kızgınlık. ciddi mana da somurtan oluşu insanın yaşam enerjini mahveden cinsten.
hayatta insanın kendi dışında etmenleri olunca, tam her şeyi düzene oturtuyorum dediği an, bakıyor ki rahatlığı zahmete dönüşüyor. ahmet altan'ın bir denemesinde gençliğinde daktiloyla yazdığı odayı tasvir ediyordu. o oda demirbaşı olmalı insanın. bir türlü olmuyor, olmayınca da, düşünceler de, akılda olanlar da yoğrulmuyor tam.
teşekkür ederim :) sağlıcakla.