- 684 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GERİSİ HİKAYE
-Ben daha ölmedim, diye bağırıyordu yaşlı adam o kadar insanın içinde bir Pazartesi günü pazar yerinde.
Küçük simitçinin, koltuğu altındaki simit tepsisi içindeki simitlerin hepsini birden avuçlayıp sol eliyle başını okşadı.
-Benim karnım tok, diyenlere de simitleri dağıtırken:
-Benden, dedi. Afiyet olsun.
Simit dağıtımı sona erince, yaşlı adam ağır hareketlerle elini cebine sokup cüzdanını çıkardı. Beş liralık banknot çıkarıp, çocuğa verdi. Çocuk pazar yerine gelene dek, zaten hiç simit satamamış, sessiz bir şekilde pazar içinde dolaşmıştı. Diğer simit satan çocuklar gibi bağıramıyor, bu işte acemi olduğu her halinden belli oluyordu. Diğer simit satan çocuklar öyle bir bağırıyorlardı ki:
-Simit var! Sıcak simit var, elini yakıyor, diye.
Pazarda simit almak istemeyenler bile alırdı yanından bir an önce gitmesini istediği için ama simit satan çocuklar yine de kalabalık içinde azarlanma pahasına olsa bile, simit satmaya devam etmek için, bağırmaktan vazgeçmez, pazar tezgahları arasında gezinerek bitirirdi, tepsideki simitlerin çoğunu. Bu çocuk sessiz olduğu gibi, biraz çekingendi. Yaşlı adam iyice öfkelenmişti. Bu belli oluyordu her halinden. Başındaki eski kasketini fırlatıp attı karpuz sergisi üzerindeki, karpuzlardan birinin üstüne. Sonra bir domates kasası üzerine oturdu.
Pazara gelen köylülerin hemen hepsi, hayal kurardı öğle vakti yaklaşırken karnı acıktığı için.
-Pazar bitsin helvacı Sağır’a gidelim. Sıcak pazar ekmeği yanında az tahin karıştırılan köpük helvası yeme de yanında yat, deyip dört gözle pazar bitsin diye beklerken, yaşlı adam tüm ümitleri suya düşmüş bir halde simitleri dağıtmıştı.
Pazara gelen köylülerin, meraklı bakışları altında, sergisinin arkasında bir domates kasası üzerine oturan adam, simitçiyi kucağına aldı. Kendisine de ayırmıştı bir simit. Onu ortadan kopararak yarısını çocuğa verdi. Simitçi çocuk yaşlı adamın kucağında simit yerken çok mutluydu. Simit satışında diğer arkadaşları gibi başarılı değildi. Bu işleri beceremediğinin o da farkındaydı.
-Şimdi doğru eve! dedi simidini bitiren çocuğa.
Küçük çocuk yanından biraz uzaklaşınca:
-Dedem kızdı de emi! Pazar bitince sizin eve gelir baban ile konuşurum.
-Tamam dede, deyip gitti çocuk.
Sonra yanında sebze, meyve satan kadına dönen yaşlı adam:
-Benim torun, dedi. Doğduğu zaman babası askerdi. Ben her zaman bir oğlum daha olursa, adını Mehmet koyacağım der dururdum. Allah bu torunu verince adını Mehmet koyup kucağıma aldım. Yoksulluk günlerini bu torunumla atlattım. O bir teselli oldu bizlere. İstasyonda terzi Hasan Usta vardı. Benim oğlanın ustası olur kendi. Bir gün çıkıp geldi kapıma bir hacet için. Ben babamdan öyle görmüştüm. Olanaklarım nispetinde kapıma gelen birini geri çeviremem! Hasan Usta o günlerde darda kalıp, işyerini satmak için dayandı kapıma. Bizim oğlan terhis olana dek dükkan bir işe yaramazdı; ama alırsam, oğlum askerden dönünce, işi hazır olduğu için dört elle sarılır işine düşüncesiyle satın alarak, oğlanın dümenini önüne katmış olurum diye düşünmüştüm o yıllarda. Oğluma da başka işler peşine düşmesin deyip mektupla bildirmiştim. Sevinmişti, buna cevaben yazdığı mektupta anlattığı şeylere bakılırsa. Elimde avucumda ne varsa, dükkanı satın almaya Hasan Ustaya vermiştim. Bu yüzden kötü günler yaşamıştık o günlerde. Başka birine yardım etmek için çaba gösterirken kendimizi yardıma muhtaç hale getirmiştim. Üstüne üstlük, bir de 27 Mayıs devrimi yaşadık ya o sene. Demokrat Parti ocak başkanı o anda Hasan Usta. Devrim olmasaydı Bilkon Konserve Fabrikasında genel müdür olacakmış. Devrimciler soktular mı bir de dama! İşyerini de bana sattı zaten. Çoluk çocuğu perişan halde! İşyeri parasını da yemiş genel müdür olacağım diye. Epey bir süre içeride kaldı. Sonra baktılar ki, adam ilkokulu üçe kadar okumuş biri. Konserve fabrikasına genel müdür olacak niteliklere sahip birisi değil. Kandırılan zavallının biri olduğu anlaşılınca salıverildi dışarı. Usta yine kapıma dayanarak yalvarmaya başladı:
-Ali Efendi körün elinde bir değneği vardı onu da aldılar. Ben bu işi epeyce geç anladım. Ne olursa senden olur. Bana işyerimi geri ver, diyerek.
-Ağlayanın malı gülene yar olmaz! Paramı getir dükkanı geri vereyim, dedim ben de.
-Dükkan parasını genel müdür olacağım diyerek, Ankara yollarında yedim arkadaş, beş kuruşum yok. Çalışır taksitler halinde öderim, demez mi?
Araya girenleri kıramayıp senetleri cebime koyarak döndüm köye. Benim torunum o zor günlerin çocuğu. Şimdi babası, eline vermiş simit tepsisini, simit sattırıyor. Ben bir gün bile davar gütmemiş, bir ağa çocuğuyum. El alem bizim kapımız önünde doyururdu aç karnını. Zor günler bile pes ettiremedi beni şimdi mi pes edeceğim? Şükür elim kolum tutuyor, ben daha ölmedim. Çocuk dediğin çocukluğunu yaşamalı benim bildiğim. Gerisi hikaye! Önünde yaşayacağı uzun bir ömür var onun. Nasıl olsa çalışmak için çok zamanı olacaktır. Sen rahmetli Kurellerin Mustafa Beyi iyi bilirsin Çanakkale’den döndüğü gün bir bacağı yoktu; oğlu Hüseyin on altı yaşında bir delikanlı olup anasına yardım etmek istiyor doğal olarak. Hatice Gadi:
-Oğlum, demiş. Bari bi işe yara, gocaman bi adam oldun. Git bi sele saman geti de, öküzlen altına serem.
-Tamam ana! deyip gitmiş samanlığa olu Hüseyin.
Mustafa Bey eksik bacağı yanında, koltuk değneği yardımı olmadan zor yürüyor; ama saman selesini omzunda görünce oğlunun çok öfkelenmiş, tahta bacağına yük vermeden hem sekiyor, hem de koltuk değneğini karısının arkasına vurmak için sallayıp duruyordu.
Bir yandan da:
-Körpe çocuğa yüklersiniz he koca saman selesini, bir de utanmadan cevap verirsiniz, diye bağırıyordu.
Adam, çocuk yaşında savaşta bulmuş kendisini. Kendisinin doyasıya yaşayamadığı çocukluğunu oğlu yaşasın istiyordu. Onu da çok severdi mutlaka babası. Belki bir saman selesini bile vermemişti askere gidip, tüfeği sırtına alana dek. Böyle gördük büyüklerimizden. Kimse darılmasın böyle istiyoruz. Ben dört oğlan, bir kız çocuğu büyüttüğüm halde, hiç birine bir tokadım nasip olmadı; ama dur biraz. Benim Mustafa bir tokadımı yemişti.
-Niye vurdum o tokadı, der hala üzülürüm aklıma geldiği zaman.
Az kalsın, vuracaktı o sırada beni. İki tabancayla geziyorum o sıralarda. Kuşağımdan çıkarıp yanıma koymuşum namaza dururken. Bir ara odaya girdiğini fark etmiştim. Kerata seni, tabancalardan birini al sen eline, kurcalarken drang diye bir sesle namazımı bozdum. Kurşunun sesi kulağımın dibinden vız diye geçti. Namazı bozup, aldım elinden toplu tabancayı usulca bir tokat atarak, azarladım kendisini:
-Eşek oğlu eşek! Beni vuracaktın, diyerek.
Hepsi o kadar işte.
Koltuğu altındaki simit tepsisiyle sebebini anlayamadığı, bir ticaret sonrasında çocuk, dedesinin yanından ayrıldı. Bir kez bile geri dönüp bakmadı. Annesi onu bekliyordu kapılarının önünde. Komşu kadınla birlikte kaldırımı süpürmüştü biraz önce. Oğluna bağırdı, koltuğunun altında simit tepsisini boş görünce:
-Aferin oğluma! Simitlerinin hepsini satmış, öyle geliyor teyzesi, diyerek.
-Ben satmadım be! Hepsini dedem aldı. İşte bu da parası cebimde, dedi çocuk cebinden kağıt beşliği çıkartarak.
Annesi oğlunun başını okşarken:
-Deden yanlış anladı her halde? Onun için kızdı sen kötü bir şey yapmadın ki oğlum. Baban akşam eve gelince deden ile konuşsun da yanlış anlamasın, dedi annesi. Fena mı oldu ticaretin mektebi yok. Evinde oturacağına ticaret öğrensin.
-Ben simit satmam artık, dedi çocuk.
-Tamam oğlum! Arkadaşların simit satarken özendin ya. Onun için, baban zor razı oldu pazarda simit satmana. Şimdi deden babana kızar, baban da izin vermez simit satmana. Babandan zor izin almıştık. Sanki paşa şeyinden düşmüşler hepsi de!
Dede pazara getirdiği ürünlerini satarak, oğluna gelmişti. Torunu pencereden bakıyordu.
-Hadi in aşağıya! Hayvan pazarına gidelim kurban almak için, diye bağırdı torununa.
Çocuk dedesinin elinden tutarak hayvan pazarına gitti o gün kurbanlık almak için. Dedesi sürüden ayırdığı iki koçu satın almak üzere mal sahibi ile pazarlık yaparken, torunu ha bire çekiştiriyordu elinden:
-Dede ne olursun bunu da alalım! diye küçük bir kuzuyu gösterirken dedesi:
-Oğlum kurban olmaz yavru o, diyerek vazgeçirmek için ne kadar çaba gösterdiyse de çocuk:
-Ben onu isterim, diye tutturdu.
Sonunda bir de kuzu için el sıkıştılar mal sahibiyle.
-Kırk beş liraya veririm, dedi sürü sahibi adam. O da şu torununun güzel hatırı için.
-Tamam! dedi çocuğun dedesi. Hayrını gör paranın.
Tepside kalmış simitlerin hepsini satın alarak, ticaret yapma hevesini bir anda kıran, dedesine olan küskünlüğünü unutan çocuk, ağır aşılı yaprakları zor çeken dut ağacının, dalından kopardığı yaprakları yedirmeye çalışırken kuzuya, pazardan aldığı iki koçla birlikte kuzuyu nasıl götüreceğini düşünerek yerinde dikilip kalmıştı yaşlı adam. Bu durumda eğlenirken bir tanıdıklarını gördüler. Kurbanlıklar böylece sürülürken, torunu da kuzusunu getiriyordu arkalarından evlerine doğru. Kurban bayramı arifesinde kurbanlık koçların ikisi yedikleri zehirli otlar yüzünden ölünce yaşlı adamın torununun ille de isterim diye tutturduğu ve kendisinin de:
-O yavru oğlum! Ondan kurban olmaz, diye kandırmaya çalıştığı kuzuya nasip olmuştu kurban kesilmek.
Çocuk kuzunun gerçek sahibiydi. Onu kuzusundan ayırmayı istemiyordu, buna hakkı yoktu dedesinin. Cami avlusunda bayramlaştıktan sonra acele geldi kurban kesmek için evine. Torunu uyanmadan kuzuyu kurban etmekten başka çare yok diye teselli ediyordu kendisini. Torununu avutacak bir şeyin çaresini daha sonra düşünürdü; ama yalan üzerine kurulmuş hayaller ile baş başa bırakmak istemiyordu torununu. Başka çaresi yoktu gelen bayramdı! Ele güne karşı ne diyecekti ve nasıl anlatacaktı kurban kesemediğini? Nasıl olsa bir gün o da büyüyecek, çocuk düşleriyle kurulu düzeni değiştirmeye yeltenmeyecekti. Dam kapısı avlu kapısına yakındı. Kuzuyu damdan dışarı çıkarıp dut ağacına bağladı. Bayram namazı için camiye gitmeden önce, arpa ile su hazırlamıştı kurbana verilmek üzere. Bir kabın içinde merdiven başında bıraktığı arpayla suyu getirip kuzunun önüne koydu. Sonra bel küreği ile bir çukur kazdı avlunun içersinde, duvara yakın bir yere. Sonra:
-Gıız hadi geseneee! diye bağırdı eşine.
Eşi elinde iki sini ile gelirken, söylenip duruyordu:
-Elin adamı bi kere olsun sora garısına gurban isdemisin sen de deye? Bunca yıl evliyiz bi kere bile sormadın, diye.
-İki dene gurbanlık almışdım bu guzu hesapta bile yokdu toruna nası anlatcaz guzuyu gurban etimizi? Asıl onu düşün sen sölenip duracana, dedi yaşlı adam.
-Neden ben düşüncem, bana mı gurban ettin sen torunun guzusunu? Kendin düşün, dedi kadın.
-Aldım gurbanlan ikisi de öldü nasip değilmiş, dedi yaşlı adam.
-Gurban sana kesilince nasip oluyo bana gelince nasipten çıkmış oluyo! Gönlü gücük iş yapasan böle olur, dedi kadın.
Mahalledeki herkes kurban duasını bilmezdi. Bu yüzden de kurban kestirmek isteyenler mahallede kurban kesen birisini sırada bekliyorlar, sıra beklerken de sohbet ediyorlardı. Tam o sırada Metin geldi.
-Ali Amca bizim gurbanı gördün mü? diye sordu.
-Yok, dedi yaşlı adam. Gurbanı nerden aldın?
-Bizim gabak goyunu kescez, dedi Metin.
-Gurban dedin buynuzlu olcak gomşu! Sen sırat köprüsü üstünden geçeken üstüne bincen! Bu köprü altından geçiyo cehennem deresi sıkı dutuncan buynuzlana, dedi yaşlı adam.
-İyi! dedi karısı. Sen iyi yapış da, cennet gapısında bekle kendi başına. Ben gurban kesemedime göre, geçemem nasıl olsa cehennem deresi üsdündeki sırat köprüsünü.
Yaşlı adam ses çıkarmadı eşiyle kavga etmemek için.
-Ali Amca! Gabak goyundan gurban olmaz deme şimdi. Maksat adet yerini bulsun, dedi Metin.
-Adet yerini bulsun diye gurban kesilir mi! Sırat köprüsü gıldan ince gılıçtan keskin köprü, tüm uzuvları sağlam olcak gurbanın.
-Bu hayvan salam be! Zaten anadan doğma boynuzu yok bizim gurbanlığın, dedi Metin.
-Öle desene be olum! Biz de boşa çene yormayam, dedi yaşlı adam.
-Gızma Ali Amca! dedi Metin. Seni biliyo sandımdı.
-Nerden bilcem be olum? Senin goyunla benim gapımın önünden geçeken hiç işim yok da boynuzlanı mı saycam be! derken yaşlı adam biz hiçbir zaman diyemeyecektik ona:
-Hayallerini gerçekleştirmek için çalıştın ömür boyu ama altı yaşına basan bir çocukla eşinin, yıkılan hayallerinin hiç mi önemi yoktu o kıldan ince, kılıçtan çok keskin köprüden geçerken deyip sormaya cesaret edemeyecektik yaşlı adama birilerinden çekinerek.
-Kanlıdere’de konuşlanan 20. Alay 10. Bölük 3.Tabur eri Mehmet oğlu Ömer’in kızı Adile’yim. 30.Nisan.1915 günü gideli henüz beş gün olmuş Çanakkale’ye. Kanlıdere denen yerde şehit düştü babam. Hem alnından, hem de göğsünden vuruldu diye gelmişti şehit haberi. Vatanına eşine ve kızına doyamadan 26 yaşında bu dünyadan göçtü. Bir mezar taşını bile çok gördü devlet onlara. Savaş cehenneminde cesetleri kokmasın diye, atıldıkları çukurda bekledi yıllarca başucuna konulacak bir taş için. Gelibolu Şehitliğini ziyaret gezilerine katıldığımda boşuna arar dururum mezar taşlarının üzerinde babamın adını, dedi yaşlı kadın. Sonra üstüne basarak yineledi:
-Hem alnından, hem göğsünden vurulmuş, dedi.
-Nasıl olsa ölmüş, dedim. İster iki kurşun ile isterse yedi kurşunla şehit olmuş olsun, ne fark eder ki?
-Hiç olur mu? Sağ oldukları halde on yıldır dönmeyenler varmış askerden! Asker bıkmış, savaştan dönenler anlatmış. Askerler cephede savaşırken, bir gözü düşman hareketlerini kontrol altında tutuyormuş. Gavurlar yerlerini belli etse de, siperden kurşunu alnı çatına yapıştırsam deyip, bekliyormuş dört gözle. Diğer gözü cephe gerisinden, kendisine ulaşacak erzak ve mermiyi bekliyormuş. Fişekliğinde kaç fişek kaldı diye iki de bir sayarken -herkes bir değil- bir de bu durumda harp alanından kaçanlar varmış. Kaçanları arkadaşı vuracak emir böyleymiş, komutan cephe gerisinde iki keskin nişancı bırakmış kaçanlar olursa vursun diye.
-Ben de duydum aynı şeyi, dedim. Okula giderken trene binmiştim Bilecik’ten ucuz oluyor diye. İnönü istasyonuna gelmemiştik bile, kompartıman arkadaşım istiklal madalyalı yaşlı bir adamdı. Trenle Eskişehir’e her gidişimde bu ovada yapılan İnönü savaşlarını, elbette hatırlardım; ama daha çok sağ tarafta ağzını açmış koca canavarlar gibi gelip geçenlere bakan inler çekerdi dikkatimi. Bir de havada süzülüp, trenin üstünde dolaşan planörler. Bu kez kompartıman komşumu izliyordum hiçbir şeye bakmadan.
-Hey gidi günler hey! Ayağımızda çarık bile yok. Bir de küçük bir dere vardı arkamızda. Kar erimişti, dere coşmuştu savaş sırasında. Sarısu denen derenin, geniş bir yerine iri taş dizerek, geçit yeri yapmışlar aklı sıra köylüler. Böylece sığ sudan dereyi geçmek daha kolay hale gelmişti; ama burasını savaştan kaçanlar kullanmış genellikle, onlara yaramış sizin anlayacağınız. Kumandanları bunu duyunca üzülmüş. Gece geçit yerini gören yüksek yerlere keskin nişancı yerleştirmiş kimsenin haberi olmadan.
-Dereyi geçmek isteyeni vurun, diye emir vermiş.
Askerler kaçmaya yeltenmesinler diye, bu durum istenilerek kısa zamanda duyurulmuş belki de. Bizim bölükteki keskin nişancı da anlatıyordu olayı; ama fırsat bulanlar kaçıyormuş yine de. Üç kişilik bir grup kaçarken dereyi geçecekleri yere yaklaşınca, içlerinden biri arkadaşlarına:
-Başka yerden dereyi geçemeyiz. Buraya keskin nişancı koymuşlar. Siz önden yürüyün. Geçit yerine varınca keskin nişancı sizi vurmak için kendisini gösterecektir mutlaka tam o sırada ben onu mıhlarım, diyor.
Dediği gibi oluyor ve kaçak nişancıyı vuruyor. Bu üç asker kaçağı cehennemden kurtulduk diye sevinirken Eskişehir’de jandarmaya yakalanıyorlar. Cepheye getirilip, asker önünde kurşuna dizilerek, idam ediliyorlar.
-Bu üç hainin cesetlerini şehitlerinkine karıştırmayın. Bir de onların kemikleri sızlamasın, diye tembih ediyordu bizim kumandan.
Hemen oracığa bir çukur açıp, üçünü birden gömdük oraya. Mezar de orda bak! Tam şurası, dedi yaşlı adam sanki tekrar yaşıyormuş gibi o günleri titreyen bir sesle.
Demek ki savaşta ölenler için iki kurşunla yedi kurşun olayı farklı algılanıyordu. Yaşlı kadın:
-Babam Kanlıdere’de şehit düştü. Hem alnından, hem de göğsünden vurularak, derken devletin kendisine layık görüp bağladığı yetim maaşını kuruşuna değin hak ettiğine dair bir vurgu yapmak istiyordu herhalde?
Bir gün istasyon mahallesinde, Ali Bülbül ve iki oğlunun çalıştırdığı kahvenin önünde çay içerken Ersin’in köylüsünü dinliyorduk. Bir de Aşçı Ferit’in lokantasında, çorba içmek için yol kenarına sıralanmış kamyonları izliyorduk sırf vakit geçsin diyerek.
-İskender’in atını yedenler bile maaş aldı, ben alamadım, diye dövünüyordu Ersin’in köylüsü.
Sonra birden gömleği sıyırıp, karnındaki şarapnel ve kurşun yaralarından kalan izleri gösteriyordu bize. Ersin:
-Dayı, bir daha göstersene arkadaşa yaranı, deyince yaşlı adam acısını paylaşmak istercesine, yeniden sıyırdı gömleği ta memeleri görününceye değin. Sonra tekrar anlattı kahırla:
-Savaş bitmişti, askerlik bitmiş şubeye gidip terhis işlemi yaptırayım demek, kimin aklına gelecek. Ben daha sonraki yıllarda bize, istiklal madalyasıyla maaş verileceğini nerden bilebilirim ki? Hiç aklıma gelmedi. Ben bir gün devlet bana maaş verir diye savaşmadım ki! Vatanıma borcumu ödedim; ama terhisle ilgili işlem yaptırmadım diye, asker kaçağı diye saymışlar beni. Madem asker kaçağı ilan edilmişim, öyleyse bu şarapnel ile kurşun yarasını nerede almışım, diyordu.
-İskender kim? dedim ben de.
-Savaşta yedek subay süvari bölük komutanı. Emrindeki Bilecikli erlerin burnu bile kanamadı ama istiklal madalyası taşıyıp, gazi maaşı alıyor hepsi. Devlet savaşa katılıp burnu kanamayanlar terhis işlemlerini yaptırmış diye maaş veriyor da, benim gibi karnı, kurşun ve şarapnel yarasından haritaya dönmüşe maaş vermiyor.
-Kabahat sende dayı, senin gibi yıllarca savaşmış birisine savaş bitti diyerekten, hiç yakışır mı savaş biter bitmez köye dönmek! Sen de terhis işlemini yaptırsaydın mademki, dedi Ersin.
-Yok gülüm yok! Bu memlekette arkan olmadan çok zor yaşamak! Ya, adam asker! Yıllarca savaşmış demek ki şehit olmak nasip değilmiş ona. İskender şahitlik ederse, gazilik maaşı alabilirmişim. O süvari bölük kumandanı, ben piyade, olacak iş mi bu? Biz savaş bitti öyle görebildik birbirimizin yüzünü. Ben nasıl derim:
-İskender Bey gel bana şahitlik yap, diye.
Söylesem belki yapar:
-Savaşırken yaralandı kaçarken değil, diyerek.
Adam, süvari bölüğünde askerlik yapanların hepsine, terhis işlemi yaptırmayı unuttuklarına dair şahitlik yaptı:
-Kaçak değil savaş bitene dek yanımda askerdi, diyerek.
Ne oldu sanki ağzı mı aşındı! Ne kaybetti! Allah ondan razı olsun diye dualar alıyordu ardından. Arkadaş başımda böyle kumandan görmek isterdim ama bize nasip değilmiş. İnsana insan olduğu için değer veren biri gerekli her an. Ondan bir şey bekliyorsan eğer, kalsın yapacağın yardım.
Çerkez Ramazan demeden kimse tanımaz sanıyorum, bir adam yaşardı gençlik yıllarımızda. Ben ölene değin, bir işin ucundan tuttuğunu görmemiştim. Çok şık giyinirdi. Eşinin ölümünden sonra sabah çorbasını, aşçı Ferit’in lokantasında içen, kumpanya emeklisi gibi her sabah lokantada görürdüm onu. Ücret ödediğini sanmıyorum; ama taksiye binince hep önde şoförün yanında otururdu. Taksi mezarlıktan geçerken eliyle mezarlardan birini işaret ederek, pikabı kapattırırdı:
-İşte bütün mesele burada gerisi hikaye! diyerek.
-Ne götürdüler yanlarında? derdi daha sonra da.
Sonraki yıllar, Çerkez Ramazan’a da kalmamış Bilecik. Ben emekli olduktan sonra, Bilecik’e döndüğüm zaman, ne oldu onlara diye, sormaya cesaret edemediklerimden biriydi o da. Ben de bir sürü anıları saklı olan sadece bazılarının adını bu öykünün içine sığdırabildim. En namlısı İpli Ali, Gülümbeli Hüda ile Gülüm Mehmet, sonra Gaak Ahmet ve bir de Toni bütün hatırladıklarım. Toni’nin asıl adı Eflatun diye kalmış aklımda. Ben gerçek adının ne olduğunu bilmiyordum daha doğrusu. Bildiğim tek şey son günlerde beğeniyle izlediğim, Parmaklıklar Ardında adlı dizi filmin çekimlerinin yapıldığı Sinop cezaevi surlarından dışarıya son sızdırabildiği haberdi beni en çok düşündüren. O haberi, bizim köydeki bir çoban arkadaşı kendisini ziyarete geldiği zaman gönderebilmişti:
-Benim buradan ölüm çıkar, diyerek.
Memleketimiz böyle meşhur bir cezaevine sahip olduğu için sevinmeli mi yoksa üzülmeli miyim bilmiyorum? Hayatında en son çobanlık yaparken yarenlik ettiği bir kişiden başkaca, kimsesi olmayan birisinin yazdığı mektubun son satırlarıydı içimizi sızlatan!
-Benim buradan ölüm çıkar!
Sabahattin Ali’ye sevgimden ötürü izliyordum bu dizi filmi. İzlerken de o demir kapılar, rutubetli taş duvarlar arkasında yitirilen umutların, tükenen sevdaların ve bitmeyen hasretle anılan dostlukların türküsü çınlıyordu kulaklarımda.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.