- 1226 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
TIRNAK ÇOCUK- 13
İki kardeş, bahçe kapısını aralayıp içeri girdiler. Bahçeleri bakımsızlaşmıştı. Anneleri evi ocağı terk etmeden önce elinde çapası eksik olmazdı. Küçük bahçelerinde can bitirirdi. Didinip dururdu. Ben köylü kızıyım oğlum, çıplak ayaklarımla toprağa basmayınca gücüm kuvvetim yerine gelmez derdi. Boş yer bırakmazdı bahçede. Kara lahanasından tut, pazısı, maydanozu, dere otuna kadar yetiştirirdi. Domatesi sırık yapardı. İnsan boyuna kadar uzatırdı domates fidesini. Hıyarı da öyle. Domatesten aşağı kalmazdı. Annelerinin yetiştirdiği bitkilerle konuştuklarını duydukça bir anlam veremezlerdi. Bu kadın aklını mı oynattı, diye gizliden gizliye takip ederlerdi yaşlı analarını. Yaşına göre dinçti. Göstermezdi yaşını. Yaşını sorduklarında hep aynı rakamı söylerdi: Kırk. Bu rakam önemliydi onun için. Onun gözünde bir kadın kırkı yukarı aşmamıydı. Aşarsa tehlike çanları çalıyor, imamın kayığı görünüyor demekti. Evin duvarına bitişik kümesin kapısı ardına kadar açıktı. Anneleri Kayseri’ye gitmeden önce yirmi tavukları iki horozları vardı. Her gün birini kesip yediklerine göre aradan geçen zaman demek ki giden tavuk ve horoz sayısı kadar olmuştu. Bahçe tavuk tüylerinin istilasına uğramıştı adeta. Kesik başları kediler kapış kapış ederken birbirlerini pençelerle saf dışı etmeye çalışmışlar, karın doyurma kavgası yapmışlardı, he mi de kıyasıya. Mart ayında kedilerden çekmedikleri kalmamıştı. Evlerinin kontroplak tavan aralığında sanki düşman askerleriyle kedi askerleri arasında kıyasıya çarpışma vardı. Zangır zangır ayak sesleri ve cinsellik kokan miyavlamalar.
Evin kapısı kilitli değildi zaten. Her zaman kapalı olsa da kilitlenmezdi. Mahallenin hırsızları, başka mekânlar seçerlerdi. Ekmek parası için yakınlarına zarar vermezlerdi. Herkes birbirinin ne haltlar çevirdiklerini biliyorlardı .
İçerİden mırıldanmalar geliyordu. Babamız kendi kendine konuşuyor herhalde, diye düşündüler. Son günlerde karısızlık babalarının canına tak etmişti. Bir hiç yüzünden nasıl da birbirlerine girmişlerdi babasıyla. Onların kavgalarına karışmazlardı. Yaşlandıkça çocuklaşmışlardı. Birbirlerinin hatalarını aramak için adeta yarış halindeydiler. Yok sen haklısın, yok ben haklıyım. Yataklarını da ayırmışlardı. Eskisi gibi sarılıp yatmıyorlardı artık. Biri yer yatağında yatarken diğeri de tek kişilik kanepeye kıvrılır, yattıkları yerden karşılıklı atışmaları eksik olmazdı.
“Off romatizmlarım!”
“ Off belimmm!”
“ Saçımı sana süpürge ettim, gıymetimi bilmedin domuz kılıklı herif seni.”
“ Ömrümü size adadım asıl siz benim gıymetimi anlamadınız, domuzun garısı.”
Bir gün her şeyi göze alıp gırk yıllık garımsın gel bu gecede goynuma gir, diye diretince ertesi günü anaları tası tarağı toparlayıp, köyüme gidiyom diye Kayseri otobüslerine binip Ankara’yı terk-i diyar etmişti.
Babalarını mutfakta buldular. Şarap şişesi masanın üzerinde yanında Atatürk mezesi yudumlanıp duruyordu. Yüzü, klarnetçi Musa gibi mosmordu. Aşağı yukarı Burnu da onunkine benziyordu. Bursa patlıcanıydı sanki.
Şarkı mırıldanıyordu ama sözlerini seçemediler. Gözlerinin altından oğullarını süzdü Hüseyin Usta.
“ Geldiniz mi kerhanecinin çocukları? “
Şaka olarak algıladılar “ kerhanecinin çocuklarını. “
Henüz karşılık vermeden babaları:
“ Ağbiniz denen pezevenk hangi deliğe kaçtı? “
Hoppala. Babalarının heyheyleri üstündeydi. Ağbilerinin orospu Naciye ile kaçtığını duymuşa benziyordu.
“ Ulan şansa bak be! Gırk yıllık hatun babasının evine kaçtı, oğlan da kerhane orospusuyla kaçtı. Ne olacak benim halim be. Baba olacağıma taş olsaydım da bir evin temelinde işe yarardım en azından.”
Kim gelip de söylemiş olabilirdi ağabeylerinin macerasını. Yerin kulağı vardır diye boşuna dememişlerdi.
Cesur Usta’nın Şengül’ e tekrar meylettiğini, hatta Cemil Usta’nın ilk denemesi olan kırmızı saçlı orospuya aşık olduğunu bile mahallelerinde duymayan kalmamıştır.
Cesur Usta, nereden başlayacağını bilmiyordu. Dörtlü ocağın üzerinde bir şeyler pişirse iyi olacaktı. Önce tuvaletin içindeki muslukta yüzünü yıkadı, ihtiyacını giderdikten sonra ellerini yıkayıp tekrar babasının yanına mutfağa geldi. Buzdolabında tavuk da kalmamıştı. En son butları dün bitirmişlerdi.
Salata yapmayı düşündü. Biberleri masanın üzerine koymuştu ki pencerenin önünden ayak tıkırtıları duyuldu. Pek umursamadılar. Herhangi birisi diye düşündüler. Camın önünde Şengül’ün kadınsı silueti belirince Cesur Usta küçük dilini yutacak gibi oldu. Elindeki tepsiyi cama yaklaştırırken hadi aç dercesine gözleriyle işaret ediyordu.
Cesur Usta hemen kendini toparladı. Pencereyi gıcırtıyla açtı.
“Çam sakızı çoban armağanı, annem gönderdi.”
“ Niye zahmet ettiniz!”
Ne zahmeti dercesine gözlerinin içine yiyecek gibi baktı Şengül.
(Devam Edecek)
YORUMLAR
Kırkı geçen kadına yaklaşan imamın kayığının bir musalla taşı ya da bir tabut olduğunu iki üç tekrardan sonra gülümseyerek far ediyorum. Kesilen tavukla yapılan hesap yeni bir takvimi işaret etmese de böyle bir takvim benim aklıma yattı. Anaların bitmez tükenmez bilmez hengamenin içinden ürettikleri yakınmalar ne kadar başa kakıcı olsa da; gerçektir hep. Ya babalar? Onların bu hengamede pek esameleri okunmaz. Onlar hep kuvvetli olmak zorunda. Olmayanı, zayıflığıyla imamın kayığına daha erken biner sanki!
Kaleminize sağlık.
Sağlıcakla,