- 637 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÜÇ GÜN ÜÇ GECE DEĞİL HEP UYUSUN TÜM KÖTÜLÜKLER... ( BÖLÜM 1 ve 2 )
Karanlığın yerini alan güneşin ışıkları, perdelerin açılmasıyla hücum ettiler küçük odanın içerisine.
Her sabah yaptığı gibi camları açtı. Odanın havalanması lazımdı. Pis bir koku vardı odanın içinde. Tülleri sıkı sıkı kapatırken kenarlardan kontrol etmeyi de unutmadı. Bahçe katında olan evlerinin önünden gelen geçenlerin, içeriyi görmelerinden rahatsızlık duyuyordu.
Üç gündür evden çıkamıyordu. İşinden izin almış, bir hafta yetecek kadar ekmek, süt, meyve, abur cubur bir şeyler depo etmişti. Telefonunu kapatmıştı. Sabırla ve büyük bir endişeyle karısının uyanmasını bekliyordu.
Kahvaltı hazırlamaya mutfağa geçmeden, tekrar karısının yattığı yere bir göz attı. Kanepede öylece yatıyordu. Gözleri kapalı...
Uyuyordu. Üç gündür hiç uyanmadan uyuyordu.
Bir kaç sene önce yine böyle uyumuştu. O zaman bir gün süren uyku hali, bu sefer üç günü bulmuştu.
Yüzündeki morluklar henüz geçmemişti. Burnunun şişliği ve yanağındaki çürük izi olmasaydı, doktor çağıracaktı. Ama dayak yediği anlaşılacağı için, maalesef ki bunu yapamazdı. Eşinin uyanmasını beklemekten başka bir çaresi yoktu.
Hafif bir ses çıkarması üzerine, geri dönüp yatağın başına kadar koştu.
Uyanması için neler yapmamıştı ki. Ama bir türlü tepki vermiyordu karısı. Elleriyle sildi ıslanan yanaklarını. Yine ağlıyordu işte...
Yemesi, içmesi, gülmesi konuşması hiç bir yaşam belirtisi yoktu. Sadece ağlamak, nefes almak ve sürekli uyumak...
Eğildi öptü yanaklarından, dudakları ıslandı tuzlu gözyaşlarıyla. Köpekler gibi pişman olmak bu olsa gerekti. Ellerini tuttu. Ellerini sıktı avuçlarının içinde. Elleri buz gibiydi. Eğildi dinledi tekrar nefesini.
Yok hayır, nefes alıyordu. Bir an ölmüş olacağı geldi aklına. Üç gündür binlerce defa korkmuştu, binlerce defa kontrol etmişti nefesini.
Ve yine binlerce kez yaptığı gibi, şükretti yaşadığı için.
Lanet okudu öfkesine...
Ve küfretti sabırsızlığına... Konuşmasına neden müsade etmediğine hayıflandı binlerce kez...
Kendisini savunmasına fırsat vermediği için adaletsizliğine, attığı dayak yüzünden gaddarlığına, acımasızlığına ve tüm yaptığı salaklıklarının cümlesine lanet okudu binlerce kez...
Ama ne yazık ki her şey için çok geçti artık. Belki de hiç uyanmayacaktı karısı.
"Aman Allahım! Ya ölüp giderse hiç gözünü açmadan, ne yaparım ben! ’’ diye mırıldandı.
Kapının güm güm vurulmasıyla sıçradı daldığı düşüncelerden. Bu sefer zil çalmak yerine kapıyı yumruklamaları, komşuların sabırsızlığını ve kararlılığını gösteriyordu.
Kapıyı açmazsa polisi arayacaklarından korkarak, ani bir kararla koştu ve açtı kapıyı.
Bir şekilde kapıdan göndermesi gerekiyordu komşuları.
"Annesine gittiğini falan söylerim" diye düşündü hızlı bir şekilde...
Üzerinde pijamasıyla karşılarına çıkınca bir iki adım gerileyerek kapının eşiğinden uzaklaştı kadınlar...
Kendisini ilk toparlayan ve konuşmaya başlayan, orta yaşın üzerinde olan karısının en yakın arkadaşı, alt komşuları Nezihe Hanımdı;
"Salih Bey, Aslı evde mi?
Salih Bey’in sapsarı olan yüzü, tir tir titreyen elleri, aslında çoktan cevap vermişti. Ama kadınlar merak dolu gözlerle içeriye doğru baktıkları için fark edememişlerdi bu durumu. İçerden sesler geliyordu. Ayak sesleri...
Salih Bey, arkasına dönüp baktığında neredeyse düşüp bayılacaktı.
Karısı sapasağlam ayakta ve gülümseyerek komşularına cevap veriyordu.
Üzerinde yeni aldığı sabahlığı vardı. Saçlarını topuz yapmış, yüzünde ne morluk ne şişlik ne de herhangi bir çizik olmadığı gibi, yüzünün ortasında kocaman bir gülümseme ile komşu kadınları içeri buyur ediyordu;
"Hanımlar buyrun sabah kahvesi yapayım size, çok sevindim sizi gördüğüme!
Başının döndüğünü hatırlıyordu en son, bir de kadınların çığlıklarını...
"Salih Bey ne oldu? Neyiniz var? Yardım edin lütfen, adam yere düştü...
Gözlerini açtığında kapının eşiğinde buldu kendisini, kapı açık değildi. Yanında hiç kimse yoktu, ne komşu kadınlar ne de gül kurusu renginde sabahlığını giymiş, üç gündür hiç uyanmayan karısı.
Kapının güm güm vurulan sesi de kesilmişti. Kapıyı açmaya gittiğinde aşırı heyecandan tansiyonu düşmüş ve oracığa yığılıp kalmıştı demek ki.
Ya komşu kadınlar?
Onlarla hiç konuşmamıştı. Kapıya vurup vurup geri dönmüşlerdi. Evet evet, böyle olmuştu. O zaman karısı da uyanmamıştı. Demek ki baygın yatarken gördüğü bir rüyaydı tüm olup bitenler.
Yerden kuvvet alarak kalkmaya çalıştı. Yok, henüz tam olarak kendine gelememişti, başı dönüyor gözlerinin önü kararıyordu.
İçeri odaya geldiğinde ilk işi karısının yattığı kanepeye bakmak oldu. Ama yatak boştu.
Yaşasın karısı uyanmıştı. Gördüklerinin o kısmı doğruydu o vakit. İçinden dua etmeye başladı.
"Allah’ım ne olur karım uyanmış olsun!"
Salona doğru seslendi. Kendisini kanepeye bıraktı boş bir çuval gibi. Evde hiç ses seda yoktu. Karısı komşularla çıkıp gitmiş, evi terk etmiş veya kendisini şikayet etmek için polise gitmiş bile olabilirdi.
Hepsine razıydı, yeter ki karısı uyansın ve bu kabus sona ersin. Suçluydu ve vicdanının sesinden daha fazla; hiç bir ceza bu kadar canını yakamazdı.
İlk defa bir insana vurmuştu, ilk defa bir insanı öfkesine esir düşerek yargılamadan infaz etmişti. Ve bu canı gibi değer verdiği karısıydı.
Biraz kendine geldiğinde evi aradı. Tuvalet banyo her yere baktı. Yoktu...
Çantası, mantosu, ayakkabısı hepsi yerli yerinde duruyordu. Yedek mantosu ve çantasına bakmak için dolabın kapısını açtığında gözleri faltaşı gibi açıldı.
Başını aldı iki eli arasına, dolabın önüne çöktü ve ağlamaya başladı. İnanamıyordu gördüklerine. Karısı dolabın içinde eli ayağı bağlanmış, ağzı bir bantla kapatılmış bir halde giysilerin arkasında kıvrılmış yatıyordu.
Bunu kendisi yapmış olamazdı. Ama evde ikisinden başka kimse olmadığına göre...
Hayır hayır! Karısına böyle bir zalimlik yapmış olamazdı.
Kapı çalınca paniğe kapılıp, karısının elini ayağını bağlayıp, dolaba saklamış ve daha sonra bayılmış olmalıydı. Neler oluyordu. Deliriyor muydu?
Bir anda ayağa fırladı ve karısını çıkardı dolaptan. Elini ayağını çözdü. Ağzından bandı çıkardı. Nefesini dinledi...Yaşıyordu.
Götürdü yatağa yatırdı. Karısı hâla uyuyordu. Acaba uyandığında tüm bu olanları hatırlayacak mıydı?
Belki de karısı bir rüya gördüğünü sanabilirdi. Öyle olması için dua etti içinden...
Ne olmuştu; üç gün önce ve iş buralara kadar gelmişti. Hatırlamak için zorladı kendisini, sadece sesler vardı. Kafası allak bullaktı. Bir kadın sesiydi bu. Yalvaran ağlayan bir kadın feryadını hatırlıyordu sadece.
"Yapma Cengiz! Vurma, yalvarırım vurma artık!
Ama bu ses karısına ait değildi ki!
Cengiz babasının adıydı. Yine çocukluğuna dönmüştü işte. Babasının öfkeyle irileşmiş gözleri geldi gözlerinin önüne. Sımsıkı kapattı gözlerini. Annesinin sesini duymamak için gürültü yapmaya başladı;
"La la la la laaa laa! Kestane gürgen palamut...
Çocukken de böyle yapardı, babası annesini döverken kulaklarını kapatırdı. Gözlerini sımsıkı yumar, "Kestane gürgen palamut, altı yaprak, üstü bulut, gel sen, burda derdi unut, orman ne güzel, ne güzel!’ şarkısını söylerdi.
Kendisine kaç sefer söz vermişti kendikendine. Büyüyüp annesinin intikamını alacaktı. Babası kadar kocaman bir adam olduğunda o da babasına dayak atacaktı.
Eşek sudan gelinceye kadar dövecekti babasını.
Ama çok ödlek çıkmıştı babası. Henüz büyümeye fırsatı olmadan, alıp başını bırakıp gitmişti bir gün.
Ve bir daha dönmemişti geri. Ölüm O’nun için kurtuluş gibi görünse de, bir gün mutlaka hesaplaşacaklardı babasıyla. Allah’ın adaletine sonsuz güveniyordu.
Sesler kesilmişti. Ellerini çekti kulaklarından, karısının yüzündeki morluklara takıldı yine bakışları...
Elleriyle okşadı, merhem sürer gibi, yavaş yavaş masaj yapmaya başladı. "Ellerim kırılsaydı da vurmasaydım sana." Uzattı titreyen ellerine baktı, buruş buruş olmuş yaşlı ellerine.
İyi ama bu eller, kendisinin elleri değildi. Neler oluyordu. Kafayı yemeye başlamıştı resmen.
Annesini binlerce kez hırpalayan, acımasızca dayak atan eller bu ellerdi işte. Mutfağa gidip, bir bıçak alıp, bu elleri kesmek istedi bir an.
Tekrar baktı ellerine, normale dönmüşlerdi, ama yine zangır zangır titriyorlardı.
Kalktı, yavaş yavaş camın önüne geldi. Biraz hava almak iyi gelecekti, pencerenin önünde derin derin nefes aldı. Sevgili anneciğinin sözleri geldi aklına;
"Bir gün büyüyecek ve sen de bir yuva kuracaksın. Sakın yavrum, baban gibi olma. Eğer ki bir fiske bile vurursan karına, ak sütüm haram zıkkım olsun emi!
Yeniden geldi yatağın başına, ve seslendi karısına;
"Uyan ne olur uyan artık!
"Söz asla bir daha vurmayacağım sana. Yeminler ediyorum çok mutlu edeceğim seni...
Dışarıdan gelen kadınların sesiyle sıyrıldı düşüncelerinden;
"Koku buradan geliyor Ayşe Abla!
"Yaşlı kadın öldü de adamın haberi mi yok acaba?
"Adam üç gündür gözükmüyor ki zaten, karısı da çekip gitmiş, aylar olmuş gideli.
"Yaa haberim yok, kızım bu zamanda hangi kız sabreder böyle bir evliliğe, yatalak kaynana, işsiz koca...
"Ay öyle deme abla ya kolay mı, adam tek başına nerden baksan iki senedir bakıyor annesine, evlendi yine yüzü gülmedi. Çocukluğunda desen ayyaş baba dayağı ile geçmiş ömrü.
"Öyle mi ben yeniyim, pek tanımam, ama garip bir delikanlı yazık, sessiz sedasız, girip çıkar kimseye bir zararı yoktur.
"Eski komşular anlatırlardı. Ondan biliyorum. Ben de pek tanımam zaten, kız abla polise haber verelim mi?
"Hem yatalak kadın kurtulsun, hem de bu gencecik adam. Kafayı yer böyle giderse. Ev pislikten kokuyor baksana!
Polis kelimesiyle irkildi, camı sıkıca kapatıp perdeleri çekti, telaşla dolaşmaya başladı odanın içinde.
Karısını dövdüğünü öğrenirlerse hapse girebilirdi. Karısını bir yerlere saklamalıydı. Gelirlerse markete kadar gittiğini söyler başından savardı polisleri.
Odanın köşesinde duran sandığa ilişti gözleri. Sandığın içini boşaltıp buraya saklar ve polisler gidince tekrar çıkarırdı.
Evet aynen böyle yapmalıydı. Hızlı ve titrek adımlarla koştu. Üzerinde yığılı yorganları bir çırpıda indirdi halının üzerine. Sandığın kapağını açtı. Aman Allah’ım sandığın içinde ki bu çocuk da kimdi böyle!
Sarı saçlı, anne karnında bir cenin gibi kıvrılmış yatan bu çocuk, kendi çocukluğu değil miydi? Yüzünü çevirdi, zangır zangır titreyen elleriyle. Kocaman ellerini uzatıp okşadı çocuğun başını. Babasinın elleriyle kendi saçlarını sevdi. Usulca incitmeden.
Güneş doğmuştu sanki yüreğine.
Gözyaşları sıcacık akıyordu. Çok sürmedi yüregini ısıtan güneş aniden batıverdi.
Sandığın kapağını kapattı. Kanepeye çevirdi başını. Karısı yatağında yoktu. Sandığın kapağını tekrar açtı. Karısı mışıl mışıl uyuyordu. Çocuk nereye gitmişti.
Kafası allak bullak oldu. Karısını ne zaman buraya koymuştu. Hatırlamaya zorladı kendisini. Az önce düşündüğü şeyi bir anda farkına varmadan yapmıştı da unutmuş muydu acaba?
Hemen arka tarafında duran kanepeye baktı. Yatak boş değildi. Evet orada da bir kadın vardı. Derin bir uykuya dalmış gibi hırıltılı sesler çıkarıyordu. Karısı sandıkta olduğuna göre o kadın kimdi?
Mavi çiçekli bir yazma vardı başında. Annesinin en çok sevdiği yazmaydı bu...
Annesi ölmemiş, yaşıyordu. Ama niye hiç sevinememişti buna?
"Anneciğim neden ölmedin ki? O kadar da dua etmiştim. Ölsün de kurtulsun annem diye."
Sesi incecik; küçük bir çocuk sesi gibi çıkıyordu. Titrek ve ağlak bir sesle şarkı söylemeye başladı;
"Kestane gürgen palamut.
"Altı yaprak, üstü bulut.
"Gel sen burda derdi unut.
"Orman ne güzel, ne güzel...
YORUMLAR
asude_vuslat
glenay
Yorumu beğenmenize sevindim.
Ayrıca yazıma yazdığınız yorum içimi ısıttı :)
Güzel yorumlar insana yazma enerjisi veriyor.
sevgiler..