- 1160 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
TIRNAK ÇOCUK- 12
Doğanyurt minibüsüne bindiklerinde tıklım tıklımdı içerisi. Ellerinde boyacı çantaları, yağlı- boyalı iş elbiseleriyle ayakta dineldiler…İçerdekilerin hepsi de aynı güzergahta dünyaları hep aynı insanlardı. Az ilerdeki koltukta klarnetçi Musa oturuyordu. Yüzüne düşen bin parça oluyordu. Şarap içmekten suratı pancar gibiydi her daim. Burnu da hakeza öyle. Morla kırmızı karışımı saçma tanesi gibi delikleri olan kocaman bir parça. Bursa patlıcanı halt etmişti yanında. Mahallede adı saksafoncu Musa’ya çıkmıştı. Kimse klarnetçi Musa demezdi. Bir düğün mü olacak saksafoncu Musa çağrılırdı. Musa da Musay’dı ha. Deniz Seki’nin klarnetçi sevgilisi halt etmişti yanında. Ağzına havayı doldurup diyagramının şişkinliğini milim milim indirir, parmakları deliklerde oynarken çıkardığı ezgilerle, ölüyü mezardan kaldırıp rakı masasına oturturdu alimallah. Yaz kış beyaz takım elbise ve yumurta topuk rugan kundura giyerdi. Yağmurlu ortamda oluşam çamur kırıntılarından bir parça dahi paçalarına yapışmazdı. Gözleri, et yumağına dönmüş yanaklarının şişkinliğinden belli olmazdı. O seni görürdü ama sen onun gözlerini göremezdin. Ailece müzisyendiler. Okula dahi gitmişlikleri yoktu ama çalmadıkları enstrüman yoktu aile bireylerinin. Büyük oğlu ayı Hakan darbuka, ortancası iskelet Nazım cümbüş çalardı. Kızı Hüriye ile karısı Sümbül’ün de onlardan aşağı kalacak yanları yoktu. Kızı tef, karısı da zilleri parmaklarına geçirdi mi vur patlasın çal oynasın.
Bir iki durak ilerde inenler olunca boyacı kardeşler, Musa’nın yanına yaklaştılar. Yeni görmüş gibi:
“ Selam Musa abi nasılsın?”
“ İyidir evlat. Ne var ne yok.”
“ İş güç işte, bildiğin gibi.”
“ Güzel, senin düğün ne zaman? ”
“ Horoz kavağa çıkınca Musa emmi.”
“ Fazla sık eleme be evlat, buldun mu hemen tek dal birine.”
Yarım saat sonra boyacı kardeşler minibüsten indiler. Klarnetçi Musa, iki durak aşağıda inmişti. İnerken de babanıza selam söyleyin ha. Fazla uzatmasın gitsin annenizi alsın gelsin. Demişti.
Bu mahallenin en büyük özelliğiydi. Kimsenin saklısı gizlisi olmazdı. Yukarı mahalleden iki ayaklı bir eşek anırsa aşağı mahalleden hemen duyulurdu. Allah bilir ya ağabeylerin orospu Naciye’ yi kerhaneden çıkarıp kendisine karı yaptığını duymayan kalmamıştı. Hatta Şengül’ün bile hala kendisinde gözü olduğunu bile.
Tepeyi çıkmadan; Cesur Usta, bir şeyler almalı diye Gözde Market’e girmişlerdi ki Şengül’le göz göze geldiler. Şengül, dudaklarını ısırarak utandığını belirtmek istedi. Yanakları biraz al al oldu ama tecrübeli bir yosma gibi Cesur Usta’ya sürtündü.
Bu da nereden çıktı diye içine şeytanlık girdi boyacının. Sanki yolunu gözlüyordu.
Gayri ihtiyari:
“ Merhaba Cesur, “dedi. Cilveliydi. Çekiciydi.
Merhaba, diye yanıtladı Cesur Usta. Kayıtsız kalamadı. Dişi kedi kuyruk sallar da maçor kedi gitmez mi peşinden. Damdan dama zıplar valla. Ekmek reyonuna doğru aheste aheste giderlerken Cemil Usta, iki aşığın yanlarından ayrıldı.
“ Ne oldu mahkeme Şengül? ”
Cesur Usta, ekmekleri poşete koyarken Şengül unutmuş da hatırlamış gibi ekmek dolabına eğildi ama boyacı ile burun buruna geldiler. Burunları yapıştı ama ikisinin de sol tarafları kalaycı körüğü gibi şişti-indi.
“ Şengül, hala burnumda tütüyorsun. “
Genç ve dul kadın ne diyeceğine şaşırdı. Bu boyacı gerçek mi söylüyordu. Yalan olamazdı. Bu bir rüya da değildi.
“Ben de,” diyemedi ama beti benzi kıpkırmızı oldu. Hesabı ödedikten sonra hep birlikte çıktılar marketten. Otuz metre kadar üçü birlikte yürüdüler ama etraftaki bakışlar, atmacanın bakışları gibiydi. Yarından tezi yok, boyacının aşkı yeniden canlandı diye velveleye verilirdi, mahallede. Ayrılırlarken tez zamanda buluşmak üzere diye gülümseyip bakıştılar.
(Devam Edecek)
YORUMLAR
Ayhan Sarıkaya
SELAMLAR.