Musa-1
(Birinci Bölüm)
İsa takvimine göre 2009 yılının Ocak ayıydı. İstanbul hiç kimsenin tam olarak tanıyamadığı; efsunlu, ıssız ve soğuk yüzlü bir şehirdi. Bu şehirde ölümle yaşam arasındaki çizgi daha kısa ve soluktu. Bu kısa ve soluk çizgiye basan insanların vadeleri dolmuş oluyordu. Kimse kimseye bir şey hissettirmeden yerdeki çeşitli çizgilerden Azrail’in ne zaman yakınlara uğrayacağını kestirmeye çalışıyordu. Şehir soğuk, ölüm yakındı.
Şehrin her karış toprağını örten beton; can sıkıcı havayı soğutuyor, zaten ıssız olan mekânları daha fazla yalnızlaştırıyordu. İşin ilginç tarafı ise mekânların betondan inşa edildiğinin, toprağın betonun dibinde boğulduğunun kimsenin farkında olmamasıydı. Bu şehirde yaşam ve ölüm birbirine çok yakın olduğu için herkes kendini derin bir boşluğa bırakmıştı, bedenler sallanıyordu aheste aheste. Çoğu zaman ölüm kendini yaşlı beton duvarlarda, sert asfalt zeminde, kaldırıma ekilmiş ince bir fidanın tomurcuğunda gösterirdi. Yaşlı beton duvar ile incecik fidan arasında mekik dokumayı severdi ölüm; yaşlı ağaçlara ve soğuk toprağa yaklaşmaktan hoşlanmazdı.
Midemin ve ruhumun aç olduğu dönemlerdi. Karanlık dünyanın içinde, soğuk duvarların arasında, bitip tükenmeyen uğultunun merkezinde dönüp duruyor, kesik kopuk oflayıp pufluyor, bazen kendim için çareler düşünüyordum. Ocak ayı bile bitmek üzereydi, ama hâlâ bir iş bulamamıştım. İş olmayınca haliyle bütün gün aç susuz yatıyordum kirden rengi değişmiş olan kanepenin üstünde. Hem kanepenin hem de üstüne serdiğim mavi çarşafın rengi değişmişti kirden. Özellikle çarşafın ortasında kapkara bir harita ortaya çıkmış, bazı yerleri ise aşınmaktan incecik olmuştu. İnsanın aklına kötü ama etkileyici yönü olan düşünceler gelmiyor değildi. Belki de soğuk, sessiz ve karalık olan bu evde ölüp gidecektim. Hiç kimse cesedimi bulmayacaktı uzun bir süre boyunca. Neyse ki hava soğuktu. Eğer yaz mevsimi olsaydı bir gün içinde cesedimden yükselen koku tüm binayı kaplar, mahalleli burnunu tıkayarak merakla kapının önüne üşüşür, kokmuş etimden bir parça koparmak için birbirlerini ezebilirlerdi. Böyle bir düşünce ne kadar çılgınca olursa olsun gerçekleşme ihtimali vardı bana göre. İçimdeki şeytansı varlık, kalpten beyne giden kanla beraber yolculuğa çıkıyor, tepemdeki köşke kurularak aklımı karıştırıyordu. Beynime yerleşen özgün ama hayırsız düşünceler beni canı çıkmak üzere olan bir kedi gibi çırpındırıyordu. Ne bir kız arkadaşım ne de sohbet edecek yakın bir dostum vardı bu aralar. Tamamen bitmiştim. Tenimin rengi ölümün rengini almıştı. Sokağın köşesindeki fidanın çıplak dallarında tutunan tomurcukların içinden ölüm bana gülümsüyordu. Odanın içindeki eşyalar, soğuk ve nemli havanın içinde kayıplara karışmış, ince ve rutubetli bir toz örtüsü kaplamıştı her yanı.
İkindi vakti girmesine rağmen ne adımımı dışarıya atmış ne de bir şeyler yemiştim. Sinirsel bir kasılmayla biraz titredim ve mor renkli duvara baktım. Sehpanın üstünde duran siyah beyaz gazetenin ufacık yazılarını okumak için merakla başımı gazeteye yaklaştırdım. Gazete, yakında tüm ülkeyi etkisi altına alacak olan balkanlar üzerinden gelen soğuk hava dalgasını ayrıntılı olarak okuyucularına aktarıyordu. Bu haberin altındaki büyük başlığı okurken kendi dünyamdan tamamen koptum. Son dönemlerde ülkeyi ve dünyayı kargaşaya sürükleyen değişimler felsefi bir bakış açısıyla irdelenmişti. Haberi iç dünyamda yoğurup o eşsiz aklımla yorumladım. İrrasyonel bir dünya yaratmak için elimden geleni yapmıyor değildim. Akılcılığın dipsiz kuyularında boğulmaya başladığımda akıldışı bir dünyanın içine dalıyor, o yana bu yana koşup duruyor, nefesim tükendiğinde ise başımı gerçek dünyanın içine uzatıp bağırıyordum.
YORUMLAR
Harika bir giriş yapmışsın. Açlığı da İstanbul'la bağlantılı ölümü de yalnızlığı da çok güzel, oldukça etkili vermişsin. Hemen her cümlen içi dolu dolu felsefi bakışıyla harika olmuş. Çok etkilendim.
Bir de etkiyi zayıflatmadan finale erişirsen, ortaya dört dörtlük bir öykü çıkacak. Bence hiç acele etmeden, girişin efsununu bozmadan yol almalısın.
Kolay gelsin.
Sağlıcakla,