Karla gelen musibet
Yolculukları ne kadar sevsem de bu kez yola çıkmadan önce fazlasıyla tereddüt etmiştim. İlginç bir şekilde üzerimdeki tedirginlik hali sürse de, çalan şarkılar ve yolculuklarımın vazgeçilmezi abur cuburlarla bu hali geçiştirmeye çalışıyordum. Aslında kim görse deli derdi. Çünkü şehir bir metreden fazla kar altındayken ben güneye gitmek üzere yola çıkmıştım. Sebebi ise tamamen can sıkıntısıydı. Kış ayları kesinlikle bana göre değildi. Sıcak memleketlerin insanıydım ben. O halde neden taşınmıyordum. Bu her yola çıkışımda kendime sorduğum cevapsız, boş bir soruydu.
Saatlerdir direksiyondaydım. Yola çıktıktan sonra uzunca bir süre yolları tuzlayan kamyonların arkasından gitmiştim. Kütahya’yı geçtikten sonra tam anlamıyla medeniyet bitmişti. Bırak tuzlama kamyonunu, çevrede yaşam olduğunu dair doğru dürüst tek bir ışık bile kalmamıştı. Ancak karlı havanın o pembe aydınlık görüntüsü hoş bir manzara sunuyordu. Bir tek aurora borealis eksikti ufuk çizgisinde.
Gece saat iki civarıydı. Afyon-Kütahya yolu arasında bir yerlerdeydim. Sıvı tahliyesi ile yakıt ve abur cubur takviyesi yapmam gerekiyordu. Özellikle mavi sarı logolu olan ve tuvaletlerinin temizliğiyle övünen yakıt istasyonunu tercih ediyordum. Uzaktan logoyu farkettiğimde bu civarda yalnız olmamanın verdiği bir huzur hissettim ister istemez. Çünkü yolda tek bir araç dahi yoktu ve kar hızla yağmaya devam ediyordu.
İstasyonun girişindeki kar yığını, saatlerdir buraya kimsenin uğramadığını gösteriyordu. Kar lastiklerini yerli malı oldukları için çok ucuza almama rağmen yol boyunca kalitesini ispat etmişti. İstasyon girişindeki kar yığınından geçerken de aynı şeyi düşünmüştüm. Pompanın başında durup araçtan indim ve bir müddet bekledim. Temiz soğuk hava içimi titretirken, üzerime çöken ağırlığı da kaldırdı bir nebze. Pompacının gelmeyeceğini düşünüyordum ki dükkanın otomatik kapısı iki yana açıldı ve içeriden en az bir eskimo kadar kalın giyinmiş birisi çıktı.
-Hayırlı geceler kolay gelsin.
-Sağol abi, hoşgeldin, ne kadarlık?
-Hoşbulduk, dolduralım.
-Kusura bakma geldiğini görmedim. Aslında kimsenin gelmesini de beklemiyordum. Hayırdır abi acil bir durum mu var bu havada, bu saatte yollardasın?
-Ehhehhe, yok yok çok şükür. Biraz delilik, biraz can sıkıntısı. Açıkçası kar yağışının yol aldıkça zayıflayacağını düşünmüştüm. Yanılmışım.
-Biraz mı? Abi bayağı bir delilik bu havada yola çıkmak. Hiç mi duymadın Afyon civarının kışını, karını?
-Yani duydum da, bir musibet, bin nasihat bilirsin işte neyse gidiyoruz bakalım.
-Abi güneş doğana kadar otur istersen dükkanın içinde, sıkıntı olmaz hatta kıvrılacak bir yer de gösterebilirim. İlerisi daha kötü olabilir. Aman diyeyim.
-Eyvallah sağolasın, sabah denize karşı kahvaltı yapmak istiyorum. Ne kadar eşsiz bir manzara sunsa da, karlardan uzaklaşmak istiyorum bir an önce.
-Sen bilirsin abi...
İhtiyacımı giderip, market kısmından kakao oranı yüksek çikolatalardan ve boğa logolu enerji içeceklerinden aldıktan sonra pompacıya hayırlı işler dileyerek aracıma döndüm.
Soğuk havayla ve biraz muhabbetle kendime gelmiştim. Daha dinç hissediyordum. Ayrıca enerji içeceğini de mideye indirdim mi zaten uykusuz bünyemde uyku namına bir şey kalmayacaktı. Şarkılara eşlik ederken bir yandan Afyon girişindeki tesislerde sucuk ekmek yeme hayalleri kuruyordum. Şimdiden ağzım sulanmıştı. İştahla çikolatamın pakedini açmaya çalışırken ileride yolun kenarında bir şey farkettim. Bu saatte ve bu havada ben araçla ilerlemenin bile delilik olduğunu düşünürken, yolun kenarında biri yürüyordu. Hızımı azalttım ve onun yürüme hızına düşerek yanına yaklaşıp yüzünü görmeye çalıştım. Tamamen sarınıp, sarmalandığından yüzü görünmüyordu. Bir elinde karla kaplanmış bir bohça, diğer elinde de yürürken destek aldığı bir baston vardı. Pencereyi açıp seslendim:
-Merhaba!
-...
Bana doğru dönüp durdu bir şey söylemedi. Ben de durdum.
-Hayırdır, yolda mı kaldınız, aracınız mı bozuldu?
-...
Yine bir şey söylemedi. Kapıyı açıp araca bindi ve eliyle devam et diye işaret etti. Şaşkınlık içerisinde hareket ettim. Müziğin sesini kısarak klimanın derecesini biraz daha artırdım. Bir yandan yan gözle adamı izliyordum. Bir müddet hareketsiz bir şekilde yolu izledikten sonra, bastonuyla bohçasını arka koltuğa koydu ve üzerindeki çıkarmaya başladı. Kafasına sardığı örtüyü çıkardığında biraz ürperdim. Kar kadar beyaz saç ve sakalları olan bir ihtiyardı bu. Ayrıca buz mavisi gözleri vardı. Yavaş yavaş üzerindekileri çıkardıktan sonra aracın içine bakındı. İçeceğimden bir yudum aldı ve çikolatamı yedi. Ben hala şaşkın bir şekilde onu izliyordum. Sonra bana baktı. Göz göze geldiğimizde gerçekten korktum. Kafamı çevirip yola baktım. Sonra içimden bir ihtiyardan korktuğum için kendime güldüm.
-Ee, dede hayırdır, nereye gidiyorsun böyle?
-Köye.
-Hangi köye?
-Sen yürü ben söyleyeceğim.
-Nerden geliyorsun?
-Bizim köyden.
-Ee ne işin var bu havada yolda.
-Arkadaşım...ölmüş...cenazesine gidiyorum.
-Gündüz çıksaydın ya be dedem. Nerede bu köy yakın mı?
-Yakın yakın yürü sen.
-Adı ne demiştin köyün?
-Amma soru sordun. Şu ileriden sağa dön.
Dumlupınar ayrımını gösteriyordu. Bu yolu normalde kullanırdım. Çok şeritli ve yeni açıldığından kimsenin pek kullanmadığı bir yoldu. Ama şu durumda yolun ileride iyice kapanacağından endişe ediyordum. Ayrıca sucuk ekmek planım suya düşecekti.
-Dede nerede köy uzak mı çok, yolun üstünde mi?
-Yürü sen yakın.
-Bak Afyon’a gidiyorum ben.
-Gidersin önce beni bir bırak. Çikolata var mı?
Gece gece almıştım başıma belayı. Hoş böyle bir havada kim olursa olsun birini dışarıda bırakamazdım. Ama bana böyle emr-i vaki yapması hoşuma gitmiyordu. Torpidodan çıkardığım çikolatalarımı da afiyetle yedi.
Normalde böyle bir ihtiyarın yanında insanın huzur bulması lazımdı. Ama benim saatlerdir tüylerim ürperiyordu. Daha çok ruhun ürpermesi durumu diyebilirim. Yolculuğumun keyfi hepten kaçmış, bir an önce bitmesini istediğim gergin bir hale dönmüştü. Dumlupınar yolunun bir özelliği, az önce çıktığım Afyon yolundan daha ıssız olmasıydı. Genelde bu yolu kullanırken bu bölgeyi saatte 150-160 kilometre hızla geçtiğimden çok bir şey farketmiyordum. Ancak yoğun kar yağışı altında saatte 40-50 kilometre hızla giderken çevrenin ne kadar ıssız olduğunu ürpererek farkettim. Az sonra korktuğum başıma geldi. Araç yolda sağa sola kaymaya başlamıştı ve yalpalıyordu. Kar lastikleri artık "bizden bu kadar" diyordu sanırım. Zincir takmam gerekiyordu. Zincirimi almıştım yanıma, ama asıl sorun dışarıdaki tipiydi. Aracı durdurarak ihtiyara zincir takmam gerektiğini söyledim. İlgilenmedi bile.
Aracı çalışır durumda bırakıp söylene söylene bagajdan zinciri çıkarttım. Pratik kolay takılan zincir diye satmıştı adam bunları bana. Doğru olmadığını yirmi dakika kadar karın altında nafile çabalarımdan sonra anladım. Bir kaç okkalı küfür salladım zincire ve satan adama. Sonra içeride oturan ihtiyarla göz göze geldim. Cam gibi mavi gözlerini bana dikmişti. Gülümsüyor muydu o? Lanet olsun evet gülümsüyordu. Titriyordum. Soğuktan olduğuna beynimi iknaya çalışarak ama soğuktan olmadığını bilerek. Araca girip zincirlerin oturması için arabayı hafifçe hareket ettirmem gerekiyordu ama araca girmek istemiyordum. Araca girmemi ertelememin bana bir faydası olacakmış gibi biraz daha zincirle uğraştım. Araca girmem gerekiyordu. Ben yalnız başıma ne yolculuklar yapmıştım. Ne çetin şartlar atlatmıştım. Şimdi bu tedirginliğim biraz komik geldi. "Aptal olma" dedim kendi kendime. "Bin aracına ve bir an önce burdan defol" Bunu düşünürken aracın motoru durdu. Ayağa kalkıp kapıyı açtığımda ihtiyarın içeride olmadığını gördüm. Dışarı çıktığını görmemiş, kapı sesi duymamıştım. Bir kaç saniyelik sıtmalı bir ürpertiden sonra hemen araca atlayıp marşa bastım. Çalışmadı. "Hadi amaaa, kahrolası bir korku filmi değil bu" Bir daha, bir daha. Gün görmemiş küfürler ediyordum. Hatta bazıları durumun olanca vehametine rağmen absürd derecede komikti.
Bir müddet sonra biraz sakinleştim. Kapıları kilitleyerek düşünmeye başladım. Araç neden çalışmıyor olabilirdi? Soğuktan olsa gerekti. Peki gün doğana kadar burada geceleyebilirmiydim? Klima çalışmadan pek kolay olmayacaktı, daha şimdiden içerisi buz gibiydi. Biraz daha sakinleşmek için teybi açtım. Ben Nichols’ın şarkısı çalıyordu:
"And I ask for no redemption
In this cold and barren place
Still I see the faint reflection
And so by it, I got my way"
Gülmeye başladım. Bu şarkının bu kısmına hiç dikkat etmemiştim. Teybi açtığımda şarkının tam bu kısımdan devam etmesi şaka olmalıydı. Tamam da kimin şakası? İhtiyarın mı? Teybin kapatma düğmesine yumruğumla kırarcasına vurdum. cep telefonumu kontrol ettim. Şarjı yüzde 7’yi gösteriyordu ve şebeke yok uyarısı veriyordu. Oto şarjına takarım diye evde şarj etmemiştim. Etsem de şu an faydası olmayacaktı gerçi. İstasyondaki pompacının önerisini kabul etmediğim için tam bir aptal gibi hissediyordum. O bana bir şey olmaz havalarım yok muydu, her yerde gösteriş yapma adetlerim. Elin pompacısına da atmıştım havamı. Büyük ihtimal arkamdan gerizekalı dercesine bakmıştı. Böyle kendimi suçlarken dikiz aynasından mavi gözleri gördüm. Arka koltuktaydı. Bağırarak kendimi dışarı attım ve yere kapaklandım. Geri geri yerde sürünerek araçtan uzaklaştım. Kafamı hafif kaldırıp içeriyi görmeye çalıştım. İçeride değildi. Hayal mi görmüştüm? Öyle olmalıydı, yoksa tüm bunların mantıklı açıklaması yoktu. Kafayı yiyordum sanırım. Aracın etrafını ve içini tedirginlikle kontrol ettim. Çevreye bakındım. Kimsenin olmadığına kanaat getirdim. Şoför kapısını açıp girmek üzereyken ensemde bir şeyin nefesini hissettim. Dönüp bakma fırsatı bulamadan korkudan bilincimi yitirip olduğum yere yığıldım.
...
Gözlerimi açtığımda yüzüme kar taneleri düşüyordu. Bir an neler olup bittiği ve nerede olduğumu kestiremedim. Gördüğüm manzara en korkunç kabuslarımda bile görmediğim cinstendi. Yerde sürükleniyordum. Evet bir şey tek eliyle bir bacağımdan tutmuş beni sürükleyerek götürüyordu. Kocaman ellerindeki tırnakları etime geçmişti ve bacağımı sızlatıyordu. Sırtında büyükçe bir kambur vardı ve hırıltılı soluması korkunçtu. Diğer elinde büyükçe bir sopa ile bohça vardı, kahrolası ihtiyarınkiyle aynıydı. Böyle bir havada gece vakti, tam anlamıyla belamı aramış ve bulmuştum.
O denli korkmuştum ki tekrar bayılmak üzereydim fakat bacağımdaki acı şiddetlenince bayılmadım. Debelenmemeye ve hareket etmemeye çalışarak uyandığımı belli etmedim. Nasıl kurtulabileceğim konusunda düşünmeye çalışıyordum ama şu an sağlıklı bir şekilde düşünmek imkansızdı. Öncelikle bu şey ne olabilirdi? Birden dedemin bana çocukken anlattığı bir şey geldi aklıma. Ona da babası anlatırmış. "Yalnız yolculuk etme sakın, Azmıç görünür yoksa" dermiş. O da bana anlatırdı. Kılıktan kılığa girer, yalnız yolculara musallat olurmuş. Yıllar önce dedemin anlattığı her şey bir anda şimşek gibi kafamda çakmaya başlamıştı.
...
-Sen sen ol sakın ola yalnız yola çıkma.
-Neden dede?
-Azmıç’a uğrarsın. Kötüdür Azmıç. İnsana kötülük eder. Ya aldatır bir kayalıktan aşağı atar, ya da götürüp bir gölde boğar.
-Neden dede, neden yapar böyle bir şeyi?
-Yılda bir kere çıkar, kendine bir kurban bulur, onu öldürüp kendine ziyafet çeker. Bazen de ininde hapseder sonra yer.
-Peki kurtulmanın yolu yok mu hiç?
-Var, babam öğretmişti. Ona babası öğretmiş ve ona da Selanikli bir yahudi öğretmiş. "veaavta et adonay eloeha behol levaveha uvhol hafşeha uvhol meodeha" Bunu söylediğinde senden ürkermiş, böyle olduğunda hemen kafasına bir kazık geçirmeli ki, başkasına fenalığı dokunmasın.
...
İlginç bir şekilde sözler dün gibi aklımdaydı. Korkuyla bilinç altımdan çıkmış olmalıydı. Yüksek sesle sözleri söylediğimde korkunç bir böğürtüyle bacağımı bırakıp kolunu kaldırdı ve kendini korumaya çalışırmış gibi davranmaya başladı. Yüzünü gördüğümdeki korku kesinlikle kelimelere dökülemeyecek cinstendi. Korkudan tüm dermanım kesiliverdi adeta. Ama bir şeyler yapmam gerekiyordu. Ayağa kalktım ve yerden kar toplayıp kartopu yaparak yaratığa fırlatmaya başladım, bir yandan sözleri tekrarlıyordum. Böğürtüleri ormanda yankılanıyor, korkumu kat kat artırıyordu ama artık bu işin geri dönüşü yoktu. O böğürdükçe ben daha yüksek sesle tekrarlamaya başladım. Sonunda elinden sopasını ve bohçasını düşürdü. Bohçanın içinden bir kaç tane kafatası karın içine yuvarlandı. Hemen düşürdüğü sopayı alarak olanca gücümle vurmaya başladım. Vurdum vurdum delirircesine vurdum. Bağırışları artık yalvarır gibiydi. Ama acıyacak durumda değildim. Sözleri son kez haykırarak sopayı kafasına sapladım. Sesi kesildi. Gerek ruhsal gerek bedensel olarak tam anlamıyla tükenmiştim. Ancak korkum geçmemişti. Beni sürüklediği taraftan izleri takip ederek olanca gücümle koştum. Sanki her an arkamdan yada sağımdan solumdan çıkacakmış gibiydi.
Ne kadar süre koştum bilmiyorum ama ormandan çıkmıştım ve ileride aracımı gördüm. Koşarak araca bindim ve artık soğuktan hissizleşmiş ellerimle bir kaç başarısız hamleden sonra kontağı çevirebildim. Araç tek seferde çalıştı. Yolun karlı oluşuna ve yarım yamalak takılmış zincirlerin çamurlukları parçalamasına aldırmadan bütün gücümle yüklendim gaz pedalına. Gözümse devamlı dikiz aynasındaydı.
...
Bir saat kadar sonra Banaz diye bir ilçenin karakolunun önünde durduğumu hatırlıyorum. Dermansızlıktan kapının önünde yığılmışım. Gözümü açtığımda hastanedeydim. İfademi almak üzere bir polis memuru başımda bekliyordu.
-Günaydın, iyi misiniz?
-Sanırım, bilmiyorum. Nerdeyim?
-İlçe hastanesi. Neler oldu? Plakanıza bakılırsa uzaktan geliyorsunuz. Bu mevsimde buralara hangi rüzgar attı sizi?
-GÜneye yolculuk ediyordum.
-Ne için?
-Bir nedeni yok. Kafa dinlemek için küçük bir seyahat sadece.
-Peki bacağınızdan yaralanmışsınız ve neredeyse soğuktan parmaklarınızı kaybediyormuşsunuz. Nasıl bu hale geldiniz?
-Azm...
-Efendim?
-Azmıç...
-Azmıç mı?
-Evet, onu öldürdüm.
-Bir Azmıç mı öldürdünüz?
-Sanırım...Ne olduğunu biliyormusunuz?
Polis güldü ve elindeki not aldığı yaprağı yırtıp attı. İki gün sonra beni taburcu ettiler. Herhangi bir kovuşturma da yapılmadığını öğrendim. Gündüz vakti yola çıkarak ve anayolları kullanarak evime döndüm.
O günden beri annem ve babamla kalıyorum ve korkunç kabuslarla uykularım bölünüyor. Dedem yaşasaydı belki bu kabuslardan kurtulmanın yolunu da gösterirdi.
Yolculuk mu? İki yıldır bu şehirden çıkmadım.
Ve ne zaman kar yağsa evimden dışarı adımımı dahi atmadım...
YORUMLAR
Öykü aklıma, yıllar önce okuduğum bir kazayı ya da nasıl desem, hala aydınlanmamış ve oldukça enteresan, bir olayı getirdi: Dyatlov geçidi vakası. Hayli gizemli bir vakaydı gerçekten de. İnternetten bulabilirsin.
Koca Ayak, Yeti gibi bir yığın ulusal efsaneler var. Bunlardan biri de, benim ilk kez duyduğum bir yerli efsane: Azmıç. Bunu işlemiş olman harika.
Gariptir, günlerce bir konu üzerinde düşünürüm, tam konuyu kaleme almaya karar verdiğimde, konunun içinden yeni bir tema keşfedip onu yazarım. Her daim böyle işlemese de yaklaşık böyle bir serüveni vardır öykü yazmanın. Hal böyle olunca, Defter'e düşen her öykü sanki biraz yarım kalmış gibi bir his bırakır. Gelişmeye açık yani.
Öykü güzel kurgulanmış ama sanki daha bir çarpıcı işlenebilirdi. Tabi bunun için vaktin var hala, zira henüz bastırmadın.
Yine de, senin klasik çizgini hatırlatan hoş bir öyküydü. Kalemine sağlık.
Sağlıcakla,
grafspee
dediğiniz gibi bu öykü de hafiften onu çağrıştırıyor gibi. ama yazarken aklıma gelmedi, belki biraz korku duygusunu oradan alabilirdim.
her ne kadar efsane veya mit olsalar da yerli efsanevi yaratıkları bir şekilde işlemek istiyorum. bir başka yazımda karakoncul vardı.
teşekkür ederim hocam, yine bu güzel yorumun için. hayırlı geceler, saygılar.
nitemtran
Kütahya Afyon arası çok kötüdür gerçekten tehlikeli bir yol hele kışın.
suçuk diyince sen aklıma kolaylı geldi suçukları sağlıksız gelmişti
valla azmıçı duyunca bi tırstım. şamanist dönemimizden geliyor herhâlde ama şöyle birşey varki birçok efsane aslında bir gerçekten doğar.
şu Afyon köyleri baya tehlikeli insanlarla dolu. bir köyde taşlanmıştık gerçekten o köylerden azmıç kadar olmasada tehlikeli insanlar var yolda kalınca köye gitmeyeceksin bekleyip duracaksın oralarda.
bide tek yola çıkmak hele kışın gerçekten zor.
Azmıçlara azmışlara ölüm :D
grafspee
şimdi burda yol hikayesi gerçek, gerçekten öyle bir havada yola çıkmışlığım var, yolda binbir türlü doğa olayı ile karşılaşmıştım ama çok iyi bir deneyim olmuştu benim için. yaşlı adam kısmı da başka bir yolculukta gerçekleşmişti(o da ayrı bir macera aslında) ve ayrıca büyük dayımın yaşadığı azmıç tarzı bir deneyim mevcut. hepsi tek öyküde birleşti.
ve yalnız yolculuk yaptığımda arka koltuğu kolaçan ettiğim de doğrudur :)
Güzel ve de ilginç bir öykü. Tabiî yalnızca okumak güzel nevî efsaneleri. Aslı neye dayanır kimbilir. Soğuk ve insan biyolojisi.. Gerçi gâyet kendinde bir kahraman, hayâl değildir belki.. Yazan çok iyi niyetli ya da. İnsan zihnine hayranımdır, göğün ve yerin hâlâ yer değiştirememiş olmasına şaşmıyor değilim bâzen.
Bir şey söylemeli. Sanırım biraz tezcanlılık var. Öykü sakin, yavaş, sükûn eder bir hâl ile buyur ediyor okuru. Devam ediyor ardından alabildiğine esrarlı.. Sonra satırlardaki hareketlilik başlıyor. Ve sanki kalem, okurun heyecanı ile yarışır bir şekle bürüp harfleri soluk soluğa sürüklüyor. Detaylar sanki bir kenara itiliyor, önemsiz görünüyor ama önemlidir. Aslında okur olarak düşününce iyi, bir an önce neticeye ulaşmak hoş. Fakat hızı biraz sabit tutmalı sanki. Merak uyandıran bir anlatımınız var. Biraz da sabretmeyi öğütlersek satırlara heyecanı incitmeden, çok daha iyi olur..bence yani.
Bu arada kahramanın canından çok çikolataları düşünmesi güzeldi .))
Unutmadan. Ara epey uzun olmuyor mu..
Selâm ile..
**Havin_** tarafından 1/15/2016 11:53:43 AM zamanında düzenlenmiştir.
grafspee
grafspee
Valla, nasıl yorum getireceğimi şaşırdım yazıya.
İlkin,
harika bir gezi yazısı okuyorum diye geçti aklımdan.
Müthiş güzel cümleler arasında, ahenkle gezindim durdum zevkle.
Sonra,
hiç beklenmedik bir seyir aldı yazı.
Ne demeli?
Tebessümlerle bitirdim.
Ancak, ilk bölümdeki gibi, gerçekçi devam etseydi,
daha çok zevk verecekti diye düşünmekteyim.
grafspee
içim ürpermedi değil cidden. şu azmıç olayını ilk defa duymuyorum ama zihnimde kar yoğun şu an. dört metrelik kar birikintisinin köy yollarını kapadığı bir şehre gitmenin evvelinde, yazı daha farklı geliyor tabi. azmıç efsanesi konusunda, aklıma şu geldi, kabuslar evi. (farkındayım, cümlelerim çok dağınık, kafam da karışık. saatlerdir bir şey yazma, okuma peşindeydim ama ne yaptığımı bilmiyorum)
şimdi sorum şu olacak sana, sopayla vuruyorsun azmıça, sonra en son saplıyorsun. efekt olması adına rengi mavi de olabilir fark etmez, kan ya da sıvı, ateş de olabilir, çıkabilir miydi acaba diyorum. hikaye konusu ilginç, konunun geçtiği mekan çok sağlam, zincir meselesi tanıdık, hepsi tamam, sorun yok ama azmıçı gebertirken biraz daha o sahne iyi canlanmalıymış gibi geldi. şu aralar samanyolu tv'de eski bu alengirli dizilerin daha kısa haliyle özetini geçiyor. bazı sabahlar denk geliyorum. televizyon almamaya niyetli olduğum için, kanal d, trt 1, ntvspor bir de stv çekiyor. izlerken, bu azmıç olayı gibi ürküten olay çok oluyor. erkek adam korkmaz filan da, biz erkek gibi yetişmedik maalesef. Tyler Durden gibi söyleyeyim :) : 'Biz kadınlar tarafından büyütülmüş bir erkek nesliyiz. Başka bir kadının aradığımız şey olduğunu sanmıyorum.' Ayrıca ilaveten, ' Bizim neslimiz Büyük Depresyon’u ya da Büyük Savaş’ı yaşamadı. Bizim savaşımız ruhsal bir savaş. Bizim depresyonumuz kendi hayatlarımız.' Şu iki kısımda mesela, bizim için şunu gösteriyor, ormana gidip, korkmadan geyik avlayacak insanlar değiliz biz? Aa, olur mu filan demesin kimse. O domuz öldüren tüfeklerle elbete herkes gider, yiyorsa rambo gibi bıçakla git. :) Zaten rambo efsanesi de bitti artık. Her ne kadar streoidler bir noktaya kadar taşısa da, eski porno yıldızımız Slyvester artık yaşlandı.
kim takar azmıçı :) https://www.youtube.com/watch?v=a_426RiwST8
grafspee
bahsettiğin filme bir kaç kez denk geldim ama tamamını hiç izleyemedim. bir bakmam gerek.
evet öldürme sahnesi çok sönük kalmış. özellikle çevreye dair o kadar betimlemeden sonra. ama itiraf edeyim öykünün sonlarına doğru çokça tüylerim ürperdiğinden gecenin o vakti biraz hızlı geçmiş olabilirim :)
şu sıra farkettiysen artık sinema tarihinin başından beri verilen korkusuz kahraman imajı filmlerde yerini gerçekçi duygulara bıraktı. insan korkmalı, korku tabii bir duygu ve hayat kurtaran bir duygu. omega man'deki charlton heston gibi etraf çokça yaratık doluyken verdiği rahat imaj rahatsız edici. ve biz, savaş ya da buhran görmemiş erkekler, bir bıçakla çok fazla şansımız yok doğada. bear grylls izleyip gaza geliriz anca :)
şarkı olaya noktayı koymuş. yansın dünya deyip göbek atan sulukuleli moduna geçtim :))) eyvallah, sağolasın.