5
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1564
Okunma
Sınırı geçeli yarım saat bile olmamıştı. Manzara hayal ettiğim gibi bembeyaz, karlar içinde değildi. Sınırın öbür tarafında ne ise oydu: Sağda, solda uzun zaman önce yağan karın izleri, gri, basık bir gökyüzü ve rengi siyaha kayan bir otoyol.
“En azından hız sınırını kilometre olarak vermişler” diye sessizliği bozdu Stavros.
“Neyine yarayacak?” diye itiraz ettim, “Hız göstergen mil göstermiyor mu?”
“İç tarafında küçük rakamlarla kilometre cinsinden de yazıyor.”
“Aman aman, gözünü yoldan ayırma. Kilometreyi göreceğim diye başımıza iş aşacaksın.”
Çok geçmeden bir tabela nerede olduğumuzu söyledi: “Montreal 116 km”
Kanada’nın rengi soluk kırlarını seyrediyordum. Belki yağan kar altında güzel olacaktı ama şimdilik geldiğim yerden, Amerika’nın doğu kıyısından farklı değildi.
“Kar yağmayacak mı? Onca yolu boşuna mı geldik?”
Stavros gözlerini yoldan ayırmadan:
“Bak, araba kiralık. Her şeyi bize yabancı. Benzin alalım dedik, başımıza gelmedik kalmadı. Kara saplandığımızı düşünmek bile istemiyorum.” diye terslendi.
Haklıydı. Yakıt bitip de bir istasyona çektiğimizde benzin kapağını açamamıştık. Her yere bakmıştık; olmayınca gidip benzinciden yardım istemiştik. Benzinci de bulamayınca umutsuzluğa kapılıyorduk ki arabanın el kitabını arayan Stavros torpido gözünde bir turuncu düğmeye denk gelmişti. Tüm sorularımızın olmasa bile en önemlisinin cevabı o düğmedeydi. Basınca kapak açılmış, benzin de nihayet konabilmişti.
“Bir daha duracak mıyız?”
“Yine mi tuvaletin geldi?”
“Kanada’dayız, hava soğuk. Geliyor.”
Bu sefer bir lokantada durduk. Beklentimizin tersine, Fransız kökenli Kanadalıların güney komşuları Amerikalılarla aynı yemekleri yediklerini farkettik. Tek farklılık tuvaletlerdeki musluklarda C yazan taraftan soğuk değil, sıcak su gelmesiydi. İlk denememde neredeyse elimi haşlıyordum.
Garson kız siparişlerimizi almaya geldiğinde ona dünyanın en güzel diliyle, Fransızcayla hitap ettim. Aldığım yanıt ise İngilizce oldu, Fransız aksanlı bir İngilizce.
“Sanırım, Fransızcayı daha fazla katletmene gönlü elvermedi” diye fısıldadı Stavros.
Bozuntuya vermeyip İngilizce devam ettim. Diğerleri de öyle yaptılar. Herkese ısmarladığından farklı bir yemek geldi. Oy birliğiyle faturayı kendi aksanlarımıza değil, garsonun İngilizce yetersizliğine kestik.
...
Montreal’in içine girmeden devam ettik. Yönümüz batı, hedefimiz Ottowa. Aklım ise Boston’daydı. Geçen geceyi, Noel’i orada geçirmiştik. Ev sahibemiz Dr. Davenshire bizim yanımız sıra iki oğlunu, onları eşlerini ve çocuklarını da yatıya davet ettiği yatacak yer sorun olmuştu. Neyse ki bana bir oda ve yatak bulundu ama bir şartla: Yatağımı Demi ile paylaşacaktım.
Homofobik değilimdir ama yatağımı çok da tanımadığım bir kadınla paylaşma düşüncesine sıcak bakmadığımı söyleyebilirim. Demi ise durumdan rahatsız olmuşa benzemiyordu. Zamanı gelince dert etmeden soyunmuş, uzun bir tişörtü üstüne geçirip yatağa girivermişti. Çok geçmeden, utana sıkıla da olsa, onun yanındaki yerimi almıştım. Arkamı dönüp uyumayı planlamıştım ki Demi konuşmaya başlamıştı. Biraz sohbet ettik. Sonra biraz daha sohbet ettik. Sonra daha da... Sonunda ben konuşmayı bırakmıştım ama Demi devam etmişti. Beni Yunan adalarına götüren ağır bir aksanı vardı. Konuştukça gözümün önüne adaların siyahlara bürünmüş, yaşını başını almış ama susmak bilmeyen kadınları geliyor, Demi’nin imrenilecek hatları ise kayboluyordu. Ne zaman susmuştu, bilmiyorum. Ama bugün direksiyonda benim yerime Stavros varsa bunu Demi’ye borçluyduk.
İşin ilginci bu yolculukta Demi arka koltukta oturuyordu. Dün gecenin aksine hiç sesi çıkmıyordu. Sınırdan beri bir tek yemek sırasında biraz konuşmuştu; o kadar. O da benim gibi gece ne yaptığımızı ya da yapmadığımızı mı düşünüyordu? Yoksa sadece uykulu muydu? Yavaştan bana da ağırlık çöker gibi olmuştu. Koltuğumda hafifçe kaykıldım. Yan aynaya baktığımda Demi ile göz göze geldik. Benim aksime gözlerinde bir mahmurluk yoktu. Ne olduğunu anlamama fırsat vermeden Stavros bana bir şey sordu.
“Ne?”
“Adres diyorum. Adrese baksana. Ottowa’ya varmak üzereyiz.”
Adres? Ottowa’da bizi bekleyen kız arkadaşımın adresi! Cüzdanıma baktım ve bir şey bulamadım. Ceplerimi elden geçirdim: Nafile. Başka çare yoktu, Stavros’a geri sormak dışında.
“Adresi sana vermiş olabilir miyim?”
Sessizlik oldu. Aynadan tekrar Demi’ye baktım: Gözleri büyümüştü.
Stavros bana bakmadan, yavaş yavaş ama söylediği her cümleyle daha da dolarak konuşmaya başladı.
“Araba kiraladık. Boston’dan yola çıktık. Üç eyalet geçtik. Ülke değiştirdik. Burada da ikinci eyaletimize vardık. Ve sen bana adresin yanında olmadığını söylüyorsun.”
“Hemen hemen haklısın.”
“Hemen hemen? Hemen hemen! Adam ‘hemen hemen’ diyor!”
Stavros kontrolden çıkıyordu. Elleri şimdilik direksiyondaydı ama sadece şimdilik.
“Tamam, hemen celallenme. Durumu halledeceğim.”
Nasıl halledeceğimle ilgili hiç bir fikrim yoktu. Cep telefonlarımız hiç olmamıştı. Navigasyon cihazları bilim kurgu filmlerinin parçasıydı. Elimde genel bir Kanada haritası vardı; onda da Ottowa şehrinin sadece iki ana caddesi gösteriliyordu.
“44. Çıkışı al.”
Daha iyisini bilmediği için Stavros dediğimi yaptı. Bu çıkışla beraber elimdeki tek bilgi kırıntısı da tükenmiş oldu. Kendimizi Ottowa’nın merkezine yakın bir yerde bulduk. Haritaya bakar gibi yapıyordum.
“Sağdan ilk değil, ikinci sokağa dön.”
Bu tip detaylar çok önemlidir. Bir şeyler bildiğiniz hissini verir. Karşınızdaki nasıl olup da bilebildiğinizi sorgulamak istemez. Şanslıydım, sokak çıkmaz değildi. Bizi nehri geçen köprüye götürdü. Kız arkadaşımın kaldığı Ottawa Üniversitesinin nehrin öte yanında olduğunu biliyordum. Ama bu bilgi “İstanbul Üniversitesi Boğaz’ın diğer yakasındadır”dan daha fazla ipucu vermiyordu.
“Köprüyü geç ama sağda kal.”
Stavros sakinleşmiş gibiydi. Ya da boğazıma bir bıçak saplamadan önceki huzurun tadını çıkarıyordu.
“Sağda kal dedin ama sonra bir şey söylemedin. Hala düz devam ediyoruz.”
“Sen devam et. Yol ileride çatal olacak, sağdakini alacaksın.”
Çatal mı? Kaç yol çatallaşır ki? Hay kafama...
“Çatal dediğin bu mu? Yol devam ediyor, sağa bir sokak var.”
“Ne yapayım, haritada öyle gözüküyor. Kendin bak istersen...”
Neye bakacaksa? Çaresiz o sokağa saptı. Sokak biraz devam etti, genişçe bir caddeyi kesti ve dev bir tabela yolun kenarında belirdi: Ottawa Üniversitesi!
“Özür dilemeyeceğini biliyorum. Sorun değil.’
Stavros bir şey demedi.
’Sağa çek de kafeteryayı bulalım.”
İnip, yol kenarındaki kampüs haritasından arkadaşımla buluşma noktamızın nerede olduğuna baktım. İki sokak ilerideydi. Buraya kadar tamamen şansın yardımıyla gelmiştik ama şimdi gerçek ve detaylı bir plana bakıyordum. İş değildi: Detaylı bir haritanız varsa dünyanın her yerine gidebilirdiniz.
Her yere gidebilirdiniz ama haritayı doğru okumanuz şartıyla. Kampüs haritasında yukarı kuzey yerine batıyı gösteriyorsa işler umduğunuz farklı gidebilirdi. Öyle de oldu: Ondan sonraki bir buçuk saatimizi kafeteryanın yerini bulmaya harcadık. Vardığımızda Stavros dört kere annemi, iki kere de ondan önceki kuşakları yoklamıştı.