- 1518 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
Sınır Ötesi
Sınırı geçeli yarım saat bile olmamıştı. Manzara hayal ettiğim gibi bembeyaz, karlar içinde değildi. Sınırın öbür tarafında ne ise oydu: Sağda, solda uzun zaman önce yağan karın izleri, gri, basık bir gökyüzü ve rengi siyaha kayan bir otoyol.
“En azından hız sınırını kilometre olarak vermişler” diye sessizliği bozdu Stavros.
“Neyine yarayacak?” diye itiraz ettim, “Hız göstergen mil göstermiyor mu?”
“İç tarafında küçük rakamlarla kilometre cinsinden de yazıyor.”
“Aman aman, gözünü yoldan ayırma. Kilometreyi göreceğim diye başımıza iş aşacaksın.”
Çok geçmeden bir tabela nerede olduğumuzu söyledi: “Montreal 116 km”
Kanada’nın rengi soluk kırlarını seyrediyordum. Belki yağan kar altında güzel olacaktı ama şimdilik geldiğim yerden, Amerika’nın doğu kıyısından farklı değildi.
“Kar yağmayacak mı? Onca yolu boşuna mı geldik?”
Stavros gözlerini yoldan ayırmadan:
“Bak, araba kiralık. Her şeyi bize yabancı. Benzin alalım dedik, başımıza gelmedik kalmadı. Kara saplandığımızı düşünmek bile istemiyorum.” diye terslendi.
Haklıydı. Yakıt bitip de bir istasyona çektiğimizde benzin kapağını açamamıştık. Her yere bakmıştık; olmayınca gidip benzinciden yardım istemiştik. Benzinci de bulamayınca umutsuzluğa kapılıyorduk ki arabanın el kitabını arayan Stavros torpido gözünde bir turuncu düğmeye denk gelmişti. Tüm sorularımızın olmasa bile en önemlisinin cevabı o düğmedeydi. Basınca kapak açılmış, benzin de nihayet konabilmişti.
“Bir daha duracak mıyız?”
“Yine mi tuvaletin geldi?”
“Kanada’dayız, hava soğuk. Geliyor.”
Bu sefer bir lokantada durduk. Beklentimizin tersine, Fransız kökenli Kanadalıların güney komşuları Amerikalılarla aynı yemekleri yediklerini farkettik. Tek farklılık tuvaletlerdeki musluklarda C yazan taraftan soğuk değil, sıcak su gelmesiydi. İlk denememde neredeyse elimi haşlıyordum.
Garson kız siparişlerimizi almaya geldiğinde ona dünyanın en güzel diliyle, Fransızcayla hitap ettim. Aldığım yanıt ise İngilizce oldu, Fransız aksanlı bir İngilizce.
“Sanırım, Fransızcayı daha fazla katletmene gönlü elvermedi” diye fısıldadı Stavros.
Bozuntuya vermeyip İngilizce devam ettim. Diğerleri de öyle yaptılar. Herkese ısmarladığından farklı bir yemek geldi. Oy birliğiyle faturayı kendi aksanlarımıza değil, garsonun İngilizce yetersizliğine kestik.
...
Montreal’in içine girmeden devam ettik. Yönümüz batı, hedefimiz Ottowa. Aklım ise Boston’daydı. Geçen geceyi, Noel’i orada geçirmiştik. Ev sahibemiz Dr. Davenshire bizim yanımız sıra iki oğlunu, onları eşlerini ve çocuklarını da yatıya davet ettiği yatacak yer sorun olmuştu. Neyse ki bana bir oda ve yatak bulundu ama bir şartla: Yatağımı Demi ile paylaşacaktım.
Homofobik değilimdir ama yatağımı çok da tanımadığım bir kadınla paylaşma düşüncesine sıcak bakmadığımı söyleyebilirim. Demi ise durumdan rahatsız olmuşa benzemiyordu. Zamanı gelince dert etmeden soyunmuş, uzun bir tişörtü üstüne geçirip yatağa girivermişti. Çok geçmeden, utana sıkıla da olsa, onun yanındaki yerimi almıştım. Arkamı dönüp uyumayı planlamıştım ki Demi konuşmaya başlamıştı. Biraz sohbet ettik. Sonra biraz daha sohbet ettik. Sonra daha da... Sonunda ben konuşmayı bırakmıştım ama Demi devam etmişti. Beni Yunan adalarına götüren ağır bir aksanı vardı. Konuştukça gözümün önüne adaların siyahlara bürünmüş, yaşını başını almış ama susmak bilmeyen kadınları geliyor, Demi’nin imrenilecek hatları ise kayboluyordu. Ne zaman susmuştu, bilmiyorum. Ama bugün direksiyonda benim yerime Stavros varsa bunu Demi’ye borçluyduk.
İşin ilginci bu yolculukta Demi arka koltukta oturuyordu. Dün gecenin aksine hiç sesi çıkmıyordu. Sınırdan beri bir tek yemek sırasında biraz konuşmuştu; o kadar. O da benim gibi gece ne yaptığımızı ya da yapmadığımızı mı düşünüyordu? Yoksa sadece uykulu muydu? Yavaştan bana da ağırlık çöker gibi olmuştu. Koltuğumda hafifçe kaykıldım. Yan aynaya baktığımda Demi ile göz göze geldik. Benim aksime gözlerinde bir mahmurluk yoktu. Ne olduğunu anlamama fırsat vermeden Stavros bana bir şey sordu.
“Ne?”
“Adres diyorum. Adrese baksana. Ottowa’ya varmak üzereyiz.”
Adres? Ottowa’da bizi bekleyen kız arkadaşımın adresi! Cüzdanıma baktım ve bir şey bulamadım. Ceplerimi elden geçirdim: Nafile. Başka çare yoktu, Stavros’a geri sormak dışında.
“Adresi sana vermiş olabilir miyim?”
Sessizlik oldu. Aynadan tekrar Demi’ye baktım: Gözleri büyümüştü.
Stavros bana bakmadan, yavaş yavaş ama söylediği her cümleyle daha da dolarak konuşmaya başladı.
“Araba kiraladık. Boston’dan yola çıktık. Üç eyalet geçtik. Ülke değiştirdik. Burada da ikinci eyaletimize vardık. Ve sen bana adresin yanında olmadığını söylüyorsun.”
“Hemen hemen haklısın.”
“Hemen hemen? Hemen hemen! Adam ‘hemen hemen’ diyor!”
Stavros kontrolden çıkıyordu. Elleri şimdilik direksiyondaydı ama sadece şimdilik.
“Tamam, hemen celallenme. Durumu halledeceğim.”
Nasıl halledeceğimle ilgili hiç bir fikrim yoktu. Cep telefonlarımız hiç olmamıştı. Navigasyon cihazları bilim kurgu filmlerinin parçasıydı. Elimde genel bir Kanada haritası vardı; onda da Ottowa şehrinin sadece iki ana caddesi gösteriliyordu.
“44. Çıkışı al.”
Daha iyisini bilmediği için Stavros dediğimi yaptı. Bu çıkışla beraber elimdeki tek bilgi kırıntısı da tükenmiş oldu. Kendimizi Ottowa’nın merkezine yakın bir yerde bulduk. Haritaya bakar gibi yapıyordum.
“Sağdan ilk değil, ikinci sokağa dön.”
Bu tip detaylar çok önemlidir. Bir şeyler bildiğiniz hissini verir. Karşınızdaki nasıl olup da bilebildiğinizi sorgulamak istemez. Şanslıydım, sokak çıkmaz değildi. Bizi nehri geçen köprüye götürdü. Kız arkadaşımın kaldığı Ottawa Üniversitesinin nehrin öte yanında olduğunu biliyordum. Ama bu bilgi “İstanbul Üniversitesi Boğaz’ın diğer yakasındadır”dan daha fazla ipucu vermiyordu.
“Köprüyü geç ama sağda kal.”
Stavros sakinleşmiş gibiydi. Ya da boğazıma bir bıçak saplamadan önceki huzurun tadını çıkarıyordu.
“Sağda kal dedin ama sonra bir şey söylemedin. Hala düz devam ediyoruz.”
“Sen devam et. Yol ileride çatal olacak, sağdakini alacaksın.”
Çatal mı? Kaç yol çatallaşır ki? Hay kafama...
“Çatal dediğin bu mu? Yol devam ediyor, sağa bir sokak var.”
“Ne yapayım, haritada öyle gözüküyor. Kendin bak istersen...”
Neye bakacaksa? Çaresiz o sokağa saptı. Sokak biraz devam etti, genişçe bir caddeyi kesti ve dev bir tabela yolun kenarında belirdi: Ottawa Üniversitesi!
“Özür dilemeyeceğini biliyorum. Sorun değil.’
Stavros bir şey demedi.
’Sağa çek de kafeteryayı bulalım.”
İnip, yol kenarındaki kampüs haritasından arkadaşımla buluşma noktamızın nerede olduğuna baktım. İki sokak ilerideydi. Buraya kadar tamamen şansın yardımıyla gelmiştik ama şimdi gerçek ve detaylı bir plana bakıyordum. İş değildi: Detaylı bir haritanız varsa dünyanın her yerine gidebilirdiniz.
Her yere gidebilirdiniz ama haritayı doğru okumanuz şartıyla. Kampüs haritasında yukarı kuzey yerine batıyı gösteriyorsa işler umduğunuz farklı gidebilirdi. Öyle de oldu: Ondan sonraki bir buçuk saatimizi kafeteryanın yerini bulmaya harcadık. Vardığımızda Stavros dört kere annemi, iki kere de ondan önceki kuşakları yoklamıştı.
YORUMLAR
İlhan Kemal
“Hiçbir şey belirsiz değildir. Her şey kendinden önceki sebebin bir sonucudur. Biz bu sebebi bilsek de, bilmesek de...” diyor Moivre. Yani şans diye bir şey yoktur.
Kahramanımızın şans eseri değil, öngörülemeyen ama muhakkak var olan olasılıklar sayesinde doğru adrese ulaştığını söyleyebilirim. Yani moivre ve laplace ne düşünürler bilmiyorum ama ben buna "kader" diyorum.
Uzun zamandır yazı eklemenizi bekliyordum.
Saygılarımla.
İlhan Kemal
Moivre'ın argümanı yanlışlanması çok zor bir önerme. 'Sebebi yoktu; her şey tesadüfüydi' deseniz bile 'Sebebi vardı, sadece siz bilmiyordunuz'a getiriyor. Olmayan bir şey kanıtlamayacağına göre bizim tesadüf sandığımız olaylarda sebepleri bulup göstermek de Moivre'a kalıyor. Bu öyküden otuz dört yıl sonra tekrar arabayla Montreal'de kaybolup, kendimi Pasifik Okyanusuna doğru giderken bulmuşken geri dönebilmem, sokaklarda rastgele sağa sola dönerken Montreal'deki evimize çıkabilmemi umarım Moivre sebepleriyle açıklayabilir. Hadi bakalım İbo, göster kendini (Seneye ölümünün 270, yıl dönümüymüş; ama suskunluğu için bu bahane olmamalı). Saygılarımla.
Haritalar önemli bide kağıttan kentleri olanlar varsa . Stavrosu sevdim
bide Kanada'da ki fransızlar referandum falan yapmıyormu bu ara ayrılmak için.
neyse konu nereye gitti iki yol ve kar hikayesi bir geceye yeter
İlhan Kemal
Haritalar hala çok önemli. Üç sene önce navigasyon beni bir dağ yoluna saptırmıştı; sonrasında Stephen King'in Mrs. Todd's Shortcut hikayesindekileri andıran olaylar geldi.
Saygılarımla.
En azından gideceği üniversitenin adını biliyor ki kahramanımız adresi kaybetmiş olsa da harita bilgisi sayesinde buldu. Haritasız bir adım ötesini bir saatte bulurken.
Ottawa Üniversitesi yerine sadece Ottawa da aklında kalabilirdi. Ara o zaman bir çuval pirinç içinden bir tane.
Oldukça ilginç ve sürükleyici bir yazı idi tebrik ederim.
İlhan Kemal
Haritalara karşı zaafım var. Türkiye'deyken harita biriktirirdim (Hepsi de orada kaldı). Havayolu dergilerinin arkasındaki haritaya bakarak Avrupa üzerinde nerede olduğumuzu söyleyebilirim ya da hiç bilmediğim bir şehrin haritasına bir dakika kadar baktıktan sonra ara sokaklardaki bir lokantayı bulabilirim. Ama öyküdeki olay kahramanın büyük ölçüde şansına bağlı. Saygılarımla.
sabaha karşı yazımı bitirdiğimde yazınızdaki kar ve yolculuk temasını görünce biraz endişe ettim doğrusu. aynı şeyleri yazmış olmayalım diye :))
sanırım bir giriş yazısı bu devamı gelecek gibi. tabi genel kültür ve coğrafya bilgisi yüksek olan birinin bir haritayla neler yapabileceğinden bahsediyor da olabilir. böylece de başlı başına bir öykü.
kız arkadaşa giden yol macerası Road Trip havasında biraz ve Demi ile geçen gece. Demi deyince Moore olan geliyor hep aklıma ve o meşhur filmi. siz muhabbet ettik deseniz de ben çoktan kafamda yazdım senaryoyu. elinize sağlık, selamlar, saygılar.
İlhan Kemal
'Sanırım bir giriş yazısı bu'
Öykünün kıvamını tutturamadığımın bir göstergesi bu yorum oldu. Anılara, olaylara dayanan kurgularda bu sıkça başıma geliyor. Halihazırda yazanın zihninde canlanmış bir olay, detaylarıyla tamamen aktarılamıyor. En azından ben yapamıyorum. Bu öykü de bire bir 94 Noel'inde olmuş bir hikaye. University of Ottawa tabelasını 'Hadi yine yırttın' olarak okumuştum gerçek hayatta. Ama olmamış, kağıda doğru geçememiş anılar.
Bu öyküyü yazmamdan iki yıl sonra o geziyi tekrarladım. Bu sefer uçakla Montreal'e gittik. Akıllı telefon çağı, navigasyonun bin türlüsü elimizdeydi. Quebec City'e gitmek için araba kiraladım. Arabayı kiralama noktasından alıp Montreal'de kaldığımız eve dönerken yolu kaybettim ve kendimi batıya giden otoyolda buldum. Soğuktan telefonumun şarjı tükendi ve Vancouver - Bilmem kaç bin kilometre - tabelası yönünde direksiyon sallamaya başladım. Eski günlerin şansına güvenip bir çıkış aldım, sağdan üçüncü (ya da beşinci; o panikle nereye saptığımı ben biliyor muyum!) sokaklara dalarak bir şekilde Montreal'deki evimize bir şekilde ulaştım. Özetle diyeceğim şu ki 1) Kanada'da direksiyon sallamanın benim üzerimde bir laneti var 2) Hikayeleştirince de pek bir sönük duruyorlar. 3) Yedi yıl bekleyip bunu mu yazdım? Demek ki her şeyi zamanında yapmalı insan. Saygılarımla.