- 1866 Okunma
- 11 Yorum
- 1 Beğeni
KAHROLASICA KÖY ENSTİTÜLERİ(!) - KAHROLASICA İMAM- HATİP OKULLARI (!) -1-
Çizgi altından başlasınız da olur.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Böyle bir yazıyı niçin yazdım?
Vallahi ben de bilmiyorum. Yazdım işte. Bir şeyler ‘’Yaz ‘’ diye dürttü ben de yazdım.
Köy Enstitüleri tam da ben dünyaya geldiğim yıl (1954) Kapatıldığı için ( Amma uğursuz adammışım (!) Ben doğduğum yıl Köy Enstitüleri kapatılıyor.) Onun hakkında vereceğim bilgiler elbette oradan buradan okuduklarım olacaktır ama bu yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağım İmam-Hatip Liselerini çok iyi biliyorum.
İlk okulu Erzurum-Pasinler Nef’i İlkokulunda, Orta Okulu İstanbul- Beykoz Orta Okulunda, Liseyi İstanbul- Bakırköy Lisesinde ve Yüksek öğrenimi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde tamamlamış, yani İmam Hatip Liseleri ile öğrenci olarak hiç bir bağı olmayan, hatta Lise yıllarında seçmeli olan Din Dersini seçmeyen ama otuz iki yıllık öğretmenlik hayatının on üç senesinde İmam- Hatip Liselerinde Tarih Öğretmenliği yapan biri olarak İmam-Hatip Liselerini çok iyi biliyorum.
İşte belki de biraz bu yüzden yani en azından, hiç olmazsa İmam-Hatip liseleri hakkında - O okulların bir kez olsun içine girmediği halde- hariçten gazel okuyanlara İmam-Hatip Liselerini anlatabilirim ihtimaliyle bu yazı dizisini ele aldım.
Bu arada yine bu vesile ile hakkında çok konuşulan Köy Enstitülerini de tanıtmış olurum. ( O konuda iddialı olmasam da.) belki.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Köy Enstitüleri ile başlayalım.
Öncelikle Köy Enstitüleri hangi ihtiyaca binaen açılmıştı?
İşte bu sorunun cevabını vermek için Atatürk’ün hem eğitim hem de köylü kavramları ile ilgili sözlerine kulak verelim.
Daha ülke düşmandan temizlenmeden 26 Temmuz 1921 de Ankara’da Maarif Kongresinin( Milli Eğitim Şurası ) açılışında şu konuşmayı yapıyor Atatürk:
"... Devlet bünyesinde yüzyıllar boyu derin idari ihmallerin neden olduğu yaraları iyileştirmede verilecek emeklerin en büyüğünü hiç kuşku yok ki, irfan yolunda esirgemememiz lazımdır... Şimdiye kadar takip olunan öğretim yöntemlerinin, milletimizin gerileme tarihinde önemli etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir Milli Eğitim Programı’ndan söz ederken, eski devrin boş inançlarından ve yaradılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu kültür kastediyorum. Çünkü, milli dehamızın tam olarak gelişmesi, ancak böyle bir kültürle sağlanabilir. Herhangi bir yabancı kültür, şimdiye kadar takip edilen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Fikri kültür ortamla uyumludur. O ortam milletin karakteridir..’’
Henüz Milli Bağımsızlık Savaşı’nın sona ermediği ve Lozan Antlaşması’nın imzalanmadığı günlerde Anadolu’da bir yurt gezisinde yine eğitimle ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Arkadaşlar! Bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, iktisat ilim ve irfan olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar kazandığı zaferler, memleketimizi gerçek kurtuluşa kavuşturmuş sayılmaz. Bu zaferler ancak gelecek zaferlerimiz için değerli bir zemin hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım. Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım."
Evet..Atatürk, süngü ile kazanılan bir zaferin yeterli olmadığını, bu zaferin ilim ve iktisatla taçlandırılması gerektiğini önemle vurguluyor.
1 Mart 1922’de TBMM’ni açarken yapmış olduğu söylevde ise Anadolu köylüsünün durumunu açıklıyor ve devletin ona karşı olan ödevlerine dikkat çekiyordu:
"Yüzyıllardan beri ulusumuzu yöneten hükümetler öğretim ve eğitimin genelleşmesi isteğini göstere gelmişlerdir. Ancak bu isteklerine varmak için Doğuyu ve Batıyı taklitten kurtulamadıklarından sonuç ulusumuzun bilgisizlikten kurtulamamasına varmıştır. Bu acıklı gerçek karşısında bizim izlemek zorunda olduğumuz eğitim ve öğretim siyasetinin ana çizgileri şöyle olmalıdır... Demiştim ki, bu yurdun asıl sahibi ve toplumumuzun temel öğesi köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne dek eğitim ve öğretim ışığından yoksun bırakılmıştır... "Türkiye’nin asıl sahibi ve efendisi kimdir? Bunun yanıtını hemen birlikte verelim. Türkiye’nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. Öyle ise herkesten daha çok gönence, mutluluğa ve zenginliğe en çok hak kazanan ve lâyık olan köylüdür. Bunun için TBMM Hükümeti’nin iktisadi yasası bu temel gayeyi elde etmeye yöneliktir...
Öncelikle köylünün cehaletten kurtulması gerekiyordu. Bu amaçla da 1927-1928 yılları arasında 3304 Halk Dershanesi açıldı ve bu dershanelerde Arapça harflerle okuma yazma öğretilmeye çalışılan 64.302 kişiye okur yazar belgesi verildi. Yani ortalama olarak her dershaneden( derslikten) ancak yirmi kişi okuma yazmayı öğrenebilmişti. Bu oldukça düşük bir düzeydi. Arapça harflerle milleti kısa sürede okur yazar yapmak mümkün değildi.
İşte bu sebeple 1 Kasım 1928 de Harf İnkılabı ile Arap harflerinden Latin Alfabesi dediğimiz ve bu gün kullandığımız harflere geçildi. Ancak sorun hâla devam ediyordu. Bu yeni harfleri kim öğretecekti? Diğer bir sorun da millet gönüllü olarak bu yeni harfleri öğrenmek için seferber olacak mıydı? Yine de öncelikli sorun bu harfleri kimin öğreteceği idi.
O günün şartlarında bu sorunu çözmenin en mantıklı şekli Millet Mektepleri idi.
Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey’in hazırladığı “Millet Mektepleri Talimatnamesi” (Yönetmeliği) 11 Kasım 1928’de Bakanlar Kurulu’nda onaylandı ve 7284 sayılı Bakanlar Kurulu kararının 24 Kasım 1928’de Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla yürürlüğe girdi.
Yönetmeliğe göre daha önce okuma yazma bilsin bilmesin 16-30 yaş arası her Türk vatandaşının kurulacak Millet Mektepleri’nde kurs görmesi zorunlu idi. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu okulların Genel Başkanlığını ve “Başöğretmenliği”ni üstlendi. Kadın erkek her Türk vatandaşı da bu kurumun üyesi ve yardımcı organı kabul edildi.
Yani milletin kendisinin gönüllü olup olmamasına bakılmadan yeni harflerle okuma yazma öğrenmesinin zorunlu olduğu ilkesi kabul edildi.16-30 yaş arası Herkes okuma yazmayı ya öğrenecek ya öğrenecekti. Gönüllü olarak kurslara katılmak diğer yaş grubu için söz konusuydu. Ancak hâla önemli bir sorun vardı? Yönetmelik filan iyiydi de yeni harfleri kim öğretecekti vatandaşa?
Atatürk’ten Harf inkılabı ile ilgili çok güzel anı vardır. Kısaca ondan bahsedelim ki bu konunun ne kadar kısa zamanda nasıl halledildiği anlaşılsın.
Falih Rıfkı Atay eski yazıyla yeni yazının bir süre yan yana kullanılmasını önermiş, Mustafa Kemal, “Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz. Çocuğum, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir iç harb, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver’in yazısına döner. Hemen terk olunuverir,” demişti.
Enver’in yani Enver Paşa’nın yazısı neydi peki?
Zannedildiği gibi Arap harflerinin değiştirilmesi düşüncesi ilk olarak Atatürk’ün kafasında belirmiş bir düşünce değildi Şimdi pek çok okuyucum ve Osmanlıcı arkadaş şaşıracaktır belki ama Arap harflerinden Latin Harflerine geçme düşüncesi ilk olarak II. Abdülhamit’in kafasından geçmiş, hatta bu konuda ufaktan ufaktan ön çalışmalara da başlanmıştı. Daha da ilginci neydi biliyor musunuz? II. Abdülhamit’in bu fikrine İttihat ve Terakkinin bir numaralı adamı olan Enver Paşa karşıydı. Oysa terakki ilerleme demekti.
Yanlış anlaşılmasın. Enver Paşa da Alfabenin değişmesini istiyordu ama bakın nasıl?
Enver Paşa diyordu ki Arap harfleri olsun alfabemiz ama harfler bitiştirilmeden yazılsın.
Arap Harfleriyle okuyup yazma bilmeyenler pek anlamadı tabii ki Enver Pşanın bu dahiyane (!) düşüncesini. Durun bir örnek vereyim:
Enver Paşa diyordu ki: Mesela ‘’ Baba ‘’ kelimesi بابا olarak değil de ب ا ب ا olarak yazılsın. ( Harfler bitiştirilmeden ayrı ayrı )
Nitekim 1909 da II. Abdülhamit tahttan indirilince bu yönde çalışmalara başladı ama tutturamadı tabii ki. Atatürk’ün bahsettiği ‘’Enver’in Yazısı’’ olayı buydu işte.
Latin alfabesi ile ilk uygulamaları bizzat Mustafa Kemal yaptı. 15 Eylül 1929 günü Sinop’ta, Köy Yatı Okulu’nun bahçesinde iki saat tahta başında halka ders vermiş, arabacı Bekir Ağa’ya yeni harflerden birkaç harf öğretmişti. 28 Eylül 1928’te Gemlik’te gazozcu Haydar, tuhafiyeci Yahya, zahireci İsmail, Bekir Ali, Adil ve Hüseyin, zürradan Ethem, zeytinci Mustafa, Sait, bakkal Osman ve Halit efendilere hitaben çektiği telgrafta şöyle diyordu: “Okuma ve yazmayı bir haftada öğrenmek gayretini gösterdiğinizden memnun oldum, tebrik ederim….
Yani anlayacağınız yeni alfabe ve bu alfabeyi öğreteceklerin yetiştirilmesi oldukça hızlı yürüyen bir iş oldu. Hatta bu yeni harfler için marş bile bestelendi Osman Zeki Üngör tarafından ( 1929 yılında )
Millet Mekteplerinin resmen açılışı ise 1 Ocak 1929’da gerçekleşti. O gün, yurtta “Maarif Bayramı” olarak kutlandı. Ne var ki Millet Mekteplerinin mimarı olan Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey açılış günü apandisit nedeniyle hayatını kaybetti. Başbakan İnönü, iki ay boyunca Mustafa Necati’nin yerine birini atayamadı. Görevi vekâleten kendisi yürüttü.
Eğitim seferberliğinin başladığı ilk yılda (1929) 20.487 derslik açıldı; 1.075.500 kişi bu okullara devam etti ve 597.010 kişi okuma yazma öğrenerek belge aldı.( Yani günümüzdeki okuma yazma kurslarında olduğu gibi kursa katılan herkese okur yazar belgesi verilmedi. Gerçekten öğrenenler aldı bu belgeyi.)
1927-1928 yılları arasında Arapça harflerle yapılan okuma yazma uygulamasında her dershane 20 öğrenciye okuma yazma öğretmişken, Latin Harfleri ile yapılan uygulamada her Millet Mektebi dersliğinde bu sayı 29 a çıkmıştı.
Tüm dünyada Ekonomik bunalımın olduğu o yıllarda Millet mekteplerine yeterli ödenek ayrılamamasına ve dolayısıyla bir takım aksaklıkların yaşanmasına rağmen üç yılın sonunda okuma yazma öğrenenlerin sayısı 1.250.000 i geçmişti.
Daha sonraları Ülkede, “Sabit”, “Seyyar(Gezici)’’, “Özel” olmak üzere üç tür Millet Mektebi hizmet vermiştir. Bunlara daha sonra “Köy Yatı Mektepleri” ile “Halk Okuma Odaları” eklenmiştir.
Sabit Millet Mektepleri; eğitimin okul, kahvehane, cami, köy odası gibi mekanlarda gerçekleştiği mekteplerdi. Gündüz çocuklar, akşam yetişkinler ders görürdü. Nüfusu yoğun yerleşim yerlerinde sabit millet mektepleri açılırdı.
Gezici Millet Mektepleri ise okulu olmayan köylerde yalnızca bir dönem için açılırdı. Kış heyeti Kasım ayından Şubat sonuna kadar çalışmalarını sürdürürdü. Kış heyeti gönderilemeyen bölgelere yaz dershaneleri açılmıştır.
Özel Millet Mektepleri, hapishaneler, bankalar gibi bazı devlet kurumları ile büyük çiftlik ve fabrikalarda çalışanların okur yazar hale getirilmesi için açılan okullardır. Halkın, kendisine yakın işletmelerde personel için açılan kurslardan yararlanması için çalışılmıştır.
Köy Yatı Dershaneleri, okulu olmayan köylerdeki çocuklar için il ve ilçe merkezlerinde açılan, giderlerinin bir kısmı Millet Mekteplerince karşılanan dershanelerdi. Amaç, bu dershanelerde okuma-yazma öğrenen çocukların köylerine döndüklerinde diğer çocuklara okuma-yazma öğretmesi idi.
“Halk Okuma Odaları”, halka okuma yazmayı sevdirmek, unutmamalarını sağlamak ve pratik bilgiler almalarına yardımcı olmak üzere 1930’dan itibaren açılmış dershanelerdi. 1933 yılında sayısı 778’e ulaşan bu odalar Millet Mekteplerinin bir yan kuruluşu olarak kabul edilirler.
Millet Mektepleri, Köy Yatı Dershaneleri ve Okuma Odaları güzel uygulamalardı ancak sorun sadece insanların okuma yazma öğrenmesi değildi. Çünkü eğitim, sadece okuma yazmadan ibaret değildi. Özellikle ‘’ Milletin efendisi’’ denilen köylü için dahası yapılmalıydı.
Bu aşamada amacı halkı salt okur yazarlıkta, temel bilgilerde değil, kültürel toplumsal ve güzel sanatlar alanında geliştirmek, ulusal değerleri çağdaş yöntemlerle işleyip zenginleştirmek ve Atatürk inkılap ve ilkelerini yaymak ve kökleştirmek olan Halk Evleri Türk Ocakları ve Öğretmen Birliklerini de içine alan bir yapı olarak 19 Şubat 1932’de 14 il merkezinde bizzat Atatürk tarafından kurdurulmuştur.
Ancak şehirlerde elde edilen başarılar köylerde alınamamış, bu durum ise dikkatlerin köylere çekilmesine sebep olmuştur.
DEVAMI GELECEK BÖLÜMDE.
KAYNAK
1- Vikipedi – Köy Enstitüleri
2- Anadolu’da Aydınlanma Hareketinin Doğuşu: Köy Enstitüleri Dr. Necdet AYSAL
3- Falih Rıfkı Atay, “Yeni Yazı”, Türk Dili, Sayı 23
4- İbrahim Necmi Dilmen, “Harf İnkılâbı”, Türk Dili-Belleten, S. 31-32
NOT: BÜYÜK ÖLÇÜDE ALINTI BİR YAZIDIR.
RESİMLER:
1-1929 YILINDA BU GÜNKÜ KIRKLARELİ İLİMİZİN KOFÇAZ İLÇESİNE BAĞLI ELMACIK KÖYÜNDEN( Tahmini olarak söylüyorum zira bir başka Elmacık Köyü bulamadım. ) BİR MİLLET MEKTEBİ MANZARASI:
Soldaki kara tahtada ‘’ Elmacık Millet Mektebi 15 Nisan 1929’’ yazıyor. Sağdaki Kara tahtada ise ‘’ Bizi cehaletten kurtaran ulu Gazi var ol’’ yazmakta.
2- Yine bir Millet Mektebi... Kapı önünde oldukça genç, - hatta çocuk sayılacak- başı şapkalı, boynu kravatlı öğretmen ile yaşlı bir nine… Yasa 16-30 Yaş arasına zorunlu dediğine göre bu nine gönüllü mü gidiyor yoksa kimsenin yasayı taktığı yok ‘’ maksat okur yazar oranı yüksek görünsün’’ diye zorla mı o kursa tabi tutturuluyor orasını bilmek zor. Yüzündeki ifade bana hiç de gönüllü gibi gelmese de yine de net bir şey söylenemez.
YORUMLAR
Hocam,
asagidaki cumle kafami karistirdi, buyuklerime bir sorayim dedim, Bastan soyleyim, art niyetim yok, sadece merak:
"Yüzyıllardan beri ulusumuzu yöneten hükümetler öğretim ve eğitimin genelleşmesi isteğini göstere gelmişlerdir. Ancak bu isteklerine varmak için Doğuyu ve Batıyı taklitten kurtulamadıklarından sonuç ulusumuzun bilgisizlikten kurtulamamasına varmıştır. Bu acıklı gerçek karşısında bizim izlemek zorunda olduğumuz eğitim ve öğretim siyasetinin ana çizgileri şöyle olmalıdır...
Osmanli'nin Arap alfabesini kullanmasi Doguyu taklit oluyor ama Latin alfabesini kullanmak Batiyi taklit olmuyormu acaba? Dedim ya, sadece merak ettim.
slm
abdullah konuksever
abdullahkonuksever tarafından 1/18/2016 11:53:18 AM zamanında düzenlenmiştir.
sami biberoğulları
Osmanlının Arap alfabesini kullanması doğuyu taklit değildir. Çünkü Osmanlı daha beylik bile değilken Arap alfabesini kullanıyordu. Ondan önceki Türk devletleri de Arap Alfabesini kullanıyorlardı. Yüzlerce senedir Arap alfabesi kullanılıyordu.
Cumhuriyet döneminde de 1928 e kadar Arap Alfabesi vardı. Olaya sadece alfabe açısından bakarsak rahatlıkla şunu diyebiliriz:
Türklerin yüz yıllardır kullandığı ( kendi milli alfabeleri olan Göktürk alfabesi ve Uygur alfabesi olmasa bile ) Arap alfabesi mi daha millidir? Yoksa 1928 e kadar hiç kullanmadıkları Latin alfabesi mi?
İşte bu soru soruyu sorduğumuz zaman cevap gayet açıktır. Başka izaha gerek var mı?
Selam ve sevgilerimle.
hotamisli
cevabiniz icin cani gonulden tesekkurler.
slm,
abdullah konuksever
hocam meraba ben sandıklı imam hatip ten 99 mezunu bir öğrencinizim yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum bu yazınız da çok güzel tebrik ederim
sami biberoğulları
Aramıza hoş geldin.
Selam ve sevgilerimle.
Hocam bu yazınızı akşam okumuştum ancak internet gittiğinden yorum yazamamıştım ve devamı olacağını umuyordum ancak başka yazıyla karşılaştım sebebi her neyse bu yazıda da çok şeyler öğreneceğim muhakkaktı Köy enstitülerini okuma yazma öğretilen yer olarak biliyordum her ne kadar bizim köyde kurulmamış olsa bile detaylı olarak bu yazıda öğrenirim umudu vardı belki ilerleyen zamanlarda emeğinize sağlık saygılarımla
sami biberoğulları
Yazı devam edecek ama hem okuyucu sıkılmasın, hem de ben kendim sıkılmayayım diye arada başka yazılar da olacak. Yani devamı var.
Sizin köyde kurulmamış ama Samsun- Ladik'fe kurulmuş. Ayrıca okuma yazma öğretilen yer değil Köy entstitüleri. Öğretmen okulları. Okuma yazma öğretilen yerler Millet Mektepleri.
Selam ve sevgilerimle.
bekir odaci
Çizgi altından başlasınız da olur.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
*Birçok çarpı yan yana gelince çizgi olur :)) (Özlü söz)
XXXXXXXXXXXXXX
( Amma uğursuz adammışım (!) Ben doğduğum yıl Köy Enstitüleri kapatılıyor.)
1. Amma değil ama
2. Parantez içindeki ünlem alay etme anlamındadır, inanmamak anlamında olan soru işareti.
3.Nokta parantezin içine değil sonuna konur.
Erzurum-Pasinler
*(Hayrola abisi bu tirenin esbab-ı mucizesi nedir?
XXXXXXXXXXXXXX
Aman! Neyini okuyacağım, okuyucuya saygısı yok ki...
sami biberoğulları
Teşekkürler .)))))))
sami biberoğulları
Bir yıldır sitedesin, çıkara çıkara ''SEMBOL (SİMGE)'' diye bir yazı çıkarabilmişsin ancak , ona da kimse tenezzül edip bir yorum bile yazmamış ve gelip bana noktalama dersi dersi veriyorsun.
Haa, ''Esbab-ı mucize değil'' ''Esbab-ı mucibe'' bilmediğin b.ku git mektebinde oku...Bu da özlü söz değil. Ata sözü))))))))
arjin güler
Öyle bir yıl Osmanlı paleografyası okumakla Osmanlıca bilinmez koçum.
Hatasız yaz hepücüğünü okuyum :))))))
Köy Enstitüleri ve İmam-Hatipler gibi iki "önemli" yapıya dikkat çekmeniz hoş olmuş.Bakalım nasıl devam edecek,merakla okuyacağım...
Sami Bey..bilseniz de şu kitabın önemli bir kaynakça olduğunu düşünüyorum Köy Enstitüleri için.Orada Bir Köy Var Uzakta.(Asım Karaömerlioğlu)
Hatta elimde 1950 den sonra açılan İmam-Hatiplerin sayısı da var.Ancak yazınızın devamını "okumadan" bir değerlendirme yapmak "şık" olamayacak.
Elinize sağlık...
Sami Bey....Yıllar önce Latin harflerine geçişte İttihatçı Dr.Abdullah Cevdet'in 1913 ten itibaren çok önemli çabası olduğunu da okumuştum.Ayrıca bu konuda görüşünüzü de açarsanız sevinirim.
Selamlarımla.
sabri ayçiçek tarafından 1/14/2016 8:59:08 PM zamanında düzenlenmiştir.
sami biberoğulları
Sayfama Şeref verdiğiniz ve güzel yorumunuz için teşekkür ederim.
Bu yazının Köy Enstitüleri bölümüyle ilgili kısmında çok iddialı olmadığımı parantez içinde belirtmiştim. ''Köy Enstitüleri hakkında ben ne düşünüyorum'' konusuna da fazla girmeyeceğim. Kendimden ziyade hem lehinde hem de taraftar olanların görüşlerini ortaya koymaya çalışacağım ( Elimden geldiği kadar tabii ki) Bu kısım bittikten sonra İmam-Hatiplere geçeceğim. 1978 yılında Antalya-Manavgat İmam_Hatipl Lisesinde öğretmenlik görevime başladığım güne kadarki İmam Hatip Liseleri hakkında da yine okuduklarımı size aktaracağım
1978 ve sonrası için ise yaşadığım İmam-Hatipleri anlatmaya çalışacağım.
Abdullah Cevdet konusu bu arada geride kalmış olacağı için belki bir başka yazıda ona da yer veririm diye düşünüyorum
İlginiz için şimdiden teşekkür ediyor selam ve saygılar sunuyorum.
Merhaba Hocam, köy enstitüleri hakkında pek bir bilgim olmamakla beraber, Köy Enstitüsünden mezun olan Huriye Saraç, öğretmeni yakinen tanıyorum. Anılarını her biri dört yüz sayfayı aşan üç kitapta toplamış.
O öğretmenin üç kitabını da aldım ve okudum. ama ne okumak... Neredeyse her kitaba bir gece ayırdım. Öyle sürükleyiciydi ki, bırakmam mümkün olmuyordu.
Köy enstitüsüne nasıl girdiğini, orada nasıl eğitim gördüklerini, hangi köylere ataması yapıldığını ve atandığı köylerde cehalet ve tabularla nasıl savaştığını, yeri geldiğinde köylünün hem doktoru, hem ebesi, hem baytarı olduğunu anlatmıştı. ayrıca ziraat mühendisliği de yaptığını unutmamak lazım.
Çünkü bu enstitüler sadece okuma yazma değil çok yönlü, köylüye hizmet için yetiştirilmişlerdi.
Bu kurumlar hakkında şahsi fikrim sorulacak olursa, güzel birer eğitim ve öğretim Kurumları'ymış, derim.
Eline emeğine sağlık. Tebrik ederim.
selam ve saygılar.
sami biberoğulları
Köy Enstitüleri ile ilgili olarak benim duyup işittiklerim de ilk ve orta okul yıllarımda aynen senin söylediklerindi. Ama lise ve üniversite yıllarımda baktım ki başka şeyler de söyleniyor.
İşin doğrusu bir kaç Köy Enstitüsü mezunu öğretmen tanıdım hayatım boyunca. Diğer tanıdığım öğretmenlerden herhangi bir üstün tarafları olmadığı gibi daha aşağı tarafları da yoktu. Bizim gibi öğretmendiler vesselam. Sadece biz nazaran çok daha zor şartlarda öğretmen olmuşlar, çok daha zor yerlerde, görev yapmışlardı. Yalnız bize nazaran çok daha fazla çok yönlü insanlardı. Mesela içlerinde bir çalgı aletini ( Özellikle mandolin) çalmasını bilmeyen yoktu. Hem ağaçlara hem insanlara aşı yapabiliyorlardı. Sağlık personeli olmayan köylerde millet onlara götürüyordu hastalarını.
Neyse bunları ileriki bölümlerde yazacağım inşallah
Selam ve sevgilerimle.
Annemin köyünde,
sahile yakın bir yerde, içerisi mora(Böğürtlen) dikenleri ile dop dolu, büyükçe bir yıkıntı vardı.
Bazı günler orada saklambaç oynardık arkadaşlarla.
Köy yeri burası, her şey, her çalı, her taş parçası değerlendirilir.
Sadece o harabe yere dokunulmazdı.
Bir sahibi flan da yoktu hani.
Sordum, ''Halk Evi'' dediler.
Dedem, Hasan Saka gibi bir başbakan çıkarmış köyümüzün silme CHP li olmasına rağmen,
koyu bir Demokrat Parti taraftarıydı.
Bu nedenle olsa gerek,
hep kötü bir şey olarak tanıtmıştır bizlere bu Halk Evlerini.
Sanırım inşaatı yarım kalmış Halk Evinin.
Yoksa, en azından başka bir konuda, muhtar odası, kahvehane gibi değerlendirilirdi en azından.
Sonuç olarak,
bu Halk Evleri, hep bir sevimsiz durum olarak yer etmiş düşüncelerimin arasında.
Oysa,
yararlı bir iş için kurulmuş, millete de faydası olmuştur şüphesiz.
Nedendir bilmiyorum,
çok araştırmak, öğrenmek gelmedi içimden bu konuyu.
Dedemin anısına saygıdan mıdır, nedir?
Konuyu, bir kez de sizin kaleminizden okumak güzel olacak.
sami biberoğulları
Öncelikle uzun bir aradan sonra tekrar hoş geldin. Umarım sağlık-sıhhatle ilgili bir problem değildir aramızdan bu kadar uzun süre ayrılmanın sebebi.
Halk evleri...
Ben Lisede okurken Bakırköy'de bir halk evi vardı. Günümüzün ünlü sanatçılarının bazıları oradaydı. Okuldan bazı arkadaşlar da gidiyordu. Lakin ben hiç kapısından içeri adımımı atmadım. Aynen sen gibi bana da sevimsiz gelmişti babam koyu bir CHP li olduğu halde.
Belki de babam ile annem arasında dağlar kadar fark olduğu ve ben anneci olduğumdan olsa gerek. Sevemedim Halk evlerini.
O dönemlerde bir de Hippilik modası vardı ki gıcık oluyordum hippilere. Alakası olsun ya da olmasın Halk Evlerine takılanlar benim gözümde hippi idi.
Daha sonra dilimize anarşist diye bir kavram girdi. Artık Halk evlerine takılanlar gözümde hep anarşist oldular.
Şimdilerde onlara sosyal demokrat ya da Atatürkçülerle takılan ama onlardan da uzak olan marjinal gruplar deniyor.
Böyle işte...
Selam ve sevgilerimle.
sami hocam yazılarını okuyunca yorum yazmak istiyorum ancak yazına gelen bazı ulema yorumları görünce dilimi ısırıp geri çekiliyorum
sonra aklıma geliyor ki
cehaletin bu kadarı ancak tahsille mümkün
sonra susup gidiyorum
aşka aşık gerek ne deyim öyle mutlular, öyle kalsınlar, benim yorumum da eksik kalsın.
ama söylemden geçemeyeceğim
yazı harika olmuş ellerine sağlık.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Kıymetli Hocam
(=Zannedildiği gibi Arap harflerinin değiştirilmesi düşüncesi ilk olarak Atatürk’ün kafasında belirmiş bir düşünce değildi Şimdi pek çok okuyucum ve Osmanlıcı arkadaş şaşıracaktır belki ama Arap harflerinden Latin Harflerine geçme düşüncesi ilk olarak II. Abdülhamit’in kafasından geçmiş, hatta bu konuda ufaktan ufaktan ön çalışmalara da başlanmıştı. =)
Hocam, yazınızdan alıntı yaptığım bu paragrafa, zengin siyasi kültürüne sahip çıkan Osmanlıcı arkadaşlar değil. Cahilliği paçalarından akan papağan gibi Atatürkçülük taslayan arkadaşlar şaşırır ancak.Çünkü Osmanlının siyasi sürecini bilen kişi bu bilgilere şaşırmaz nedeni daha kapsamlı bilgiye sahiptir de ondan. Sizin bu yazınız üzerine işlerimden fırsat bulabildiğim ve müsait olduğum bir zaman da Osmanlıda ne varmış? Ne yokmuş? Onları anlatan kapsamlı bir yazı keleme alma kararı aldım. Sizin yazınızda verdiğiniz verilere itirazımı kendi yazımda geniş kapsamlı ele alacağım. Çünkü aksi halde bu yazı yorum olmaktan çıkar.
Hocam öncelikle size saygısızlık etmiş olmak istemem ancak, yazınızın (bu bölümü) yanlı ve ciddi anlamda, Osmanlı karşıtı kaynaklardan derlenmiş bir yazı olduğunu düşünüyorum.
Şimdi söyleyeceklerimden dolayı (sizi tenzih ediyorum)
Ancak Mustafa Kemal övülecek diye şanlı Osmanlıyı aşağılayan çarpıtılmış bilgiler üzerinden kaleme alınmış yazı veya makaleleri doğru bulmam. Neyse gerçekler onlar yazılsın çizilsin. Zaten on yıllardır belli güruhlarca oluşturulan yalan, yanlış ve saptırılmış tarih ile oluşturulmuş provokasyon bilgiler üzerinden yüce Türk milleti özünden koparılmak istenmiş ve önemli ölçüde de koparılmıştır. Bari her türlü bilgiye ulaşıldığı bilişim çağında gerçekler açıkça ortaya konsun. Kültürel geçmişimize dönük sistemli olarak saptırmaya dayalı bu provokasyon türü eylemi okullarda ki ders kitaplarında bile yapmışlardır. Yeter artık bir tarih bu kadar saptırılıp bu kadar da aşağılanmaz, ayıptır günahtır. Yanlış anlaşılmasın bunu Osmanlıcı olduğumdan söylemiyorum. Kaldı ki siyasal anlamda Osmanlıcı da değilim. Osmanlı gerçekliği üzerinden ve şu gerekçeyle söylüyorum ki, biz kendi tarihimizi değerlerimizi şuursuzca aşağılıyoruz hiç olmazsa ceddimize saygı duyan dünyanın bizimle alay etmesine fırsat vermeyelim. Belki biz oluşturulmuş yalan tarihle kendimizi kandıra biliriz ama başka milletleri kandıramayız Dünya bize münasip yeriyle gülüyor bundan da hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Çünkü sözünü ettiğimiz oluşum bilindiği gibi üç kıta da ve yirmi dört milyon kilometre karede siyasi varlığını sürdürmüş altı yüz yıl dünyaya hükmetmiş ve dünya medeniyetine sayısız değerler kazandırmış bir büyük İmparatorluk yani Osmanlı devletidir.
Sonuçta ne kadar inkar etsek de. Selçuklu devleti de, Osmanlı devleti de bizlerin kültürel ve siyasal kökleridir. Yani hiçbirimiz ağaç kovuğundan çıkmadık ya da uzaylılar bizleri ışınlamadı. Kaldı ki Mustafa Kemal da Osmanlı da eğitim almış ordusun da şerefli üniformayı giymiş bir subaydı. Osmanlıda eğitim seviyesi günümüzün Türkiye’si düzeyinde olmaya bilir ama döneminin en yüksek düzeyinde idi. Yani Mustafa Kemalin anne ve babası daha tanışmamışken Osmanlıda kız ve erkek öğrenciler o zaman ki adıyla ‘’sübyan’’mektebi denilen (bu günkü karşılığı ilkokul) olan eğitim kurumlarına gidiyordu. Kur’an öğrenmenin yanın da başta matematik olmak üzere sosyal bilgiler kapsamın da ilmi eğitimde alıyorlardı.
Gelelim Osmanlı cahildi iftirasına.
Osmanlıda ki bilim insanı ve aydın kadın sayısı o dönemin en ileri ölçülerin de idi. bu gün kaç tane kadın dergisi var bilmem ama Osmanlıda ‘’yazarı çizer'i’’kadın olmak kaydıyla kırka yakın kadın dergisi vardı Osmanlının son on altı yılında kesintisiz yayınlanan gündelik kadın gazetesi vardı. Bu gün ne kadar var?
Osmanlıda (son dönem)nüfusun %60 okuryazardı üstelik kurtuluş savaşına kadar on iki yıl süren savaşlarda okumuş neslinin önemli bir bölümü şehit olmuştu. (o dönem Avrupa ve doğu blok ülkeleri de dahil diğer ülkelerde de bu oran aşağı yukarı aynıydı)
92 yıl sonra bu gün, ülkemizde okur yazar oranı % 73 ( Bu gün Avrupa ve eski doğu blok ülkeleri de dahil diğer ülkelerde okur yazar oranı % 98)
……
Osmanlıda (son dönem Anadolu) sınırların da nüfusun eğitim ortalaması ilkokul üç idi. ( O dönem Avrupa ve eski doğu blok ülkeleri de dahil diğer ülkelerde de Aşağı yukarı eğitim ortalaması da bu orana yakındı.)
92 yıl sonra bu gün eğitim ortalaması ilkokul dört ( bu gün Avrupa'nın eğitim ortalaması lise son. Eski doğu blok ülkelerinde eğitim ortalaması üniversite 1 (bir) diğer ülkelerde lise )
Daha buna 92 yıl boyunca demokratik ekonomik kültürel kalkınmışlık alanında ki makas farkını koymuyorum.
Daha paylaşacağım birçok istatistik varda bu yorum köşesine sığmaz.
Hayatta en kötü şey bir milletin veya insanın geçmişini inkar etmesi ve söylenmiş yalanlara inanıp kendini kandırmasıdır. Nankörlüğü geçtim bari gerçeklerle yüzleşelim ki, yarınlarımızı doğru planlayabilelim
Saygı sevgilerimle.
Serhat BİNGÖL tarafından 1/14/2016 1:50:08 PM zamanında düzenlenmiştir.
sami biberoğulları
Yazı bitmedi daha. Dolayısıyla da bitmemiş bir yazı için oldukça sert olmuş yorumun.
Bu bölümde köy Millet Mekteplerinin kuruluş amaçlarını anlattım kısaca, daha Köy enstitüleri var sırada. Bunların hepsinin kuruluş amaçları anlatılacak. Daha sonra faaliyetleri tabii ki.
Böyle bir yazıyı yazarken de sadece bir görüşün nokta-i nazarından konuyu ele almak doğru olmaz. Bu ilk bir kaç bölümde elbette ki senin Osmanlı karşıtı dediğin benim ise Köy Enstitüleri taraftarları olarak nitelediğim kesimin görüşleri olacak. Bu gayet normaldir. Ancak tüm bu faaliyetlere karşı olanların görüşleri ve tezlerine de yer verilecektir.
Yani Köy Enstitüleri bir ışıktı ve yobazlar , gericiler uğraşa uğraşa kapattırdılar diyenin de '' Köy Enstitüleri bu ülkeyi dinsiz ve komünist bir ülke yapmak için kurulmuştu'' diyenlerin, hepsinin görüşlerine yer verilecek.
Kim neden karşı çıkmış, kim neden dört elle sarılmış? Tüm bunları sadece tek bir bakış penceresinden yazarsak doğru olur mu?
O bakımdan bence bekle biraz. Böyle bir yorum için aceleci davranmışsın.
Selam ve sevgilerimle.
Serhat BİNGÖL
Sonuçta yorumcu kardeşimizin alaycı bir üslupla dediği gibi ben ulama falan değilim. Akşama kadar sırtında çuval taşıyan hamal adamım yoğun mesai saatlerim den fırsat buldukça da ofisimde dostların yazılarını okuyup naçizane yorum yazmaya çalışıyorum. Tek fark bana ezberletilenlerle yetinmiyorum o kadar.
Hocam siz daha iyi bilirsiniz dünyada ki, hiçbir devrim de o milletin alfabesi değiştirilmemiştir. Kaldı ki yarı monarşiyle yönetilen meclisi ve mebusları olan ve hedefinden çağdaşlık olan bir devlete karşı yapılan neyin devrimiyse. Bir milletin alfabesinin değişmesi en az elli yıllık bir zaman gerektirir öyle parmak şıklatır gibi bir günde yani kısacık bir zaman içerisinde yapılmaz. Yapılırsa da bunun adı harf devrimi olmaz direkt cinayet ya da intihar olur.
Örneğin Rusya dünyanın bilimsel ve kültürel gelişmişlikte dünyanın en öncelikli ülkesidir değil mi? Diyelim ki Rusya'nın kiril alfabesi yani yazım dili değiştirilsin atıyorum Çince olsun Rusya'nın anası mikilir. En az yüz sene kendine gelemez gelse de aynı kategoride olduğu ülkelerle her konuda gelişmişlik adın arasındaki makas açılır.
Son cümle Mustafa Kemali nasıl övüyorlarsa övsünler buna kimsenin bir itirazı yok sadece bunu yaparken, Osmanlıyı yalan yanlış iftiralarla aşağıladıkları söylemlerde bulunmasınlar olay bu dur.
Saygı sevgilerimle.
Ağabey çok güzel bir konuya parmak bastınız.Hele hele 2.A.Hamid'in başlattığını ben anlatamadım cahil cühela kısmına.Adamlar Abdulhamid diyor başka şey demiyorlar amma bu konuya gelince iftira diyorlar.
Yazının devamını sabırla bekliyorum.
sami biberoğulları
Biz doğruları söyleyelim de inanan inanır, inanmayan kendi bilir.
İnsanlar maalesef işlerine gelene inanıyor.
Selam ve sevgilerimle.