- 901 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Çok Pis Aşk ve Müzeyyen 2
Müzeyyen yeni bir aşka sahip olmanın mutluluğu ile anlaşma metnini satış görevlisinin anlatımını yeterli görüp okumadan imzalamış ve adres, ve telefon bilgilerini bırakıp ücretini de ödedikten sonra evinin yolunu tutmuştu içinde anlamsız bir garipsemeyle birlikte bir heyecan patlaması eşliğinde. Evet, artık müzeyyenin de bir aşkı vardı, hem de çok pis bir aşkı. Yürüdükçe düşüncelerinde anlamsızlıklar anlam kazanmaya başlamaya başlamıştı. Neydi? Çok pis aşk. Acabalı sorularına binlerce cevap buluyor ve bir an önce evine gidip, aşkına yemekler yapıp mutluluğunu sunmalıydı akşam yemeği sofrasında.
Kah yürüdü, kah metro, taksi derken evine ulaşmış ve akşama kalmaz kargo ile kendisine teslim edilecek aşkı için mükellef bir sofra hazırlamıştı ki zaman zaman yıllardır çalmadığını düşündüğü telefonunun aşka gelmiş gibi -kulağında ilkbahardaki kuş cıvıltıları-
- Alo
- Merhaba hayatım, alınacak bir şey var mı, istediğin bir şey falan diye sormak istemiştim.
Ama, ama kimdi bu telefondaki ses ve ona hayatım demişti, dahası gelirken, almak, istediğin… bu da kimdi? O bu olabilir miydi, yoksa bu o muydu?
- Af edersiniz, yanlış aradınız sanırım.
- Müzeyyen benim canım. Senin çok pis aşkın da bu afra tafra ne diye? İstemeden kıracak bir şey mi yaptım acaba canım.
- Ya! Hayır, hayır, ama, of..
- Tamam, tamam hadi var mı istediğin bir şey, sen onu söyle, gerisini gelince konuşuruz canım.
- Yok.
Diyebilmişti müzeyyen sadece ve karşılığında “görüşürüz canım”. Telefon kapanmış ama müzeyyen kopamamıştı hâlâ aklında dönüp duran kelimelerden(hayatım, canım, gelirken, bir şey ister misin…).
Eli ayağına mı dolaşmış derlerdi halini görseler, yoksa! Yoksa sı yoktu işte, bildiğin eli ayağına dolaşmış, sakarlığını da bunun üstüne ekleyecek olursak ufak morluklarla yine de iyi atlatmıştı kapının zili çalıncaya kadar.
Evet diyordu içindeki ses, evet, kapının arkasındaki oydu, gelmişti, zaman durmuş gibi miydi yoksa zaman hiç mi var olmamıştı? Zil sesinden bulunduğu ana kadar geçen zamanın uzunluğunu fark etmişti ve koşar adımlarla giderkene takılıp düştü, kalktı, daha doğrusu kalktığını sanıp yeniden düştü, ne büyük bir savaştı kendine yenildiği, ayaklarına itaat ettiremediği… sinirleri gerilmiş bir vaziyette kapıya ulaşmış ve mutlu sondu işte bu son.
Elinde rengarenk çiçeklerden bir buket, diğer elinde bir kutu çikolataydı sanki. Sarılıp boynuna öpesi geldi müzeyyenin ama, ama işte “hoş geldin” diyebildi.
- “Çok naziksin, teşekkür ederim” deyip tam çiçeklere sarılacaktı ki;
- Çiçekler sana değil canım. Çiçekler yemeğimizi yerken masamızın üstündeki vazo boş durmasın diye. Ayrıca çikolatalar da senin değil, bir sana bir bana.
Ne zaman bana ay ışığı bürümüş gözlerinden bir parsel verip bakışlarınla kutsarsın, işte o zaman dünyalarım senin. Ki benim dünyam dediğimin altı da, üstü de senden ibarettir bundan sonra, yer göğe kavuşup insana kıyam gelinceye dek.
Ver elini saçları hüzün kokan kadın, sana hiçbir hediye layık değil ki bir buket çiçekle bir kutu çikolatayı layık görüp gözlerine mil çekilmiş körlüğü oynatayım dört duvar arasında. Ver elini ve koy elini bağrıma, hissediyor musun atan kalbimi? İşte hediyendir yaşadıkça senin için atacak kalbim.
Şimdi gülümse hiçbir zaman ağlamayacağına söz verirken gözlerin gözlerime.
devam edebilir…