- 807 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
'poppycock'
Take a step outside the city
And turn around
Take a look at what you are
It is revolting
You’re really nowhere
So wasteful
So foolish
Poppycock
-Nirvana, "Turnaround"
Pencereyi kapatıp, kanepeye uzandım. Tek kırlent başımın yeteri yükseklikte olmasını sağlamadığı için iki ayağımın arasına sıkıştırdığım diğer kırlenti de tutup, başımın altına koydum. Saçım hafiften ıslanmıştı. Kral Übü’yü zor bela bitirdiğim içim kendime kızıyordum. Son zamanlarda ne yediğim yemekten ne de uğraştığım herhangi bir meşgaleden lezzet alabiliyordum. Yine de kitaba dair izlenimlerim fena sayılmazdı. İncecik bir kitaptı. Eskiden sayfası az kitapların insana hiçbir şey kazandırmayacağına dair saçma düşüncelerim olduğu zamanlarda, incecik bir kitap görsem okumadan elimden çıkarmaya bakardım. Kalın ebatlı, avuçlarımın arasına aldığımda, beni fiziksel anlamda doyuracak kitapların faydalı olduğunu düşünüyordum. Bu bir nevi köktenci, fiziksel etmenlere bağlı yaşama geleneğinden geliyordu. İri yarı, kaslı bir erkek dağ gibi sayılır, onun eşine, çocuklarına ve çevresine karşı güçlü bir erkek profili oluşturduğu bilinirdi. İri göğüslü, kalçası geniş, ellendiğinde eti gelen genç kızların da simetrik olarak anaç özelliklerinin baskın olduğu düşünülürdü. Apalak bir bebekte aynı bu zihniyetle yorumlanırdı. Yıllar geçtikçe, benim de bazı kalıplaşmış düşüncelerimi yıkmam gerektiğini anlıyor ama bunu nasıl başaracağımı bilmiyordum.
Deneyerek doğruyu bulduğumda, ‘iyi ki iş işten geçmeden o aptal düşüncemden kurtulmuşum’ diyordum. Sanat tarihinde avangart yüklenicilerin durumu, bir nevi insanın kendi hayatında olmalıydı. Bu ilke gibi değil, kendinden, doğaçlama olarak doğduğu fikrine inanması, insanın yumuşayıp, kazanımlarını idrak etme yolunda basit adımlarla ilerlemesi kendisine fayda sağlayabilirdi. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru sanatsal anlamda anarşisinin, kültür olarak nitelendirilen, okumuşlar arasında geçerli sözlü yasalara bir tür karşı-kültür kavramını yaratması, elbette her muhafazakâr gibi ilk an itibariyle şok etkisi oluşturuyordu. Elbette insanın muhafaza etmek isteyeceği çok yüksek değerler olabilirdi, bu saygı duyulacak bir durumdu ama karşıt olarak nitelendiren gelişmeleri de yok saymak, aslında muhafazakâr tabanın dünya etrafında bir tür içine sinip, asabileşmesine de sebep oluyordu.
İki kırlenti başımın altına koyunca, düşüncelerimi daha net değerlendirebiliyordum ancak çalan telefon iç huzuru yakaladığımı sandığım atmosferin içine edince, düşünmeye ara verip, doğrulup, kanepeden kalkarak masada duran telefonu elime aldım. Teyzem arıyordu. Arada sırada beni arar, halimi hatırımı sorardı. Tek teyzem olduğu için de, benim de ona sevgim iri bir kabağı andırıyordu. Solgun sarı benzinin, tek bir noktaya baktığı anda gözlerindeki mavi ışıltının ‘karanlıklar aydınlanabilir mi’ sorusuna verdiği cevaptaki karamsarlığı aşmasındaki tek yolu Allah’a sığınıp, ibadet etmesiydi.
‘Canım nasılsın’ derken, yine o solgun ve yorgunluğunun kanıtı yüzü anımsadım. İyi olabilirdim, iyi sayılabilirdim, iyi değilim de diyebilirdim. Hepsi kendi içinde yine başka bir soru var edebilirdi. Eğer iyiysem, bir şey beni iyi hissettirdiği için olabilirdi. Hayattan zevk almak ya da yaşadığına bile şükretmek aslında iyi olmak için iki önemli etmendi. İyi sayılmak, aslında hayatın her türlü yanıyla karşılaşıyoruz işte, iyi olduğumuz da oluyor, kötü olduğumuzda; bu yüzden iyi sayılırım demekti. En sorunsalıysa, iyi değilim demekti. ‘Neden iyi değilsin, hayırdır, bir şey mi oldu’ sorusuna direkt cevap olarak ‘ya, ne olsun, var işte bir şeyler’ geldiğinde, yine gizemli bir sorunsallığa doğru insanı götüren, sonu gelmeyen bir teselli arayışına insanı sokabilirdi.
‘İyilik sağlık ya, sen nasılsın, nasıl gidiyor, çocuklar nasıl, eniştem nasıl?’ Cevabını verince, bir tür ilgiyi üzerimden çekip, onun kendisini anlatmasını istediğim sonucu ortaya çıkıyordu. Cevaben teyzem de ‘iyiyiz, ne olsun, çocuklar da iyi, ellerinden öperler canım’ dediğinde, içten içe ‘iyi değiliz ama hayat imtihanlara gebe, onlarla didinip duracağız ölüme kadar’ çıkarımı su üzerine çıkıyor ve kabak yine kelimelerin başına patlıyordu. Ağzındaki baklayı çıkarma sırası geldiğinde, kem küm ediyor, bana ‘e, ne yaptın, bulamadın mı birini hala’ diyordu. Kendimi yurdumun yüz yirmi sayfalık öykü kitaplarında bir karakter gibi hissetmeme sebep, iğneleyici olduğunu sanmadığım ama beni rahatsız eden bir cümle kurduğunu fark etmiyordu ama içtenlikle benim yuva kurmamı, çocuklarımın olmasını, eniştemi zorlayıp, doğacak her çocuğa en az bir yarım altın takma arzusundaydı. Sesi birkaç milim ilerledi. Başka şeylerden konuşursak, kendimi iyi hissedebilirdim. Rahmetli anneannemin mezarından konuyu açtım. ‘Mezarlığa en son ne zaman gittin’ diye sorunca, ‘ah canım, bayramda ya, bayramda enişten götürmüştü’ demesi, konunun dağılması için güzel bir işaretti. ‘Ya niye on beşte bir götürmüyor ki, mezarlık size arabayla on dakika uzaklıkta, binin arabaya, götürsün arada, oraya gidip Yasin okursun, toprağını okşarsın’. Konu istediğim gibi dağılıyordu. Başarıyor gibiydim. Eğer terimlerden anlıyor olsa ‘canım sen yoksa aseksüel mi oldun’ diyebilirdi. Hatta abartıp, ‘canım biliyorum Nietzsche’de iktidarsızdı, çoğu zaman cinsel ilişkiye girmeden solucanı toprağa geri dönerdi’ dese, nasıl bir karşılık verebilirdim kendisine? İlkokul mezunu, on altı yaşında evlendirilmiş teyzemin cahilliğiyle inanılmaz gurur duyuyordum. Art niyetsiz, merhametli, tertemiz bir kadındı. O evlenirken salya sümük ağlamış biriydim. Çocuktum daha, üzerimde mavi renkte kısa kollu bir gömlek vardı. O on altı yaşındayken saçları parlıyordu. Çocukluktan beri sarı saça olan ilgimi onunla özdeşleştirebilir miyim diye düşünmüyor da değilim ama eksik bir çıkarım olurdu. Sonradan akrabalardan tek tek isteyip, topladığı gelinlikli resminde prensesler gibiydi. ‘Saçım açık, günahtır, kalmasın başkasında resmim’ demişti bir keresinde. Elbette onun bu fikrine saygı duymayan da olmuştu ama o ne yapıp ne edip dağıtılan tüm resimleri kendinde toplayınca, içi rahatlamıştı. Bizde duran resmini ben vermeyi kabul etmeyince, bana bir şey dememişti. Çocukken baktığım prensesin resmine, yıllar sonra baktığımda, irkilmiştim. ‘Çocuk ya, burada daha çocuk teyzem’ diyordum. Yedi sene boyunca bir türlü çocuğu olmayınca, çıkan dedikodu zamanlarını düşününce, haksız değildim, o on altı yaşında, çocuktu henüz. Türküde on beş yaşındaki kıza âşık olduğuna dair sözler geçtiğinde, o türküden nefret ediyor, bir daha o türküyü dinlemiyordum.
‘Canım benim, sana hani komşunun kızından bahsetmiştim ya, bizim hemşeri hani, onlar geldi dün bize akşam ziyaretine. Ufak erkek çocuğu getirmişlerdi, diğer iki kızı getirmemişlerdi.’
İki ay önce bahsettiği kızın ailesi onlara akşam ziyarete gitmiş olması, teyzemin yeni gelişmeleri bana sunacağına dair işaretti. Doğa kararını vermiş, teyzem yapraklarını döküyordu: ‘Lütfiye ismi kadının, mutfakta az konuştum da, ona senden bahsettim. Yeğenim var, eli yüzün düzgün, o da evlenmek istiyor dedim. Öyle deyince kadın ilk şaşırdı ama beni seviyor. ‘Eğer senin gibiyse yeğenin, ayarlayalım görüşsünler’ dedi. Ben de dün gece arayacaktım, uyuyorsundur, rahatsız etmeyeyim dedim. Gelir misin, görüşür müsün kızla.’
Bütün nebatatı ve de hayvanatı, diğer âlemleri yaratan tek bir yaratıcının eseri olarak görmek zaten olağan bir durum. Akılsız, düşünmekten aciz bir manzaraya yaratma, düşünme ve daha bir sürü görev yüklemek akla pek yatkın gibi de durmuyor. Teyzem de her mevsim tazelenen toprak florası gibi önceleri suskun olduğu bir konuya yeni gelişmeler sunmanın mutluluğu içerisindeydi. Kızları görmediğini, ne okuduklarını, çalışıp çalışmadıklarını da bilmiyordu. Telefon kulağımı rahatsız ediyordu. Konuşmayı bitirmeliydik. Normalde kulaklıkla konuştuğum için, telefonun ekranını kulağıma dayadığım an başım ağrımaya başlıyordu. ‘Tamam, iki haftaya ayarlarsınız o zaman, sen konuşursun, Kadriye miydi, Lütfiye miydi, neydi kadının adı, ona dersin, ben gelirim, görüşürüz.’
Teyzem telefonu gülerek kapatmış, ben sana döneceğim diyordu. ‘İki haftaya kadar biraz zayıflasam mı, sakallarımı uzatsam, giderken üzerime ne giysem, birkaç aşk kitabından hikâye filan okuyup, kıza mı anlatsam’ tarzı değişik düşünceler beni rahatsız edince, ‘merdre’ diye bağırdım. Odanın içinde böyle bağırmam karşısında sersemleyecek bir topluluk yoktu. İki masa, bir televizyon, iki halı, beş perde, çarşaflar, yastıklar, kırlentler, boş bardaklar, çay makinesi, ütü, ütü yapılan seccade, kablosu eksik uydu verici… Hiçbiri ayaklanıp, birbirini yumruklamaya, küfürler savurmaya başlamadı. Hepsi son derece saygıdeğer olmakla beraber, aslında receiver’a haksızlık edip, ona verici demiştim. Alıcıydı o, uydu alıcı.
İki hafta içerisinde elimdeki yarım kalmış kitapları bitirmeye çalışıp, sakal uzatmadan, zayıflamadan, ayrıca anlatacak aşk hikâyeleri okumadığım için de heyecanlanmadan görüşme günü, görüşmenin olacağı saatten iki saat evvel söylenilen yere gidip, kah yürüyerek, kah bankta oturup gazete okuyarak zaman geçirdim. Teyzem küçük kızı Elif’i de alıp gelecekti. Beklediğim yer, bir camiydi. En azından mezarlıkta buluşacak kadar uçuk fikirlere sahip değillerdi ama camide bekleme fikrîde acayip geliyordu. ‘Ne yani, şimdi oldu dersek, camiye girip imam nikâhı mı kıyacağız? Olmadı, çocukta yapıp, imamın ilk görevini yaptığı köyde eşinin ebelik öğrendiğini varsayarak, çocuk sahibi olarak buluşmadan dönebilirdik.’ Saçmalıyordum. İşte bu korkmam gereken bir noktaydı. Eğer saçmalamaya başlıyorsam, işlerin kötüye gideceğine dair sezgilerim oluyordu.
Caminin karşısında, sol tarafındaki bakkalın cipslerini koyduğu zımbırtıyla yan yana olan bodur bir ağacın sağındaki telefon kulübesiyle arasında kalan daracık yere girmiştim. Biri görse, ‘hırsız mıdır, nedir bu etrafı gözetliyor’ diyebilirdi. Beyaz renkte sedan caminin önünde durunca, elimdeki sigarayı arkamdaki duvara söndürdüm. Her tarafım yine sigara kokuyordu. Bu ilk izlenim açısından pek de matah bir durum olmazdı. Arabanın arka koltuğunda teyzemi, kucağında kuzenimle beraber görünce harekete geçip, hemen bakkala girdim. Teyzem birazdan telefon açıp, benim nerede olduğumu soracaktı. ‘Kolonya var mı’ diye, telaşlı bir halde kasada duran adama sorunca, adam şaşırdı. Normal bir insan telaşlı bir halde kolonya var mı diye sorar mıydı? ‘Var kardeş, var, şu arkadaki rafta’ diyerek, çamaşır suyunun, bulaşık deterjanın ve Arap sabununun olduğu rafı gösterdi. Normalde büyük marketlerden üç liraya alınacak kolonya, beş buçuk liraydı. Almama gibi lüksüm yoktu. Paranın üzerini verirken zorlansın diye adama elli lirayı uzatıp, kolonyanın kapağını açtım. Ne kadar sıksam da kolonyadan bir damla elime akmıyordu. Sinirlenmiştim, ‘bu niye akmıyor ya’ diye adama bağırınca, ‘sakin ol kardeş, dur ucunu makasla keseyim onun’ dedi. Makasla ucunu kestikten sonra, normal bir kolonyanın akması gereken miktardan ve debiden fazla bir şekilde kolonya akmaya başlamıştı. Saçıma, boynuma, üzerimdeki gömlekten, pantolona, hatta ayakkabıya kadar kolonya sürdüğümü gören market sahibi, şaşkınlığının küpünü alacak hale gelmişti. Merakını dindirmek istiyor, soru sormak için kıvranıyordu. Paranın üstünü, makası alırken masanın üzerine bırakmıştı. Para üstünü bana uzatırken, ‘ya kusura bakma, bir kızla görüşmem var, sigara da sarma tütün, çok ağır kokuyor, o yüzden böyle kolonyayı sıkıyorum’ deyince, rahatlamıştı. Soru sorma ihtiyacından kurtulmuştu. Elini uzatıp, sakızların olduğu yerden yeşil renkte, naneli bir sakız çıkardı. ‘Al kardeş, bu da benden olsun, ağzın temiz koksun’ dedi. İkimizde gülüyorduk. Adama dönüp ‘baksana kadınlar için ne maymunluklar çeviriyoruz’ dedim. ‘Rahat ol’ dedi, ‘kaybedecek bir şeyin yok kardeş.’ Sakızı ambalajından çıkarıp, büyük bir iştahla çiğnerken, telefonu cebimden çıkarıp bakınca, iki cevapsız çağrı gördüm. Telefonu sessize aldığımı unuttuğumdan, teyzemin beni aradığını fark etmemiştim. Arabanın yanına vardığımda, teyzem beni görünce camdan, heyecanlanıp parmağıyla beni işaret ediyordu. Arabada oturan herkes bana bakıyordu. Arabayı sürenin saçları omzuna kadar, kırmızıya çalan bir renge boyatmış, yanında oturan bayan gördüğüm kadarıyla mantoluydu. Teyzemin yanı boştu. Elif’in, kuzenimin niye adamakıllı koltuğa oturmadığını düşünüyordum. Altı yaşına girmek üzereydi. Kucakta olacak yaşı çoktan geçmişti.
Şoför koltuğunda oturan kız camını yarıya kadar indirip, gülümseyerek ‘buyurun, geçin arabaya’ dedi. Teyzemin yanına oturup, teyzemi öptüm. Elif’i kucağıma alıp, ellerinden öperken, tesettürlü kadın ‘hoş geldin oğlum’ dedi. Az evvel marketteki adamın şaşırma hali bana geçmiş olmalıydı. İçimden ‘dur bismillah, daha yeni arabaya oturduk, ne oğlumu’ derken, cevaben zorda olsa gülümseyerek ‘hoş bulduk, biraz beklettim sanırım, kusura bakmayınız’ dedim. Kadın tekrar ‘yok oğlum, ne bekletmesi, bizde yeni geldik zaten’ dedikten sonra bana, yanındaki şoför mahallinde oturan kıza ‘hadi kızım, bizi bırak da, siz görüşün’ dedi. Sersemlemiştim. ‘Bu kız mı o kız’ diyordum içimden. Teyzem diz kapağıma elini atmış, hafiften vuruyordu. Rahat olmamı istiyordu. Elif’in kulağına eğilip, ‘öpsene yanaklarımdan’ dedim. Kıvırcık, uzun saçlarını teyzem arkadan lastikle bağlamıştı. Yanaklarımdan öperken ağır çekimde, suyun birikintisine düşen yağmur damlası gibiydi dudaklarının yanağıma değişi. Yavaş, usul usul, sevgisini uzun zamana yaymak istiyor gibi.
Şoför mahallinde oturan kız annesini teyzemlerin evine bırakırken, teyzem arabadan çıkarken Elif’i kucağıma alıp benden arabadan dışarı çıktım. Teyzeme işaret yapıp, az öteye götürdüm. ‘Ne yani, kızla buluşma derken, böyle bir buluşma mı olacaktı’ dedim. Teyzem sıradan utangaçlığını üzerinden bir türlü atamıyordu. ‘Canım, beni de Elif’in okulundan aldılar, kız demiş arabayla gideriz bir yerlere, ben ne diyeyim’ dedi. Aptalca bir tiyatro içerisinde gibiydim. Kral Übü’de geçen ‘merdre’ kelimesiyle bu başlangıca adım atmış olabilirdim. Kızın annesi bana bakıp ‘hadi oğlum, siz Cansu’yla beraber gidip konuşun’ dedikten sonra, kızına dönüp ‘canım, işin bitince beni buradan alırsın, bir de kardeşin arkadaşı Tülin’in yanındaydı, onu alırsın dönerken’ dedi. Kızı, yani Cansu arabadan çıkmamıştı. Arabanın içinden ‘tamam anne, hallederim’ diye bir ses yükseldi. Teyzeme teşekkür edeceğimi hayal ettiğim görüşmenin henüz başlangıcını yaşıyordum ama bu sonuçta teyzeme fena kızacağımı hissediyordum. Arkada oturamazdım. Cansu’nun yanındaki koltuğa geçmeliydim. Keşke araba manuel vitesli olsa diye dua ediyordum. Arabalardan anlamadığımın farkındayım, böyle bir sedanın, özellikle bunu bir bayan rahatça kullanıyorsa otomatik olma ihtimali iyice yükseliyordu. İzmir yoluna doğru ara sokaklardan geçerek vardığımızda, vücudumun sağ tarafı pencereye yapışmıştı. Gergindim. Böyle Avrupai bir buluşma beklemiyordum. Zihnim farklı çalışmaya başlamış, kızla hemşeri olduğumuz düşüncesiyle beraber kızın Türk mü, Kürt mü olduğunu çözmeye çalışıyordum. Yıllar önce bir otel restoranında pizza yediğim kızda bana böyle sormuş, ‘Kürt’sen eğer masadan kalkar giderim’ demişti. Zaten çirkin bir kız olduğu için düşüncesine de pek önem vermemiş, ‘değilim ama Kürt olmak suç mu’ demiştim. Ahlaksızca laflar etmeye başlamıştı. İsmi Eylem, babası eski solculardan olmasına rağmen, ülkedeki sol-sağ kavramlarının nasıl yozlaştırılıp, kendi menfaat güdülerine göre değişime uğradığını idrak ediyordum. Bir Mayıs onun sadece doğum günüydü.
Cinsiyetleri değiştirip, Cansu erkek olmuş, ben de kız olmuştum. Evet, olayın açıklanabilir yanı böyleydi. Biraz sonra elini bacaklarıma, omzuma, saçıma doğru atıp, beni okşarsa kendimi arabadan atabilirdim. İlk defa bir bayanla otururken kendimi böyle rahatsız hissediyordum. Beynim kazanda harlanan kömür gibiydi. Tek, koca bir kömür parçasıydı başım. Alnın sol tarafında bir beni vardı. Saçlarını kısa kestirip, düzleştirmesinden tiksinmiştim. Düz saça oldum olası karşı olduğumu elbette ona söyleyebilme fırsatım vardı. Bu buluşmayı daha başlarken baltalamak olurdu ki, zaten bir yerde oturup, ne konuşacağımızı bilmiyordum. Beyaz bir penye giymişti. Hava serinlerse diye yanına yazlık bir yelek almıştı. Boynunda kırmızı, parıldayan bir şal vardı. Çok canlı bir kırmızıydı ve rengi herhangi bir sakin boğayı azdırabilecek tondaydı. Zikir gibi ağzımda ‘merdre’ kelimesini dolandırıyordum. Mudanya’ya doğru gidiyorduk. Herhalde denizi görmek ona iyi gelecekti. Belki de Yıldıztepe’ye gitmeden, büfenin birinden iki bira almak isteyecek, ‘az içelim, rahatlayalım’ diyecekti. Annesinin türbanlı olması, onun bazı noktalarda sapmayacağı garantisi vermiyordu. Tam tersi, açık seçik bir annenin de, kızının da içki içiyor olması gerekmezdi. Bu tür kaygıları takıntı hale getirdiğim yılların üzerine çoktan çizik çekmiştim ama Cansu’nun anaç yapısı üzerine giyindiği erkek hayaleti beni korkutuyordu. Kalın, iri omuzları vardı. Dokunup, hafif sıkıldığında moraracak bir yumuşaklığa sahip eti vardı. Kırmızı ışıkta beklerken, bana dönüp, hafiften gülümsemesiyle, alt dudağı altında simetrik çenesinin sağında ve solunda duran benlerini gördüm. Gözlerinin altındaki torbalar hafiften birikmiş, yirmi yıl sonra gözaltından çok çekeceğe benziyordu. Hafiften ama çok hafif kirpiklerini kıvırtmış, rimel çekişi gayet başarılıydı. Far sürmemesine sevinmiş, incecik dudaklarının kışın çokça çatladığını belirtir tarz da pembeye çalan bir ruj sürmüştü. Yüz tonuna uygun ruj kesinlikle dudağına sürdüğü ruj rengi değildi. Koyu renk rujun dişlerine değip, kötü izlenim bırakmasından da korkuyor olabilirdi. Bıyık ve çene civarında hafif tüyleri vardı ama göze batmayacak seviyedeydi. Tabi onu bu kadar incelerken, konuşmaya başlamış, bana kısa bir özgeçmiş yaptırıp, beni tanımaya başlamıştı. Elbette kafasında bir dakika içerisinde elli tür fikir değiştiren biri olduğumu bilmiyordu. Bazı özelliklerimi hiç bilmese daha iyiydi. Ayrıca beni iyi tanıması için çok geçerli bir sebebi de yoktu. Belki de bu ilk ve son buluşmamız olacaktı.
‘Aç mısın, bir şey yiyelim mi’ diye sordu. Kedilerin arka ayağıyla çene atlarını kaşıması gibi, başımı kaşıyordum. Çok düşünecek bir soru sormamıştı, ya açtım ya da değildim. ‘Balık sever misin’ diye sordum. Gülümseyerek ‘hayır’ dedi. Yüzüm düşmüştü. Kendime ‘ne oluyor lan dedim sana, kız gibi triplere giriyorsun, az adam ol’ dedim. ‘Kokoreç sever misin’ diye sordum. ‘Maalesef, ben et yemiyorum’ dedi. Ona bakarken bir yandan ‘nasıl doğulu bu kız lan, et sevmez mi insan’ dedim. Sakinleşmem gerekiyordu. ‘Seni bir yere götüreceğim ama yolumuz biraz var’ dedi. ‘Nereye’ dedim. ‘Karacabey’e varmadan, Ekmekçi köyü var, orada arkadaşımın evi var. Çok güzel kek yapar kendisi. Üniversiteyi beraber okuduk. Çalışmıyor şu an, ailesiyle beraber kalıyor. Gidelim, güzel de çay demler içeriz olmaz mı?’ dedi. Korkuyordum. ‘Bu beni götürüp orada ne yapacak’ diyordum. Daha ilk buluştuğu adamın tekiyle, arabada tek başına gitmekten çekinmiyordu. Sahi, ne iş yaptığını da kendisine soramamıştım. Utana sıkıla ne iş yaptığını sorup öğrenince, mesleği hoşuma gitmişti ama fark ettirmek için tekrar başımı sağa çevirip, yola bakmaya devam ettim.
Gözümü açtığımda Cansu arabada yoktu. Arabayı park etmişti. Çoğunlukla tek katlı, uzakta birkaç evin kireçli dış cephesini seçebiliyordum. Korkum tavan yapmış, teyzeme kızıyordum. ‘Benim ne işim var burada’ diyordum. Aslında biri tarafından böyle hiç gitmediğin bir yere götürülmek heyecanlı bile sayılırdı ama benim daha içsel sorunlarım vardı. Cansu’nun bir bayan olarak beni arabasıyla gezdirmesi gururuma dokunmuş, elimden gelse kızı arabadan atıp, arabayla geri dönmek istiyordum. Hava sıcaklığı sanki her saniye bir derece yükseliyordu. Koltuğun üzerinde ıslaklık, benim terimden başka bir şey değildi. Gerilmenin ve şüphenin oluşturduğu bir terlemeydi. Cansu’nun oturduğu şoför koltuğunun üzerine çantasını bırakıp gitmişti. Çantada cüzdanı ve arabanın anahtarı olabilirdi. Gergin oluşum yanlış bir şey yapma hakkı vermese de, öyle düşünmek bir nebze de olsa rahatlamamı sağlıyordu. Cüzdanını açıp, kimliğine bakabilirdim. Bana kendisini sahte bir kişilikle tanıttığına dair şüphelerim vardı. Ayrıca arabanın anahtarını da bulursam, şehre geri döner, teyzeme arabanın anahtarını teslim eder, onu bir güzel de paylayıp, bu saçma rüyadan uyanırdım. Üzerime bocaladığım kolonyanın kokusunu alabiliyordum. Elimi dizimin üzerinden kaldırıp, yavaşça çantaya doğru götürürken, arabaya birinin vurduğunu fark ettim. Cansu’nun davranışlarını çözümleyemiyordum. Arabaya vurup, ‘haydi yaylan’ tarzı bir çağırma şekli bir bayan için uygun muydu? Ayağım toprağa deyince, kendimi bir güzel esnetip, başımı öne arkaya, sağa sola eğip, boynumu kütlettikten sonra, Cansu’yu karşımda gördüm. Giydiği beyaz penye, boynundaki şal, saçlarının rengi, saçlarının uzunluğu, giydiği pantolon, altındaki ayakkabı, ellerini yürürken sallayışı… Kendimi köpek gibi hissediyordum. Onun arkasında yürüyordum. Biliyorum, normalde köpekler önde gitmesi gerekirken, ben ağır ve büyük olan cinslerindendim. Arkada gitmeye hakkım vardı.
Krem renkli, tek katlı, büyük bir bahçesi olan eve doğru girerken, pencerede yarım yamalak başına bağladığı yazmayla beliren Cansu’nun arkadaşının cırtlak sesi kulağımı rahatsız ederken, Cansu sevgi kelebeği gibi elini kolunu oynatmaya başlamıştı. Öpüşüp, sarılırken, Cansu’nun kalın, etli kollarının arkadaşının küçük yüzünü sıkıştırdığını düşünüyordum. Bir şeyler konuşuyor olmalıydılar. Aramızda iki metreye yakın mesafe vardı. Onları duyamasam da, fısıldar gibi konuşmalarında benden bahsettiklerini biliyordum. Kızın başındaki yazma dayanamayıp, tam yere düşecekken, kız hızlı davranıp, yazmayı tutup, elinde sıkıştırırken, ‘hoş geldin arkadaşım, gelin buyurun arka bahçeye geçelim’ derken küçük elini sıkıyordum. Oyuncak seks mankeninin bile daha büyük eli vardı. Cansu’nun arkadaşı minyon tipli filan değildi, küçücük bir şeydi.
Arka bahçeye geçince, evin önünde gözüken bahçe alanından daha büyük bir alanın evin arkasında olduğunu fark ettim. Cansu ‘Burcum’ diye seslendiği arkadaşına anne babasını sorunca, Burcum dediği kız da ‘onlar ilçeye gittiler. Akşama anca gelirler, rahatınıza bakın siz’ dedi. Çardağımsı bir yerin altında, serin, bahçede kurtarılmış bir alandaydık. Ağaçlar üç dört metre ötemizde başlıyor ve ağaçlardan başka bir şey görünmüyordu. Bahçenin enlemesine en uç tarafında kollarını açıp, göğe dua eder gibi durmuş çınar ağaçları vardı. Ortasında çeşitli meyve ağaçları vardı. Şeftali ağacını görebiliyordum. Erik ve vişne ağaçları da görebildiğim kadarıyla vardı ama diğer ağaçların ne ağacı olduğunu bilmiyordum. Kim yapmışsa, bu çardağımsı yapının altında tahtadan, on beş yirmi santimlik yükseklikte kanepe gibi oturaklar yapılmış, üzerine de içi yün dolu yastıkların yanında, altında da süngerden uzun minderler vardı. Arka tarafımdan yükselen dumanı yeni fark etmiş, şaşkın gözlerle arkama bakarken, ‘zamanımız bol ama isterseniz keki keselim, çayları koyalım, içelim mi’ derken, Burcum sırıtıyordu. Cansu da sırıtıyordu. ‘Müsaadenizle lavaboya gidebilir miyim’ derken, ağzımdan çıkan sese yabancıydım. Titrek, ince bir ses ağzımdan çıkmıştı. Burcum benimle beraber yürüyordu. Altındaki şalvar onu komikte gösteriyordu. Cansu gibi sıfır kollu bir penye giymişti. Üstelik penyesinin önünde düğmeler vardı. İlk ikisini açmıştı. Küçük memeli olmanın dezavantajını yaşıyordu. Kaç tane düğme olursa olsun, açtığı düğmeler sayesinde ortaya çıkan et bir erkeği etkileyemezdi. Tuvalet evin içinde değildi. Ayrıca lavabo olarak nitelendirilecek çeşme filan da yoktu. Yerde kırmızı bir vana dikkatimi çekmişti. Burcum ona doğru hareket edip, çömelerek vanayı açarken, ‘teyze, Allah cezanı versin senin’ diyordum. Cansu yetmiyormuş gibi bir de arkadaşı Burcum ortaya çıkmış, onun evine gelmiştik. Annesi babası gelse beni ne diye tanıtacaklarını merak ediyordum. Biraz tutucu aile olsa, ‘evladım sen de haysiyet yok mu? Sen de din, namus, ahlak anlayışı hiç mi yok?’ diye beni topa tutabilirlerdi. Köy yerinde yabancı birine verilecek tepki için böyle bir şeye pek mahal vermesem de, yine de içimdeki korkuyu atamıyordum.
Burcum’un tuttuğu hortumla yüzümü yıkarken, normalde nasıl el yüz yıkadıklarını düşünüyordum. ‘Evin içinde ayrı banyoları vardır, aptal olma oğlum’ derken, kendime gelmiş, daha iyi hissediyordum. Burcum önde, ben arkasında ağır ağır ilerlerken Burcum ilk özel sorusuyla beni sıkıştırmaya kararlıydı:’ Cansu’yu beğendin mi?’ Cansu’yu görebiliyorduk ama onun bizi duyması imkânsızdı. ‘Açık ve net ol’ dedi, ‘ben onun ilkokuldan beri arkadaşıyım, ona zarar veren, bana zarar vermiş gibidir. Açık ol ki, bileyim ben de ne düşündüğünü.’ ‘Bilmiyorum’ dedim, ciddi manada düşünemeyecek haldeydim. ‘Kararsız insanları sevmem’ derken, yüzündeki ifade çok net olarak ‘dürüst ol, canımı ye’ gibiydi. ‘Bir saat olmadı tanışalı. Buraya geleceğimizi tahmin etmemiştim, şaşırdım biraz doğrusu’ dedim. Yürümüyorduk. Durup, yerdeki yarım metrelik çalı parçasını eline alıp ‘niye şaşırdın ki’ dedi. Gülüyordum. ‘Yani nasıl desem, çok mantıksızca geliyor, birinin ilk tanıştığı birini alıp, arkadaşının yanına getirmesi filan’ dedim. Gözlerime bakarken, minnacık Burcum beni korkutuyordu.
‘Biz seni zaten tanıyoruz ki’ dedi. Afallamıştım. Zaten pek alışık olmadığım bir durumdayken, daha berbat bir sarsılma geçiriyordum.
‘Nasıl tanıyorsunuz?’
‘Sana bir şey söyleyeceğim, korkma olur mu?’
‘Söyle. Neymiş merak ettim.’
‘Buraya gelirken, arabada hangi filmi düşündüğünü söylesem, bana inanır mısın?’
‘Hangi filmi düşündüğümü nereden bileceksin ki? Kusura bakmayın ama saçmalıyorsunuz sanırım.’
‘Sence?’ Pis bir gülümseme yüzünde yayılırken, kendimi çıplak hissetmeye başlıyordum. ‘İstersen biraz tüyo vereyim mi? Dans gösterileri olan bir ekip düşün. Sarı saçlı, atletik bir adam. Dans grubu içerisinde baleyle karışık figürleri var. Organizasyonu yapan mature kadınla da, dans grubundaki genç kadınla da atletik adamımızın ilişkisi var. Sonra bir gün bu atletik arkadaş, genç bayan arkadaşına sigara almak için çıkıyor ve çıkış, o çıkış. Birkaç gün ortalıkta gözükmüyor. Herkes öldü diye düşünüyor adamı. Atletik adamımız gösteride başrolü oynayacakken, başka bir arkadaşı yerine seçiliyor mature sevgilisi tarafından. Nihayet, adamımız ortaya çıkıyor ama hayatı alt üst olmuş durumda. Sence niye?’
‘Tamam, tamam be, tamam sus… Nasıl, nasıl bildin bunu sen?’
‘Cansu niye buraya getirdi seni sanıyorsun? Senden önce kaç kişiyi daha böyle getirdi ve hepsinin foyalarını ortaya döktüm. Cansu günahsız, tertemiz birini arıyor. O yüzden yeni tanıştığı herkesi buraya getiriyor.’
‘Manyak mısınız’ diye ben bağırınca Burcum koluma elindeki çalı parçasıyla sertçe vurup, ‘sussana, ne bağırıyorsun, ne mal olduğunu hemen ortaya mı çıkaracaksın’ deyince, ‘ya gidiyorum ben, sizin gibi delilerle uğraşamam, manyak mısınız siz ya, ne yapıyorsunuz burada’ dedim. ‘Sus’ dedi, ‘biraz sonra yaptığım havuçlu keki yiyeceksin ses çıkarmadan, yaptığım çayı da içeceksin.’ ‘Ne var o kekte’ diye bağırınca, ‘sus demedim mi sana salak’ diyerek elindeki çalı parçasıyla kasıklarıma doğru sertçe vurdu. İnce olmasından dolayı pek ağrı vermiyordu ama yine de elindeki o çalı parçasıyla bana vurması onur kırıcıydı.
‘Sadece yiyeceksin, hem de üç dilim. Korkma çok güzel yaparım kekleri ben. Sen ye, sonra karar vereceğiz. Korkma, sadece sana biraz cesaret verecek o kekler. Biz de yiyeceğiz’ derken çok ciddiydi.
‘Cansu’nun bunlardan haberi var mı’ dedim. Gülerek ‘o beni ruh çağıran, tatlı, küçük arkadaşı olarak görüyor, bakma saf bir kızdır Cansu ama onun zarar görmesini gerçekten ben de hiç istemiyorum’ diyerek, hızlanarak yürüyüp, çardağımsı yapının yanına geldik. Cansu ‘ne konuşuyordunuz orada ya’ derken, Burcum benden önce atılıp ‘ağaçları soruyordu canım, isimlerini bilmiyor çoğu ağacın, köyü de yokmuş’ derken, ‘ben ona ne ağaçların isimlerini bilmediğimi söyledim ne de köyümün olmadığını, bu nasıl biliyor aklımdakileri’ diye düşünürken, Burcum bana bakmadan ‘insanın aklına mukayyet olması da zor bu zamanda’ diyordu. Kekleri tabağa koyarken, onların önünde tek dilim vardı ama benim önümde üç dilim kek vardı. İri, iyi kabarmış kekleri yemek istemiyordum ama böyle bir yerden elini kolunu sallayıp, kaçmanın güç olacağının farkındaydım. Ayrıca merak ediyordum. Bu işin sonu nereye varacaktı.
Havuçlu kekin tadı gerçekten de mükemmeldi. Üç dilimi de bitirdiğimde, ikisi de önlerindeki keke dokunmamışlardı. Hatta yüzsüzlük yapıp, bir iki dilim daha isteyebilirdim ama Burcum kaşlarını kaldırmış, ‘bu yeterli sana köpek’ der gibi bakıyordu. Korkudan altıma da yapabilirdim ama altıma yapsam daha korkunç şeylerin başıma geleceğini düşünüyordum. Gözlerim kararmaya başlarken, Cansu’yla Burcum’un gülüşmeleri gözümde büyüyor, onları havada oturuyormuş gibi görüyordum. Başımı tutamıyordum. Kollarım da artık yerinden kalkmak istemiyordu.
Gözlerimi açmaya çalıştığımda, çevreyi çözümlemeye çalışıyordum. Yanlış almıyorsam, aldığım koku tezek kokusuydu. ‘Neredeyim ben’ diye söylenirken, tek parça halinde göremediğim Burcum ‘ahırdasın canım, ahırda’ diyordu. Kelimeleri ağzımdan zor çıkarıyordum. ‘Niye buradayız’ diyordum. Burcum kahkaha atıyordu. Ellerimle bulunduğum yeri ovuşturunca, parmak uçlarıma çarpan şeyin saman olduğunu hissedebiliyordum. ‘Ne yapacaksınız bana’ diyordum, çünkü parmak ucumla dokunduğum samandan sonra kolumu kıpırdatamadığımı fark ettim. Küçük bir oyun oynuyor olabilirlerdi ama bu saçmalığı kesmeleri gerekiyordu. ‘Yeter, gitmek istiyorum buradan, bırakın beni’ derken, ‘nereye gideceksin canım’ deyip, elindeki pantolonumu büyük bahçe makasıyla kesen Burcum gülüyordu. Altmış dokuz liraya aldığım pantolonumu acımasızca bahçe makasıyla kesiyordu. Onun gülüşünden nefret etmeye başlamıştım. Pantolondan sonra, gömleğimi, atletimi ve iç çamaşırımı da zevkle bahçe makasıyla kestikten sonra, ‘artık hiçbir yere gidemezsin sanırım’ diyordu Burcum. ‘Ne istiyorsunuz benden, ne’ diye bağırmaya çalışıyordum ama kekin içindeki ilacın etkisinden dolayı sesimin yüksek çıkmadığını anlıyordum. ‘O kekin içerisinde koca atı tüm gün uyutacak uyuşturucu var canım ama seni uyandırmamız gerekiyordu. Sen uyurken sana yapacaklarımızı hissetmemen senin için üzücü olur’ derken Burcum, üzerinde şalvarında, penyenin de olmadığını görünce, ‘benimle sevişeceksen, normal yollardan yapabilirdik, bunun için böyle saçmalıklara gerek yoktu’ diyordum ama o gülünce çıkardığı ses tüm olan bitenden beni daha fazla rahatsız ediyordu. ‘Sevişmek mi? Biliyorsun, sen ne düşünüyorsan, her şeyi biliyorum. Sevişmeyeceğiz canım. Bundan sonra hayatının hiçbir anında da bir kadınla sevişemeyeceksin. Belki buradan çıkınca, hissettiğin acıyla intihar etmek isteyeceksin. Böyle bir sonun olmasını ben de istemezdim ama canım, sen istedin. Sen ve senin gibi erkeklerin bu büyük acıyı hissedip, ölmesi gerekiyor. Bunu keşke sadece ben istiyor olsaydım. Bunu aslında tüm kadınlar ister ama unutur giderler sonra. Biz şanslı kadınlarız. Sana yapacaklarımız için şimdiden bize teşekkür etmen gerekiyor da, neyse, Cansu’yu bekleyelim, oda hazırlanıyordu.’ Hasır çıplak vücudumu rahatsız ediyordu. Dua ediyordum, ‘bir yılan çıkar, ne olursun bir yılan, beni soksun ve öleyim, bu şeyleri yaşamayayım Rabbim.’ Burcum’un göğüsleri, çok tavuk döner yemekten göğsü yağlanmış bir erkeğin göğsünden daha ufaktı. Meme uçları parlak kırmızı renkteydi. Küçük, düğme gibi başları vardı. ‘Biliyorum, beni arzuluyorsun, hem de nasıl ama sana bu fırsatı vermeyeceğiz ne yazık ki’ derken, güç bela gözlerimde netleşmeyen görüntü karesi içerisinde Cansu belirmişti. Greyfurt gibi biçimsiz göğüsleri, saçları çam ağacının dikenli yaprakları gibi sert ve yerçekimine uygun bir şekilde duruyordu. İkisi de birbirinden biçimsiz vücut hatlarına sahipti. Cansu’nun elinde tuttuğu küçük bir çanta vardı. Burcum çantayı aldıktan sonra içini açıp, eline aldığı iğne enjektörünü bana göstererek, ‘bu ne biliyor musun, bu kortizon iğnesi, çantada otuzdan fazla içi dolu enjektör var, vücudunun çeşitli yerlerine bu iğneden yapacağız, korkma ölmeyeceksin bu iğnelerle ama vücudunun çeşitli yerlerinde ani bir şişme oluşacak, bu bizim istediğimiz bir şey, senin hayatını alt üst ederken, olduğundan daha yumuşak olman ikimizin de ortak isteği’ dedikten sonra, ‘demliği nereye koydun’ diye Cansu’ya soruyordu. Cansu ‘hemen getireyim’ dedikten sonra, sesimi ben bile zor duyarken ‘demliği ne yapacaksınız’ diye sordum. ‘Saçların kirlenmiş canım, sıcak çayla saçlarını yıkayacağım, sanırım beyninin çoğu kısmını bundan sonra kullanamayacaksın’ diye cevap verirken, bir taraftan da elinde tuttuğu deriyi gösteriyordu. ‘Onunla ne yapacaksın’ diye sorduğumda, ‘bu mu, bilmen lazım canım, sıcak çayı başına döktükten sonra bu deriyi başına saracağız. Herhalde ikimizde seviyoruz işkence yöntemlerini’ diyordu. ‘Hayır, saçmalıyorsunuz, saçmalıyorsunuz , bırakın beni’ diye bağırmaya çalışırken, ‘çok geç canım, artık çok geç’ diyerek elindeki iğne enjektörünü ayağıma yapmadan önce bacağımın üzerinde oturup, bağlı da olsa ayağımla onu rahatsız etmemi engelliyordu. Kaydettiğim son kare Cansu’nun önünde sallanan sahte erkek organıydı.
Gözlerimi açtığımda hastanede yoğum bakım ünitesindeydim. Gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Mavi renkte gömleği, pantolonu olan tatlı bir hemşire alnıma dokunuyordu. ‘İyi misiniz’ diye soruyordu ama cevap veremiyordum. ‘Ben bir doktoru çağırayım’ diyerek odadan çıkarken, pencereye bakmaya çalışıyordum. Akşam olmak üzereydi. Hemşire odadan çıkarken birileriyle konuştuğunu duyar gibi olmuştum. Birkaç saniye geçmeden kapı açılmış, içeri annem, teyzem ve babam girmişti. Kulaklarımda ağrı vardı. Hepsi bana sinirlenmiş gibiydiler ama bir yandan da yaşıyor olmamdan dolayı mutluydular. Teyzem annemin kulağına eğilerek bir şeyler fısıldıyor gibiydi. Bana ne olduğunu bilmiyordum. Annem ağlayarak ‘tamam, tamam’ diyordu. Teyzem kolumu tutup, ‘iyi olacaksın canım’ dedikten sonra odadan dışarı çıktı. Çok geçmeden kapı tekrar açıldığında, içeri genç bir bayan girmişti. Teyzem ‘Cansu da merak etmiş durumunu, gitmedi, bir göreyim dedi en azından’ derken, babam geri çekilmiş, Cansu’nun annemin yanına kadar gelmesine izin vermişti. Cansu’nun omzundan asılı çantasında, boynundan çıkardığı şalı koyduğu belli oluyordu. Şalın bir parçası çantadan dışarı sarkmıştı. Acayip bir ses çıkarıp ‘pardon’ diyerek odadan koşarak çıkınca, teyzem ‘etkilendi sanırım kız senin böyle hasta olmandan, midesi bulandı’ derken, annem gözlerini kapatmış, ağzıyla bir şeyler mırıldanıyordu. Dua ediyor olmalıydı.
Çok geçmeden içeri tatlı hemşireyle beraber giren doktor, ‘ne işiniz var burada, çıkın dışarı’ diye bağırınca, babam ‘biz onun ailesiyiz, görelim dedik’ deyince, ‘beyefendi, yoğum bakım ünitesi burası, size bilgi verilmiştir umarım, metil alkol zehirlenmesi geçirmiş oğlunuz, biraz daha geç kalsa iki böbreği de işlevsiz kalacaktı. Birini zor kurtardık’ derken, kısık sesle ‘nasıl, ne metili doktor bey, anlamıyorum’ dedim. Doktor gayet ciddiydi ve odada olan herkesi çıkarırken, ‘arkadaşım, bakkal ambulans çağırmış, kolonya almışsın, kolonyayı üzerine dökerken, bir bakmış bakkal sen içiyorsun, tüm şişeyi bitirmişsin, kolonya da kaçak üretimmiş, formik asit böbreklerine kalıcı etkiler bırakmış maalesef, neden böyle yaptığını bilmiyorum ama yaptığın aptallık yüzünden bir böbreğini kaybettin.’
Kolumu havaya kaldırmakta zorlanıyordum. ‘Nasıl olur, tüm bunlar nasıl olur, ben, ne kolonyası, en son, en son Burcum iğne yapıyordu ayağıma, hayır, anlamıyorum, kolonya içmiş olamam’ diye bağırınca, doktor hemşireye dönüp, ‘hemen anksiyolitik verelim hastaya’ dedikten sonra odadan çıktı. Hemşirenin vurduğu sakinleştirici iğne sonrası gözlerimi açmak için çabalarken, ‘saçmalık, hepsi saçmalık, hiçbir şey anlamıyorum, ne oldu anlamıyorum; Merdre, merdre, merdre…’ diye sayıklıyordum.
YORUMLAR
Selam ,
ilk okumaya başladığımda,gayet doğal bir erkeğin ailesinin başgözetmesi ile başlaması,
daha sonra Burcu'mun evinde garip olaylar nüksetmesiyle devam ediyor.
burada yazarın aklı karışmış gibi geldi.yarısından itibaren mola verilmişde o moladan sonra
farklı bir düşünce yumağına girilmiş gibi gibi. okuması keyifliydiki sonuna kadar devam ettim.
ince detayları çok iyi aktarıyorsun öylesine yazmadığın yada hemen bitireyim bitsin demediğiniz çok belli.
ve bu yuzden değerli yazdıklarınız..
Hikayeye dönersek sonu süpriz olmadı değil .
Hastanede gözlerini açtığında Cansu'nun durumunda olabilme ihtimali getirdi bana..ama yanılmışım..
fazla alkolden bişey olmazmış da dedirtti:)
Saygıyla..
HakkınSesi
HakkınSesi
!.sean.!
daha çok yerler vardı elbet..ve soracaklarim.
iyidi ama çok uzun tutma yahu gözlerim yoruluyor:/
yaşanmış bir şey anlatayım, yoğun bakımdaki o esas oğlan kendisi anlattı
kırklı yaşlarında bir abi. içerken babası geliyor; "oğlum çok içiyosun" diyor. abi bunu kendine mesele yapıyor ve diğer rakı şişesini de mideye boşaltmaya başlıyor, üstüne anlatıcının içtiğinden, üstüne sinek ilacı... zaten beynimiz zonkluyor bir de O'nun ilacın etkisi geçtikten sonraki çığlıklarından... saçmalık... saçmalık...
bu saçma tarzı seviyorum. bir yere kadar cansu'yu da sevdim. bu kez nirvana eşliğinde sevdim.
kahveyi de sade, sert ve şekersiz...
HakkınSesi
bakalım bu kahveler bize ne gösterecek daha :)
Girişi okuduğumda güldüm. Yakaladığım ortak saçmalıktı güldüğüm. Yenilen yemekten, uğraşılan meşgaleden zevk almamak, değildi elbet. Bu zaten “sama saboy”. Böyle der Ruslar, “Onun olması doğal zaten”, anlamında. Güldüren saçmalık, “Sayfası az kitapların insana hiçbir şey kazandırmayacağına dair” tespite bir zamanlar bu fukaranın da mum dikmiş olması... Metin uzunsa, yazarı eğer eşek değilse, sonuna gelene kadar doğruyu, olmadı, güzeli bulur, naifliğiydi.
İnsanlık mı? Belki de on bin yıldır değişmeyen niteliğe hapsolmuş, niceliğe en çılgın dansları öğretme çağında...Neyse ki güzel şarkılar var.
Teyze üstüne edilen kelamlar, gariptir, hatta yuh be, ne alakası var dedirtecek cinsten olsa da, aklıma Müjde Ar’ın “Teyzem” filmini getirdi. Belki de teyzem yok diye tüm bunlar. Yoksa filmi bunca yıldır unutmamamın nasıl bir açıklaması olabilir ki? Üstelik son izlediğim zaman, ağlamıştım. Yazar mübalağa mı ediyor yoksa? Yok, yok teyze iyidir. Müjde Ar gibi olmasa da, seni düşünen bir teyze her zaman iyidir.
İşgüzar olan marketin sahibi mi yoksa esas oğlan mı diye düşündüm elbet. Aslında çok da düşündüğüm söylenemez, aklımda kalan öyleydi; İşgüzar olan marketin sahibi, ama esas oğlan harbi kıldı.
Fransızca şarkılar (Fransızca şarkı söyleyen ya Arap’tır ya da Fransız’dır.) ne kadar hoşuma giderse, gariptir, Fransızlardan o derece hazzetmem. Hatta inadına, Fransızların değilde, Cezayir ya da Fas’lı Arapların söylediği Fransızca şarkıları daha çok severim. Enrico Macias'ın Adieu Mon Pays şarkısını, Cezayir’e yazdığı için severim galiba. Onlardan, Fransızlardan bir tek “Notre Dame De Paris”e yüksektir tahammülüm. O da Esmeralda’nın Çingene oluşundan olsa gerek. Kral Übü,kültürün parayla satılmadığı zamanlarda Fransız Kültür Merkezi-AKM çizgisinde hoş değildi desem, ayıp olur.
Ne garip, aynısı benim de başıma gelmişti bir zamanlar. Sevmiştim muhabbetini elemanın. Memleketim Van, demişti. Eğer Kürt’sen, kaçarım bu masadan demiştim. Kürt’üm, dedi. Fırsatı değerlendirip kaçtım masadan. Bir daha da dönmem, ayağı atıp. En az bir litre işemiştim. Masaya döndüğümde, hiç ciddiye alınmadığımı fark ettim.
Sadece kadınlar değil, ben de otomatik arabaları severim. Nasırla uğraşmak çok kolay değil zira.
Orhan Veli’nin görünce şaşıracağımızı muştuladığı denizi Gemlik’teydi. Mudanya’da da deniz vardı sahi. Sahi coğrafyası, her zaman kimliği midir, insanın? Hem kimliğine baksan ne yazar? Beğendin mi, yoksa beğenmedin mi? Senin yaşın geçmiş aslında da, er kişi olmana verdik, şımarıklığını.
İşte böyle duygularla bir yerlerine kadar geldim öykünün. Zevkliydi Allah için, ama heyecanlı değil, hatta böyle devam etse sıkacak gibiydi.
Sonra bir şeylerin yanlış gittiğini hissettim, ama el yordamıylaydı hissettiklerim, güven vermiyorlardı. Burcum’un peydah olmasıyla, daha doğru bir ifadeyle, Burcumun makas showuyla irkildim, mutfağın penceresini açıp bir cigara tellendirdim.
Düşündüm, düşündüm, finalini bir türlü kurgulayamadım. Tamamını bilebileceğimi iddia etmem küstahlık olurdu, elbet. Yine de, kendime bile itiraf etmeyeceğim bir şeyler düşündüm.
Bir kaç ters köşe olmam hoşuma gitmedi desem, yalan olur. Bu arada içtiğim cigarayı aşşağıdaki komşum Olga Vasilievna’ya inat, bahçedeki üstünü kar kaplamış en nadide çiçeklerin üztüne savurdum Üstüne de tükürdüm. Tükürükle izmarit alakasız yerlere uçuştu ya, olsun, kendimi iyi hissettim.
Sahi Cansu Kürt’mü? Çok da önemi yok aslında, öylesine sordum. Fakat Burcum var ya, ona dikkat etmek lazım. Olumlu anlamda bir dikkat elbette. Erkeksi bir dikkat.
Süpersin, ilham vericisin.
Sağlıcakla,
HakkınSesi
küçücük bir hareket bile insana dokunuyor işte, yoksa bir şey anlattığımdan değil, geveliyorum.
:D aslında şu Burcum Ve Cansunun işkenceye geçmeden biraz daha konuşmalarını isterdim bunun bir rüya olduğunu düşünmüştüm o sırada zaten daha uzunda olabilirdi. Burcum gibi kadınlar varmı elbette var en yakın arkadaşkoruması manyaklar. tabiki erkeğin o Burcum denen kızın ilk vuruşunda gidip uslu uslu keki yemesini istemezdim. bence direnip kurtulmalı yada direnip kaybetmeliydi.
Şu sigara işi gerçekten sıkıntı bu yüzden sigara içen hatunlar ararım genelde kimse bir küllüğü öpmek zorunda değil küllük küllüğü öpsün.
bilinçaltına inersek baya itaatkar kalmış kahramanımız sahip sahibe olayları falan. elbette yapan varmı var dozaj önemli.
umarım böbrek yerindedir ve kurgudur.
HakkınSesi
böbrekler sağlam da, kafa sağlam mı bilemiyorum pek .)