- 750 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HACI KAVAS
Çocukluğumuzun anılarını yaşatan yerler vardır ki, o yerleri hiç unutamayız, mahalle arkadaşlarımızla, okul arkadaşlarımızla, hepimizin iyi kötü günlerimiz geçmiştir oralarda. Okul çıkışı orta okul bayırının altında çift kale maç yaptığımız sağırın bahçesi, kışları kar yağdığında tahta kızaklarımızı alıp, kızak kaymak için gittiğimiz hapishane yokuşu, pikniğe gittiğimiz Çaylak boğazı, ramazan geldiğinde iftar topunun patlamasını seyretmek için gittiğimiz top bayırı, kuş avlamak için gittiğimiz Hacı kavas denilen bağ-bahçe gibi yerler, bunlarda birkaçı.
Hacı kavas neresi diyecek olursanız, benim çocukluğumda önünde su yalağı olan bir çeşme ve arkasında kavak ağaçları olan, etrafı dikenli telle ve onlara sarılmış dikenli otlarla çevrili bir bahçe gelir aklıma.
Orta mahalle camisine çok yakındır. Garajdan cami tarafına yürüdüğünüzde doğru gitmeyip, sola döneceksiniz, biraz daha yürüyüp, üç yol ağzından tekrar sola döndüğünüzde bu yol sizi Balıkesir asfaltına çıkarır, asfaltın karşısında da Susurluk deresinin karşı tarafında bulunan kayıkçı köyü yolu vardır. Bahçenin sahibi hacı kavas isminde biri, bahçesinin yanındaki yalaklı su çeşmesini de belki o yaptırmış, üzerinde ismi var mı bilemiyorum, ama bu çeşmeye de Hacı kavas çeşmesi dendiğini iyi hatırlıyorum.
Hacı Kavasta ki bağlık bahçeliklere dalıp gitmeden isterseniz önce buraya çocuk adımlarımızla biraz daha uzak olan mahallemize gidelim. Mahallemizde ki evimizi ve o yıllarda komşularımız, akrabalarımız kimlermiş tanıyalım.
EVİMİZ,MAHALLEMİZ VE KOMŞULARIMIZ
Bahçemizde ki dut ağacının bir tarafı beyaz, bir tarafı siyah dut veren dallarına, bazende kiremitlerin üzerilerine tünerler, ürkek bakışlarla etrafı kontrol eder, sonra kendilerini biraz güvende hissettikleri anda pır diye uçarak annemin sofra bezinin içindeki ekmek kırıntılarını silkelediği toprağın üzerine üşüşürlerdi. Bazen daha iyi görmek için mutfak perdesini hafif araladığım zaman, tehlikeyi sezer pır diye tekrar dut ağacına konarlardı.
Soğuk kış günlerinin çoğu saatleri bahçemizin sevimli minik misafirleri sevimli serçeleri seyretmekle geçerdi.
Korku dolu minik yürekler hızlı hızlı atarken, ekmek kırıntılarını, minicik gagalarıyla birbirlerinin ağzından çekiştirerek yerler ve sonra bu ekmek kavgası bitince, pır diye uçarak giderlerdi.
Oysa kumrular serçeler gibi değildi, serçelerde ki korku ve telaş yoktu, bir rahatlık bir huzur vardı onlarda.
Kumruları ilk kez, çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği, hiç görmediğim dedemin, yani annemin de daha çocuk iken ölen babasının ablasının(halası) kızı Ayşe (55 Ayşe derler)halamın sundurmasında daha yakından görmüş ve tanımıştım.
Sundurmanın merdiven başındaki çatı kirişlerinin uçlarında kalaylı su bakraçları asılı dururdu. Bu bakraçların kenarına konarlar bir yudum su alır başını yukarı kaldırır, doyana kadar ayni hareketi yaparak su içerlerdi, gugukcuk, gugukcuk diye öttükleri için biz gugukcuk derdik. Halamlar da ki bu kumrular hiç kaçmazdı, korkmazlardı da, tam elimle tutacağım zaman pır diye uçar sonra en yakın yere konardı. Boynunda siyah bir çizgi vardı. Rahmetli halam hep dokunmayın içsinler, ’’zebaniler melekleri ateşe atmış, onlarda boyunlarında kova kova su taşıyarak ateşi söndürmüşler ve sonra melekleri kurtarmışlar, bu siyah çizgi ondan olmuş, onları avlamak, öldürmek çok günah, onların eti yenmez’’ derdi.
Bazen hastalandığım, ateşim çıktığı zaman annem halam getirir, halam anlıma soğuk suya batırılmış tülbent koyar sonrada dua okurdu, dua bitince yüzüme ’’tüh tüh nazar değmesin inşallah, turp gibi olursun inşallah’’ der ve sonra kuşlara bak kuşlara diyerek bana çatıda tüneyen gugukçukları ya da sol taraftaki erik ağacındaki serçeleri gösterirdi.
Çocukluğum bazı dönemlerinin geçtiği kışla mahallesinde bu ahşap ev, keçi bayırında aşağı indiğinde milli kuvvetler caddesini geçince aşağı inen sokağın solundaydı. Tahta sokak kapısından girince sağ tarafında büyük bir dut ağacı , sol tarafında ise dam vardı, kapının karşısında mutfak olarak kullanılan küçük bir oda ve tam kapıyı gören çocukluğumda sokaktan geçenleri seyrettiğim bir penceresi vardı.
Kapıdan girince tam dut ağacını altında hela, sola dönünce sağında solunda ortancalar olan dar bir yolun sonunda evin girişi vardı, girişin sol tarafı merdiven sağ tarafı ise kışlık odunların dizildiği kuruluktu. Tahmini sekiz basamakla çıkılan kenarları yine çiçek saksılarıyla dolu ufak bir beton girişin sağında geniş bir sundurma vardı, bu sundurmanın sol tarafında mutfak, onun sağ yanında Ayşe halamın annesi Dedemin kardeşi Fatma ninemin( büyük hala) odası vardı. Fatma ninemi hiç yürürken hatırlamıyorum, bildim bileli hep yatalaktı, onun sağındaki sol oda da halam ve koca babamın odasıydı. Tek kızları vardı, Feriha, çocukluğum onun elinde geçmiş, annemin hastalık ve hamilelik dönemlerinde bana o bakmış, sokaklarda onun kucağında gezmişim, tozlu sokaklarda elimi o tutmuş yürütmüş, anılarımda kalan son kare, 6-7 yaşlarında gelin giderken gelin arabasını taşlamam onu vermek istememem,’’ seni ben alacağım diye ağlamam.
Soğuk kış günlerinde fazla sokak oynaması olmazdı, mahalledeki büyüklerinden komşu kızı Güler ablanın çok zor dediği Orta okula yeni başlamıştım, boş zamanlarımda ya ders çalışır ya da dip odaya geçer bir kenara sakladığım Tom Miks, Tenten ve Teksasları okurdum. Mahalle maçları da az olurdu, günler kısa derslerde yoğun olduğu için çağırsalar da zaten annem izin vermezdi.
Evimizin önüne babam 4 tane çınar ağacı dikmişti, herhalde yeni doğan kız kardeşimle birlikte 4 çocuğu için herhalde, sol taraftaki oturma odası camı önündeki iki tanesi tutmuş, sağ taraftaki Zübeyde ablaların evi tarafındaki yani misafir odamızın önündekilerden biri iyi tutmamış, yaşama savaşı veriyordu. Bu taze fidanlar zamanla biz mahalle çocuklarına kale direği gibi olmuştu, akşam burada top oynar, şerbetçi Mehmet amcaların evinin önünden kaleye sırayla penaltı atışları yapar ya da kafayla top atardık.
Evimize tahta sokak kapısında içeri girince biraz genişçe bir salon vardı, sağ tarafta oturma odası, sol tarafta misafir odası ve ufak bir mutfak, mutfaktan ufak bir kapıyla banyo ve odunluğa geçilirdi. Salondan sola dönünce ufak bir boşluğun sol tarafında içinde tel dolap olan bir kiler, sağ tarafında da annemlerin yatak odası ve oradan da ufak bir kapıyla geçilen küçük bir oda vardı.
İbrahim dedem yani babamın babası ,Bulgaristan da gelince kerpiç ve ahşaptan yapmış, kışın sıcak, yazları serin olan bu evi. daha önceki yıllarda tuğla pahalı olduğu veya bulunamadığı için herkes dağdan toprak getirterek bunu samanla karıştırır, sonra kerpiç kalıplarına dökerek kendi kerpiçlerini, sonrada güneşten kuruyan kerpiçlerle duvar örüp, ev, dam yaparlarmış. sonra ki yıllarda daha ucuz olan briket çıkınca ve çimentoda bulunmaya başlayınca, kerpiç yapma işi azalmış. duvar ve evler briket ve tuğladan yapılmaya başlanmış.
İbrahim dedem yani babamın babası ,Bulgaristan da gelince kerpiç ve ahşaptan yapmış, kışın sıcak, yazları serin olan bu evi. daha önceki yıllarda tuğla pahalı olduğu veya bulunamadığı için herkes dağdan toprak getirterek bunu samanla karıştırır, sonra kerpiç kalıplarına dökerek kendi kerpiçlerini, sonrada güneşten kuruyan kerpiçlerle duvar örüp, ev ,dam yaparlarmış. sonra ki yıllarda daha ucuz olan briket çıkınca ve çimentoda bulunmaya başlayınca, kerpiç yapma işi azalmış. duvar ve evler briket ve tuğladan yapılmaya başlanmış.
Bir sabah babaannem kalkınca bir bakıyor, bakracın yanında kirişe sarılmış kocaman bir kara yılan süt içiyor, telaşla babaannem babamı uyandırıyor, babam telaşla bahçeden bir kürek kapıyor, ama evde ki seslerden rahatsız olan kara yılan (bizim buralarda kör yılanda denir), kıvrım kıvrım kıvrılarak çatıda ki kirişlerin arasından geldiği yerden kaybolup gidiyor. bize bahsedilmedi tabii, günlerce tedirgin olmuşlar uykular kaçmış, evde koca bir yılanla uyumak kolay değil, bir daha kirişe süt asmamışlar, yılanda bir daha görülmemiş.
Mutfağımızda bir Maşınga vardı, gündüzleri onunla hem yemek pişirilir, hem de ısınılırdı, oturma odasının sobasına ise gündüzden Hasan amcamların sandalye dükkanından aldığımız toz talaşlarla doldurulmuş kovalar sobalara konur, akşamları yakılırdı.
Kapımızın önünden yazları ve sonbahara doğru her sabah çatal dağdan gelen oduncular geçer ve eşeklerin semerinin sağına soluna yerleştirdikleri kesilmiş meşe ağaçlarını şehirde satarlardı, bir eşeğin üzerindeki oduna bir yükü denirdi, kapının önüne 4-5 eşek yükü bırakırlar, babamda onları akşam işten gelince baltayla keser, bizde kardeşimle odunluğa taşırdık. Meşe ağacının ısı değeri yüksek olur ve hemen yanmaz, ağır ağır yanarak odayı iyi ısıtırdı. Bu yıllarda ısınma için amcamların sandalyeci dükkanında gelen ağaç parçaları, kayın ağacı kıymıkları, kalın talaş ve toz talaşla olurdu, bunların arasına kalın meşe ağacı atardık, meşe ağaçları uzun kütük halde gelirdi, bunları parçalamaya oduncular gelirdi, parayla evimizin önünde kesip, parçalarlardı, daha sonra bu iş seyyar su motoruyla çalışan bıçkılarla yapılmaya başlandı, daha sonra soma kömürü gelmeye başladı ama o günler pahalı gelir herkes alamazdı.
Çeşmenin öbür tarafı da Bursa Balıkesir asfaltı idi, sol tarafında ise 500 metre ilerde Susurluk garaj vardı.
Asfaltın karşısında ki toprak dar yol ise Kayıkçı köyüne gidiyordu ,yolun sağında solunda bağlar, bahçeler vardı. Daha sonra Susurluk (Simav) deresinin sellerinin oluşturduğu uzun kumlukta devam eden bu yol, sala kadar gidiyordu.
Yolun bitiminde de karşıya geçmek için bir gerili çelik tel, tele bağlı su üzerinde suyun akış gücüyle ileri doğru yüzen bir Sal vardı, Sal’ın yeri bazı seneler dere yatak kaydırınca değişiyordu.
Biz hacı kavas çeşmesinin arkasındaki dikenli çitlerinin arasında geçip bahçeye girdik, kuş bakıyoruz ama biz yaklaştıkça kaçıyorlar, Osman aramızdaki en iyi atıcı bir kaç kez serçeye attı ama karavana. Asfaltın karşısında kayıkçı köyü yolu tarafına geçelim, oradaki bahçelerin arasında daha çok kuş vardır dedik, biz üç avcı arkadaş asfalt yoldan karşıya geçtik, dar yol çamur içindeydi, çoğu yerinde ise gölcükler oluşmuştu, bir at arabası anca geçerdi.
Yolun sağındaki solundaki birbirinden tahta çitlerle ayrılmış bahçelerdeki meyve ağaçları üzerindeki yaprakları dökmüş ,çıplak dallarıyla baş başa kalmışlardı, dallar çıplak olunca hangisinde kuş olduğu görüyorduk ama, kuşlarda biraz yaklaşınca bizi görüyordu, çamur yolda bata çıka gidiyorduk, her taraf vıcık vıcık çamurdu, bir bahçenin kapı aralığında geçerek bahçeye girdik, bu bahçenin kenarlarında tahta yerine böğürtlenler vardı, böğürtlenler dikenli tel gibi bahçeyi koruyordu. Kış olduğu için bahçelerde de kimse yoktu, ortalık sessiz ve sakindi.
Sığırcık sürüleri havada şekiller çizerek uçuyorlardı, belki görmüşsünüzdür, içinde binlerce sığırcığın havada dans eder gibi çeşitli figürler yaparak gökyüzünde uçmaları insanlar kuşkusuz doyumsuz bir görsel şölendi.
Biz üç küçük avcı böğürtlenlerin arkasına sindik, sığırcıkları yakınlarımıza konmasını bekliyorduk ki, o an yanımızda bir köpek belirdi, nereden geldiğini hiç anlayamamıştık, önce hiç avlamamış, yanımıza yaklaşıp durmuştu. Boynunda tasması da vardı, karşımızda dikildi durdu, ben korkmuştum, Osman’ın gözü biraz daha karaydı, ’’o hoşt moşt’’ dedi, ama köpek tınlamadı, biraz daha bize yaklaştı, bu kez karşılık vermeye başladı, elimizde atkıçlar (Sapan) baka kalmıştık, bir ara Ali yerden biraz çamurlu toprak alıp köpeğe fırlattı, bu kez köpeğin yırtıcı dişleriyle baş başa kalmıştık, saldıracak gibi yapıyor bir adım atıyor sonra geri çekiliyordu, ağzındaki yırtıcı dişlerinin hedefinde idik.
Çevremizde kuş muş kalmamıştı. Bakımlı güzel bir köpekti, öyle mahalle aralarında, dere boylarında dolaşan başıboş köpeklere benzemiyordu. Bu ara ileriden bir tüfek sesi geldi, bir daha, bir daha. Köpek birden bizi bırakıp o tarafa doğru koşarak, bahçelerin arasından hızla kayboldu. Onun gittiği taraftan birden bir karaltı yukarı doğru yükseldi, birden uğultu şeklinde kanat sesiyle doldu kulaklarımız.
Biz 3 kuş avcısı böğürtlenlerin arkasında donup kalmış, yerimizden kıpırdayamamıştık, atkıçlarımız elimizdeydi ama onu kullanacak korku dolu yüreklerimizde bir hareket yoktu. ilerdeki bahçelerden havalanan sığırcıkların bir kısmı önümüzdeki ağaçların üzerine kondu, bir kısmı kafalarını kaldırıp etrafı kolaçan ettikten sonra ağaçların altına indiler.
Ali’nin ağzından çıkan ’’ hiç kıpırdamayın’’ lafıyla içimizi saran korku dolu rüyadan uyandık. zaten balçığın içindeydik, benim ayaklarımı oynamıyordu, biraz zorladığım da, ayağım geliyor, lastik çizmem gelmiyordu.
Sığırcıkların bahçede erik ağacının altında yem arayışları sürüyordu, oynaşıyorlar cıvıldaşıyorlardı. En ufak bir hareketimiz onları kaçırabilirdi.
Osman ’’ben ağaçta kilere siz yerdekilere nişan alın’ ateş deyince atın, dedi. atkıçlarımızı lastiklerini sonuna kadar germiş, lastiğin ucunda ki meşinin içindeki taşı sol elimle gözümün hizasına getirip, sağ elimdeki ağaç sapanın merkezini ağaca doğru getirerek hedefi belirlemiştim.
Osman’ın ’ateş’’ komutuyla birlikte atkıçlardan fırlayan taşlar hedeflerine doğru hızla yol almaya başlamıştı.
***
Çeşmenin öbür tarafı da Bursa Balıkesir asfaltı idi, sol tarafında ise 500 metre ilerde Susurluk garaj vardı.
Asfaltın karşısında ki toprak dar yol ise Kayıkçı köyüne gidiyordu ,yolun sağında solunda bağlar, bahçeler vardı. Daha sonra Susurluk (Simav) deresinin sellerinin oluşturduğu uzun kumlukta devam eden bu yol, sala kadar gidiyordu.
Yolun bitiminde de karşıya geçmek için bir gerili çelik tel, tele bağlı su üzerinde suyun akış gücüyle ileri doğru yüzen bir Sal vardı, Sal’ın yeri bazı seneler dere yatak kaydırınca değişiyordu. Sıcak bir yaz günü mahalleden bir grup arkadaş aşağı çingene mahallesinde toplanıp dereye yüzmeye gitmeye kara verdik. Dereye ulaşmanın en kısa yolu çaylak yoluydu. Bu sene çaylak deresiyle Simav çayının birleştiği yerde derin bir yerde yüzüyorduk. Yarım saat sonra dere kenarındaydık. Derenin şehir tarafında soyunup suya girdik. Sığ yerden geçerek karşıya geçtik. Bizim gibi çocuklar burada yüzüyordu. Herkes sırayla söğüt ağacının üzerine çıkıyor, oradan balıklama dereye atlıyordu. Bizde sıraya girip atlamaya başladık.
Bir müddet sonra ben atladım arkamdan Göbek Ahmet atladı. Atladığımız yer oldukça derindi. ben suyun yüzüne çıktığımda Göbek Ahmet’in suya dalıp çıktığını gördüm. Ona en yakın bendim, birden can havliyle boğazıma sarıldı. İkimizde birden suyun içine gömüldük. Suyun kaldırma kuvvetinin yardımıyla kafam bir an suyun üzerine çıktı, boğazıma sarılan ellerin arasından biraz nefes aldım, aldım almasına da göbek Ahmet benden çok ağır, biz tekrar suya battık, Ahmet’in beni bırakmaya hiç niyeti yoktu, tekrar dipteki kuma bir tekme daha atıp tekrar suyun üzerine çıkıp nefes aldım. Burada ki tek şansımız derenin akıntısı oldu, her tekme sonunda hem nefes alıyor hem de bir metre suyun aktığı yere gidiyor, derin yerden uzaklaşıyorduk, bir müddet sonra sarmaş dolaş sığ bir yere geldik, ama bizim Ahmet epey su yutmuş sersem gibiydi, bana sımsıkı sarılmış, öksürüyor hem de bağırmaya çalışıyordu son bir hamle ile kerpeten gibi beni saran ellerinden kurtuldum, sonra yanımıza diğer arkadaşlar gelip Göbek Ahmet’i kıyıya çıkardılar.
Epey korkmuştuk, Ahmet’in ağzından burnunda sular geliyordu, ağlamaklı hallere bürünmüş ama ağlayamıyordu, bir müddet söğüt ağacının altında oturarak dinlendi, kendine geldi, bizleri seyretti, epey korkmuştu.
Biz arkadaşlar yüzmeye devam ettik, yüzme işini sonlandırdıktan sonra derenin karşısına geçip şortlarımız çıkarıp suyunu iyice sıktık, ıslak ıslak giydik, yolda nasıl olsa kururdu.
Ayni yolda geri döndük, gözümüz, sağdaki solda ki bahçelerde idi, tabii ki içinde kimse olmayan bahçelere bakıyorduk. Asfalta yaklaşmadan sağdaki bir bahçedeki bir erik ağacı gözümüze çarptı, üzerinde tek tük erikler gözüküyordu, tahta kapısı da hafif aralıktı, bir iki üç derken hepimiz daldık içeri, bahçede kimsecikler yoktu, yukarıda ki eriklere aşağıdan erişme imkanı yoktu, hopladık zıpladık nafile, dalları aşağı çektirip almakta çok zordu. Bazı arkadaşlar başka meyve ağacı var mı diye umutsuzca çevreye bakınırken, nereden aklıma geldiyse, ağacın biraz ilerisinde ki el arabasının yanındaki brandayı kaldırmak geldi aklıma, brandayı şöyle bir kaldırdım ki ne göreyim. Kırmızı kırmızı erikler hem de yığınla.
Çingene mahallesi meydanında ki çeşmenin yanındaki kuyunun etrafında bulunan betonun üzerine oturup, gömleğimizin içinden, ceplerimizden çıkardığımız erikleri karnımız ağrıyana kadar yedik, arda kalanlar ise, çevremizde burunlarından sümükler akarak, iştah dolu bakışlarla bizi seyreden sepetçi çingenelerinin çocuklarını bile mutlu etmeye yetmişti.
***
Önce pat diye bir ses, sonra da yerden ve ağaçların dallarından yukarı doğru büyük bir kanat sesiyle yükselen
sığırcıklar, dalların uçlarında sonbahardan kalan tek tük kuru yapraklarda aşağı düşünce dallar bomboş kalmıştı. Sığırcık sürüsü yine havada şekiller çizerek gözleri okşamaya devam ediyordu, ne iyice kararmaya başlayan bulutlar, ne hafif çiseleyen yağmur umurlarındaydı, geride kalan var mı yok mu diye merak etmeden kaybolup gittiler.
Ellerimizde atkıçlar bir müddet baktık, hızla uzaklaşan sığırcıklara, ikinci hamleye artık fırsat yoktu, ortalık derin bir sessizliğe bürünmüştü, çamurdan zorlukla çıkardığım çizmelerimle Osman’la, Ali’nin ardından ağaçlara doğru yürümeye başladım, acaba sığırcık vurmuş muyduk.
Biraz ilerde böğürtlenlerin arasında kalın bir cik cik sesiyle çırpınan bir sığırcık gördük, hayvancık yerde sağa sola kendini atıyor, çırpınıp duruyordu, demek ki pat sesi bunun minik gövdesinden gelmişti. Osman hemen koştu çamur falan demeden böğürtlenlerin arasına eğilerek önce kafasını dikenlerden korumaya çalışarak da elini uzatıp ve yaralı sığırcığı eline aldı. sağ elinde çırpınan sığırcıkla ayağa kalktı, sonra elindeki atkıcı paltosunun cebine koyarak, hafif sola döndü, sağ elinde çırpınan sığırcığın kafasını, sol elinle hızla çekerek kopardı ve kopan kafayı çalıların içine attı.
Bir anda ben şok olmuştum ki ’’kibrit var mı’’ dedi. ’’Şunu pişirelim’’.
YORUMLAR
Çeşmeler Anadolu kültürünün vazgeçilmez öğelerinden biri galiba. Zira çeşmesiz bir köy hayatı hiç düşünülemez. Hele de birden çok çeşme varsa, mutlaka ismi olur çeşmelerin sadece mekan sakinlerinin bildiği, yazılı olmayan.
Bir de köpekler ve kuşlar ...
Maşınga sözcüğünü ilk kez duydum. Bulgarca mı acaba?
Çok güzeldi yazı, sıcacıktı yine.
Kaleminize sağlık efendim.
Sağlıcakla kalın,
abdullah inaler
Maşınga Bizim Balıkesir yöresinde Muhacır,göçmen köylerinin kullandığı bir soba,kuzine ismi..özelliklerini bilyorsunuzdur..içinde fırını vardır.çok yönlüdür,Biz maşınga deriz. daha değişik telafuzlarıda vardır..Kökeni Bulgarca olabilir..dedemler bulgaristanlı.
saygılarımla selam ve sevgiler..