- 1092 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
GİRİTLİLER
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
GİRİTLİLER
Sokağın en özensiz yapılmış, derme çatma eviydi. Yan yana dizili üç oda, önünde uzanan sofası, bahçe girişinde bir erik, arkada iki koca incir ağacından ibaretti. Giritli bir aileye satıldı dendi.
Ali Duranlar otururken unutulmuş bir bahçeydi, çocukların ve kuşların uğramadığı. Komşulukları yok denecek kadar azdı. Dostluğun, sevecenliğin, hoşgörünün görünmez duvarlarla ötelendiği türden bakışlı.“Cenaze görse ağlamaz, düğüne gitse oynamaz” cinsinden. Taşınıp gitmeleri sokağa eksiklik değil katkı oldu.
Büyükler evlerine girip çıkılabilecek, iki çift laf edilecek kapı komşusu; çocuklar oyun arkadaşı beklentisiyle geleni gideni merakla gözlüyordu. Yaşlı bir karı kocaydı satın alanlar. Köyden, torunlarını okutmaya geleceklermiş.
Römorkla taşınarak delikli koca taşlar yığıldı bahçeye. Ustalar bütün yaz çalışıp bahçenin boş tarafına iki büyük oda yaptılar. Eski ev yenilendi, boya badana edildi. Aynı iri delikli taşlarla yüksek bahçe duvarı örülüp, demirden sokak kapısı taktırıldı. Bir de giriş kapısına yakın, erik ağacının altına tulumba vurduruldu.
İlginç taşlardan yapılı kale surlarını andıran duvarı, demir kapısı, tulumbasıyla bir ilk oldu mahallede, Giritlilerin evi. Katılaşmış sünger görünümlü bu taşlarla birlikte yosun, balık, deniz kokusu da sindi yaşantımıza.
O sırada sokak lambalarının eskiyen ağaç direkleri değiştiriliyordu belediye tarafından. Demir elektrik direği tam bahçe kapısının önüne dikildi. Çocuklara gün doğdu, uyku vaktine kadar oyun alanı oldu lambanın çevresi.
Okullar açılmadan iki gün önce bir minibüs dolusu genç-çocuk, römorka tepeleme yüklü eşyalarla taşındılar yeni yuvalarına. Başlarında yaşlı Halime Teyzeyle kocası Mustafa Amca. Cıvıl cıvıl Rumca konuşarak neşe içinde konuverdiler sokağımıza.
Büyükler tanışıp hoşbeş ederken biz çocuklar birbirimizi süzüyorduk. Ne çok arkadaşımız olacaktı. Hem de bizim bilmediğimiz bir dili konuşabilen.
Kimi zaman kuşdili konuşurduk oyun oynarken. Bütün sözcüklerin sonuna ve va ekleri getirerek uydurduğumuz garip bir söyleyiş biçimi. Büyükler kızardı biz saçma sapan döktürdükçe. Bir de kelimeleri tersten söylerdik. Böylesi konuşmak daha zordu. Fazla meraklılar patır kütür yanlışsız söylerdi. Kürtçe Nare Nare, Lorke Lorke diye iki türkü ezberlemiştik köy düğünlerinde, arada patırdardık halay çekerek. Yarım yamalak yumurtladığımız bu sözcüklerle yabancı dil bilir gibi sağa sola hava atardık.
Şimdi bir de hoş esintilerle, yepyeni ezgilerle kulağımızı okşayan sözcükler duymaya başlamıştık. Yabancı film izler gibi bambaşka görüntüler, müzikler, sesler, renkler girmişti sokağımıza. Sınır ötesi özlemler, görenekler, duygularla çeşni kattılar alışıldık, bilindik tekdüze dünyamıza.
Uzak diyarlardan, bir zamanlar bizim olan topraklardan oyunlar, masallar, anılarla yepyeni dünyalar sunuldu çocukça düşlerimize. Belleğimizde Akdeniz korsanları canlanır; delikli taşlardan yaptırılan ilginç bahçe duvarı forsaların, tutsakların kapatıldığı kaleleri çağrıştırırdı.
Mahallede oturanlar genç yaşlarda evlenip, peş peşe doğum yaptıklarından sokak boy boy çocuk doluydu. Yeni komşularla cümbüş daha da artmıştı. O yıl ortaokula giden öğrenciler yabancı dil dersi görmeye başlayınca eğlence tamamlanmış oldu.
Akşam olup bütün çocuklar okuldan dönünce şamata başlıyordu. Onlar Rumca biliyorsa biz de Fransızca öğreniyorduk. Gelene geçene “Bonjur Madam, Bonjur Mösyö, Bonjur Matmazel”, diye sesleniyorduk bağıra çağıra.
Havanın karardığını fark etmeden saatlerce sokak lambasının altında saklambaç oynuyor, acıkıncaya kadar eve girmiyorduk. Susadıkça tulumbanın başına koşuyor, var gücümüzle asılıyorduk koskoca koluna. Suyu çekmesi zevkli, içimi tatlıydı. Musluk suyu gibi klor kokusu yoktu, sokak çeşmesini unutturmuştu herkese.
İyi insanlardı yeni komşularımız. Köy kömbesi ikram ettiler daha ilk günden. Pastayla kek arası iri, tatlı kurabiyelerdi. Bayram kömbesi diyorlardı, kapışarak yemiştik. Bahçedeki eriklerin tadına da bakabilmiştik sonunda. Yıllardır uzaktan seyrederdik. Ali Duran öyle tamahkâr bir adamdı ki neredeyse gören gözden kira alacak olurdu.
İri taneli, kütür kütür mürdümleri, lop incirleri kendi malımız gibi yiyebiliyorduk. İzin isteyince bile şaşırır kalır, yalandan kızarlardı. “Allah’ın biteğidir more, lafı mı olur!”
Köy ekmekleri de lezzetliydi. Yerli esmer buğday unundan, toprak yer fırınında pişirilmiş yuvarlak somunlardı. Her hafta köy dönüşü getirdiklerini bildiğimizden, çarşı ekmeğiyle değiş tokuş yapardık. Onlar bizim, biz onların ekmeğinin tadından hoşlanmıştık.
Tam bir ev ortamı olmadığından yuva, yurt, okul, oyun salonu, çocuk bahçesi benzeri bir mekândı bizim için. Hele ders çalışmak, büyüklere soru sormak, ödev yapmak niyetiyle gelmişsek sabaha kadar açıktı kapılar.
Ev, ev olduğunu anlamış girip çıkan olunca, ağaçlar ağaçlığını bilmişti çocuklar tırmandıkça dallarına. Yaz gelince hepten bize kalırdı bahçe. İncir ağacına kurduğumuz salıncakta daldan dala uçuşurduk, bıkmadan usanmadan. Tulumbadan akıp giden sularda oynaşan ördekler tuzu biberi olmuştu sokağın.
Yurtlarından, ocaklarından söküldükleri toprağa illerini, dillerini, törelerini gömüp gelmişlerdi turunç diyarına. Sarılmışlar dört elle; tutunmuş, köklenmiş; yeğ tutmuşlar sılaya, geçmişe, yaşanmışlıklara.
Halime Teyze iyiydi, hoştu, gözü gönlü toktu, çocukları severdi. Kendi torunları gibi bizi de uyarırdı sık sık ders çalışın diyerek. Yalnız radyo dinlememize kızar, izin vermezdi. Pili bitecek diye ödü kopardı. “Mustafa Amcanız ajans dinleyecek, pili zayıflamış, bitmesin” der, elimizden alır götürürdü.
Akşamları hep birlikte Radyo Tiyatrosunu, Arkası Yarını, istek şarkılarını dinlemek çok keyifli olurdu. Hareketli parçalarda kalkıp oynar; acıklı, hüzünlü hikâyelerde burnumuzu çekerek ağlardık.
Fazla gürültü yapmazsak, kitaplar dizimizde olduğu, derslerde zayıf getirmediğimiz sürece her konuda özgürdük. En büyük savunucumuz da Halime teyzeyle Mustafa Amcaydı. Büyükleri ne zaman kızdırsak bize ilk sözleri “sizden adam olmaz, olsa da biz görmeyiz” olur ya. Halime Teyze verirdi yanıtı: “ Olurlar more, olurlar!”
“İlâhi anacıklar! Biz adam olmayacağız da kim olacak. Kuşdilini, kelimeleri tersinden söylemeyi bizden iyi beceren var mı? Fransızcayı okulda öğreniyoruz. Bir de Rumca konuşmaya başlarsak görün bakalım!”
Okula hiç gitmemişti Halime Teyze, okuması yazması yoktu. Ortalığı özenle toplaması, ayakuçlarına basarak balerin edasıyla odalara girip çıkması, kırık dökük yarım yamalak konuşmasıyla sevimliydi; bizden biri, yaşıtımız gibiydi. Bütün derslerin, kitapların adını öğrenmişti. Pervane gibi dolanırdı torunlarının çevresinde; defteri, kitabı yanlışsız tutuştururdu ellerine. Çayı açık doldururdu bardağımıza, zararı olmasın diyerek. Koyu içmek için ısrar eden kara kuru oğlana “İstiyor da içecek bacağı gibi kara çay!” demesi hepimizi güldürmüştü. O günden sonra çocuğun adı Karabacak kaldı.
O zamanlar Yavru vatan Kıbrıs radyosu gün boyu Rumca yayın yapardı. Anavatandan rahatça dinlenebiliyordu. Kısa bir süre, günde bir iki saat kadar Türkçe müzik programları olurdu. En beğenilen şarkılar peş peşe çalınırdı. Dört gözle beklerdik yayın saatini. Giritli komşularımız Rumca anlasalar da hep Türkçe yayınları dinler, her zaman birbirleriyle Türkçe konuşurlardı. Derslerde daha başarılı olmak, istedikleri okullara girebilmek için bunun şart olduğuna inanmışlardı.
Bizler sokağın eski sahipleri, bir yabancı dil öğrenme sevdasıyla kıpır kıpırdı yüreklerimiz. Hangi dil olursa olsun, farklı tınılar, anlaşılmaz sesler; yepyeni dünyalar, uçsuz bucaksız ummanlar, sonsuz ufuklar, ışıltılı hayaller uçuştururdu gözümüzde.
Yalvarırdık bir kelime öğrenebilmek için. Nazlanma değil de anlamsız gelirdi yeni arkadaşlarımıza bu merakımız. Onlara sıradan gelen, hatta her geçen gün biraz daha uzaklaşıp, unutturulmaya çalışılan bir şeydi hepsi için. Köyde ilkokula yeni başladıkları yıllarda, öğretmenlerinin, büyüklerinin haberci kuşlarının her yerde onları dinlediğine, geceleri pencereden gözetlediklerine inanırlarmış. Pek matah bir şey gibi gelmez, hele de birilerine öğretmeyi büsbütün anlamsız buluyor olmalılar, isteksizlerdi bu konuda.
Sonunda bir iki ilenç, kızma, küfür gibi sözcükleri kapmaya başlamıştık. Söylemesi bile ahenkliydi. Bir gün “Poli poli potana! diye küfrederken duyduk küçük Hüso’yu. Hemen koro halinde bağrışmaya başladık. Çok ayıp sözler olduğunu söyleseler de aldırmıyorduk. Köyde, gece uyurken fare ısırmış Hüso’yu, kuduz iğnesi yaptırmak için getirmişlerdi. Çok hareketli, kavgacı, huysuz ve sinirli bir çocuktu. Bir de bu olay başına gelince hepten şımarmıştı.
Bütün çocuklara eğlence çıkmıştı. O bağırıp küfür ettikçe, diğer çocuklar da aynı sözleri tekrarlayıp, gülüşüyorlardı. Annesi kızıyordu yine Rumca sözlerle: “Yavusta sopani kokavile yavlaç!” Tam olarak böyle değilse bile biz böyle ezberledik. Seni şeytanlar götürsün ya da seni cinler çarpsın gibi bir anlamı varmış.
Fazla bir şeyler öğrenemedik, zamanla bu hevesimiz de körlendi. Oyun arkadaşlarımız, dostlarımız büyüdüler. Hepsi en azından liseyi, öğretmen okulunu bitirdi. Üniversiteye girenler, tıp, hukuk, mühendislik fakültesini kazananlar da oldu. O evden hep tok gözlü insanlar, iyi öğrenciler, sevgi dolu yürekler, sıcacık bakışlar atıldı hayata.
Meleko ile Haso, Sadıko ile Hatice birbirlerini sevdi, vakti zamanı gelince usulünce evlendiler. Sadece Fato, güzel Fato, çalışkan Fato… Ağzından bir tek kötü sözcük duymadığımız nazik Fato…
İlk yazdığım öykücükleri okuyan, bitmez tükenmez maceralarımı, çocukluk anılarımı sabırla dinleyen Fato. Lisede resim bölümünde okurken yağlı boya resmimi ne güzel çalışmıştın, nasıl da sevinmiş, evde en yukarı bir köşeye kondurmuştum.
Neler paylaştık, ne oyunlar oynadık; dilek tuttuk yıldızlara bakarak, izlediğimiz sineme filmlerini anlatırken hayallere daldık, ne çok güldük seninle… Ateşe atıp közlediğimiz soğanların ve tatlı patateslerin, yalap şalap yoğurduğumuz kısırın, dibi tutmuş pandispanyaların tadı… O zamanlar da düşünür müydün, ölümü, bırakıp gitmeyi tüm sevenlerini; herkesi şaşırtmayı, bu kadar üzmeyi, ağlatmayı… Nereden öğrenmiştin sevenleri ayıranlara böyle bir ölümle selam bırakmayı…
Sessiz, yumuşak başlı, uysallığın arkasında katı, direnen, güçlü yanını bilirdim bakışından, duruşundan. Hem kolayca kabullenir, taraf olurdun; bir yandan da doğru bildiğinden şaşmazdın. Ne ayrık otu gibiydin ne de sarmaşık gülü. Saklambaç oyunlarında kılık değiştirip çanak çömlek patlatmadın, oyunda bile aldatmadın kimseyi.
Biraz buğulu, biraz kekre, biraz sert esen rüzgâr eğmişti dalını, bükmüştü boynunu. Yarım kalan hayaller, geride bırakılan eşyalar, terk edilen mekânlar, yaşanmamış yıllar, gidilemeyen yollar, iyi günde kötü günde paylaşılamayan dostluklar…
Babanı tanırdık, aksi biriydi, mutsuz görünürdü yüzü hiç gülmezdi, dünyanın yükünü sırtında taşır gibiydi. Sen mi ona çekmedin, o mu kimselere benzemiyordu. Saçlarını kestirince sana, annene kızıp bağırmış… Eteğine takmıştı en çok, okul kıyafetinin kısa olduğunu, dar olduğunu söylermiş… Sesli gülmene, düğünde oynamana hiç hoşgörüsü olmadığını bilir, bir köşeye çekilirdin… Yaşıtlarına uzaktan tebessümle bakar, gönül gözüyle katılırdın oyunlara…
Sular seller gibi çalışıp, okudu. Öğretmen olmuştu Fato. Sevdiği teyze oğlu Memo da… Her gün mezarını ziyaret ediyormuş artık, duyuyorduk…
Kabak çiçeğinden dolma yapıldığını ilk senden duymuştum… Mahalledeki yeni gelinlerden, genç kızlardan işleme örnekleri alırdın tatillerde köyde yapmak için. Kanaviçe çarşaflar, etamin yatak örtüsü, kırlentler… Mor sümbüllü hesap işi oda takımını, örümcekli ara dantelini özenle işlemiştin…
Bekçi bir komşumuz vardı, İncirlik üssünde görevli. Amerikan dergileri getirip satardı. Okunmuş eski dergilerdi, ucuza verirdi… Elbise modelleri beğenirdik, terziye gösterir aynısından isterdik… Bir örnek mobilyaları şaşkınlıkla, hayranlıkla incelerdik. Tanıtım dergileriydi bunlar, içinde hiçbir yerde görmediğimiz, masal gibi evler, odalar, bahçeler… Yalnızca resimlerde, sinemalarda ve düşlerimizde var olan güzellikler… Defalarca, bıkmadan usanmadan bakardık kocaman, kalın ciltli, parlak sayfalı dergilere; hayalini kurmaya bile cesaret edemeden…
Biraz daha dik başlı olamadın mı Fato? Fare ilâcını içmeden, hayatına kıymadan önce, az biraz yükseltseydin sesini; sen de çocuklar gibi bağırsaydın ya… Vermiyordu, vermeyecekti baban sevdiğine, biliyordun. Sebebi yok, inat adamın biri diyordu Halime Teyze de Mustafa Amca da. “Aksi more, dikmiş burnunu, anlamaz laftan! Genç olmamıştır sanki bu adam?”
Ah Fato ah! Bize anlatsaydın da, hep bir ağızdan bağırsaydık ya: “Yavusta sopani kokavile yavlaç!” Eminim şeytanlar alıp götürür, cinler çarpardı sizi ayıranları…
Şehir Dergisi 86. Sayı
Temmuz-Ağustos 2015
YORUMLAR
BirGün sessizce bize yaklaşacak ve hiç aklımızda olmayan,bizim bildiğimiz şeyleri yavaş yavaş ama alıştıra alıştıra alacak. Aldığı şey çok önemli olsa, da ertesi gün sahip olduğumuz duygular bizi teselli edecek. Zaman, tarih atarak" vay be" kelimesiyle o geçmişi hafifçe örtecek. Biliyor musun, o örtü toprak gibi ebediyen serili kalacak... İşte o toprak altında olan her neyse, o zaman onun için duracak.
Tarih geçmişle kendini teselli eder.... Rakamlarsa bizi teselli eder. Oysa her şeyde "nû" varsayımı insanı çıplak,geçmişi çıplak bırakırken,sadece giyinik akıl kalır.
Saygılar
Fazilet ELİAÇIK
Merhaba
"Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş"
O da mı kalmıyor?
Teşekkürler yorumunuz için
Selamlar
Beğenerek okudum, aldı beni bu hikaye çocukluğumun sokaklarına bıraktı...
Beyaz badanalı evlerin önündeki sardunya kokuları geldi burnuma
Başıma değdi çatılardan sarkan leylaklar..
Pirinçli börekleri, reçelleri her çeşit ot yemekleri, hele de şevketi bostan..
"Ah" demenin anlamının bittiği yer, gerçekten hüzünlüydü..
Emeğinize sağlık
selamlar...
Fazilet ELİAÇIK
Merhaba
Geçmiş, çocukluğum, sokaklar, evler, kokular, kaybettiklerim.
Hatırladıkça yazıyorum. Teşekkürler
Selamlar
Merhaba Fazilet Hanım, öykü çok güzel. Hepimizin hayatında iyi komşular-kötü komşular diye adlandırdıklarımız yok mudur. Hele bazıları vardır ki tüm benliğimize yer eder oradan çıkmazlar.
Hele ki Fato gibi olup da kendi hakkını savunamayanlar bir başka yakar içimizi.
Bu aileye benzer bir göçmen aile de bizim tarla komşumuz olmuştu. onların da iki kızı vardı. sessiz, içlerinde fırtınalar koparken dış dünyaya kendilerini kapatmışlardı. Bu aile tarlaya bir süre gelmediklerinde çok merak etmiştik. Sonradan öğrendiğimize göre büyük kızları intihar etmişti. O anne de senin anlattığın küfürlere benzer sözler mırıldanır dururdu. Çok üzülmüştük.
Laf lafı, anı anıyı açtı işte...
çok beğendim tebrik ederim. Sevgilerimle
Fazilet ELİAÇIK
Teşekkür ederim Emine Hanım
Bende derin izler bırakan anılarımdandır.
Selamlar
girit lafı geçince doğanın tüm yeşilliklerini değerlendiren insanlar aklıma gelir...zeytinyağlı mezelerin mucidi giritlilerdir...hoş bir anlatım günede çok yakışmış.... saygılar usta
Fazilet ELİAÇIK
Merhaba
Turp otundan yapılmış yumurtalı kavurma yemiştim Ege'de çok lezzetliydi, Girit yemeğiymiş.
Selamlar
Fazilet ELİAÇIK
Kuşadası Davutlar'da Girit Günlerine katıldım, çok keyif aldım, komşularımı andım. Selamlar