- 1060 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
'inhale'
Gri renkte çizgili, doksanların modası bir takım elbise üzerinde, 1.65 boylarında, bıyıklı, saçları yer yer dökülmüş adam işaret parmağını havaya kaldırmış bağırıyordu:’ Sen, o, onlar, şunlar, bunlar, oradakiler, hiç doğmamışlar, ölecekler hepiniz aynı boksunuz! Evet, bok, bok diyorum, şu halinize bakın, bakın şu halinize. Devlet sağ olsun diye hepiniz canınızı verirsiniz söz de, yalan, hem de öyle böyle değil, en büyük yalan! Siz sahtekârsınız, aşağılık, işe yaramaz pisliklersiniz. Hiçbirinizin umurunda değil bir başkasının acısı. Zaten niye olsun ki, niye olsun söyleyin? Hepiniz rahat etme peşinde değil misiniz? Evlerinizdeki vitrinlerden kurtulmak için maaş alıyorsunuz. O da yetmiyor kredi çekiyorsunuz. Çocuğum okusun diye en saçma kurslara para dağıtıyorsunuz. En iyi araba ben de olsun, en güzel vücut bende olsun diye kıçını yırtıyorsunuz. Yeri geliyor, amirinizin, patronunuzun, müdürünüzün her yerini yalıyorsunuz. Buna muhtaç hissediyorsunuz, çünkü işveren olduğu için onun her dediğini yaparak işinizden olmayacağınızı biliyorsunuz. Siz işverene göt veren sürtüklersiniz. Hepiniz ama hepiniz! Şu zavallı çocukları da kendiniz gibi yetiştirecek, sistemin parçası yapacaksınız. Yazıklar olsun! Hepinize yazıklar olsun! Bana da yazıklar olsun, ben de sizin gibiyim. Benim ne farkım var? Hepimizin Allah belasını zaten vermiş, vermiş…’
Sayıklıyor gibiydi ‘vermiş’ derken ve metronun güvenlik görevlileri bağıran adamı yaka paça tutup, güvenlik yazan camekânlı yere götürme derdindeydiler. Bir sonraki metro iki dakika sonra gelecekti. Hepimiz gelecek metroya binecek, inecekler inecek ve döngü akşama kadar devam ettikten sonra sabahın ilk ışıklarında sistem tekrar kaldığı yerden işlenmeye devam edecekti. İnsanlar şoka uğramış gibiydi. İki üç kişi beraber olanlar adamı kendi aralarında değerlendirmeye çoktan başlamıştı. Motosikleti servisten almak için ben de metroya binecektim ama adamın söyledikleri karşısında ürpermiştim. Karanlık deliğin içerisinden gelen ses, yaklaşan metronun elektrikle olan ilişkisi ve rayla sürtünürken çıkardığı sesti. Eğer metroya binmeyip, merdivenlerden tekrar yukarı çıkıp, yürüseydim, bu yapacağım şey zihnimi açabilirdi ama servise saat bir de motosikleti almak için geleceğime söz vermiştim. Evet, düşündüğüm şey de saçmaydı, söz vermiştim ama adamlar zaten bir yere gitmiyorlardı ve para mevzusunu saat altıya kadar ne zaman gidersem gideyim onlarla halledebilirdim. Metro durunca, inecekler indikten sonra binecekler de açık kapılardan yavaşça içeri geçiyorlardı ama hepimiz az önceki adamın konuşmasından sonra geçici bir şok yaşamaya devam ediyorduk. Sağ bacağım ağrıyordu. İki gün önce motosikletten düşmüştüm. Çok sinirlendiğim anda daha tehlikeli kazalar atlatma sınırına gelmiştim. Yaşadığım küçük kaza kendi aptallığımdan ibaretti. Markette 15’lik yumurta, bir adet soğan, bir adet limon, birkaç tane ufak çeri domates, yarım kilo tavuk ciğeri, iki adet bisküvi, bir paket sigara, bir adet puding, yarım litre süt alıp, tek poşete koymuştum. Poşetin yetersiz kalacağını düşünerek kasada duran bayana bir poşet daha alabilir miyim demiştim. Gönüllü olmadığı yüzünden belli bir halde, malzemeleri koyduğum diğer poşeti iki eliyle açtığı poşet içine koymamı bekliyordu. Zar zor poşeti onun elinde tuttuğu boş poşete geçirirken, ‘şalgamlarınızın üretim tarihi mi geçmiş’ gibi alakasız bir sorunca, bayanın gönülsüz hali, sinirli hale geçişine sebep olmuştu. ‘Ne alaka beyefendi’ tarzı yanıt vermesini bekliyordum ama o terbiyesini kaybetmeden ‘siz üretim tarihine bakmışsınızdır, taze hepsi’ diye cevap verince, tatmin olmamış bir şekilde ‘kolay gelsin’ diyerek marketten çıkıp, motosikletin yanına gitmiştim. Normalde arka çantaya yerleştirsem de malzemeleri, ‘ev yakın, tutarım debriyajın oradan’ diyerek eldivenleri de poşetin içine koyup, kaskı takarak yoluma devam ettim. Aklımda olan bir şeydi, düşeceğimi hissediyordum ama ne zaman olacağına dair bilgim yoktu. Sadece seziyordum. Sol tarafıma ağırlık yapan ve dengemi bozan poşeti unutmuş bir şekilde yola devam ederken, ani bir hızlanma sonucu kendimi yerde bulmuştum. Yerde iki metre motorla beraber kaymıştık ve aslında ilk başta zevkli bile gelmişti. Sarı kafalı bir genç bana doğru yaklaşıyordu. Ben yerdeydim, motosiklette üzerime düşmüştü. İçimden ‘şükür motor çok ağır değil’ diye düşünürken, genç yaklaşarak ‘abi, geçmiş olsun, bir şeyin yok değil mi’ diyordu. ‘Gel gel, tut şunu da kaldıralım’ dedim. Motosikleti kaldırmama yardımcı olmasından dolayı ona ‘sağ ol kardeşim’ derken, saçları dikkatimi çekmişti. ‘Asker misin’ diye sorunca, ‘he abi, cezaevinde askerim’ demişti. Dışarı izne çıkmıştı. Onu şaşırtacak soru sormamı beklemiyordu. ‘Sabri komutan da hala orada mı?’ Şaşırmıştı, o cevabı vermeden ben konuşunca mevzuyu anladı. ‘Arkadaşım da orada askerlik yapmıştı. Bahsederdi komutanlardan, oradan aklımda kaldı da’ dedikten sonra, ‘anladım abi’ diyerek öne doğru adımını attı. Gitmek istiyordu. Zaten yapacağı yardımını yapmıştı, gidip en azından bulacağı bir internet kafeye girip, ısınabilir, saatlerce internette takılabilirdi. Asker, ‘dikkat et abi’ diyerek arkasını dönüp yürümeye devam ederken, motosikletin sağına soluna bakıyor, bir şey var mı diye kontrol ediyordum. Olan aslında bana olmuştu, sağ bacağıma bıçak girmiş gibi hissediyordum. ‘Hafif bir incinmeden erkek adama ne olur’ diyerek motoru çalıştırıp, eve varmıştım. Mutfakta malzemeleri poşetin içinden çıkarırken, kolideki kırılan yumurtaların poşetin içini sümüksü bir yapıya dönüştürmüştü. Neyi elime alırsam kayıyordu elimden. Sigara paketi de dâhil, hepsini yıkadıktan sonra kahvaltı yapmak için kaynamış suyla çayımı demleyip, pencereyi açıp, sokağa bakınıyordum. Motosikletin zamanı gelmişti, servise götürmem gerekiyordu ama ayrıca parasal konularda sıkıntım olduğu aşikârdı. Münir Özkul’un filmlerinde yaptığı gibi kâğıt üzerinde gelir gider hesabı yapamasam da, hiç yoktan günlük harcayabileceğim maksimum parayı on lira olarak hesaplamıştım. Eğer bir gün içerisinde yirmi lira civarı alışveriş yapmışsam, diğer gün hiçbir şey almıyordum. Buna sigarada dâhil oluyordu. Kendime iyi baktığım zamanlar çok eski bir tarihmiş gibi aklımda kalmıştı. Zeytinyağlı salatalar, et soteler, yemek için aldığım, adını dahi ikinci kez söyleyemediğim soslar bir önceki hayatımda var olmuşlar gibiydi. Niye böyle olduğu konusunda kendime soru sormaya cesaret edemiyordum. Zaten cevap apaçık ortadaydı. Zaten yüklü bir kredi varken, çektiğim ikinci bir ihtiyaç kredisi bütün maddi hesapları mahvetmişti. O ilk kredi, diğerlerini getirmiş, böylece ucu açık, sonu gelmeyen maddi külfet altında kalmıştım. Kendime kızıyordum. Bunun sebebi bir anlık aşırı isteklerin sonucuydu. Kendime sinirlendiğim zamanlar ağzımdaki sigarayı elimdeki alakasız bir nesneyle yakmaya çalışırken buluyordum. Elbette güzel olabilirdi, onu üzerime giyince kendimi kıyafet adamı olarak da görebilirdim ama iki yüz liraya gömlek almak benim haddime göre değildi. Ayakkabısındaki delikten su girmemesi için ayakkabısına poşet geçirip, okula giden biriydim. Ayakkabımdaki deliği Melike görürse, benimle alay edeceğini biliyordum. Hâlbuki Melike’nin ailesi de çok zengin değildi, benim de ailem fakir değildi, bunların konuyla alakası yoktu ama o delik ayakkabıyla gezerken bir nevi kendime ders veriyordum. Okulda öğrenemediğim dersti, hayat dersiydi. Fakat zamanla kendi kendime edindiğim o hayat dersini unutmuş, kendimi tatmin etmek için başka yöntemler arayışına girmiştim. Ürkütücüydü. Melike akşam şarap içip, sabah leyla bir halde okula geldiğinde, omzundan aşağı taranmış bal rengi saçlarıyla önümdeki sırada otururken, onun masallarda geçen acımasız prenses olduğunu hayal ediyordum. Acımasızdı, beni ancak tipimle, görünüşümle yargılayabilirdi. Liseye yeni başlamıştık. Kimi zaman İngilizce derslerinde işaret parmağın ucuyla onun sıramda duran saçlarına değdirmeye çalışıyordum. Bunda başarılı olduğum zamanlar ürperiyordum. İngilizce dersleri bitmek bilmiyordu, her hafta saatlerce dilbilgisi, okuma, dinleme dersleri vardı. Sınıfın en başarısız iki üç öğrencisinden biriydim. Saman kâğıdında olan boşluklara, öğretmenlerin yanlarında getirdikleri kasetçalarla çok alakası vardı. Güneş batmamak için direnirken, floresanlar açılıyor, dağ manzaralı okulun sıralarında öğrenciler sınava tabi tutuluyordu. İngilizce olarak öğretmen ‘tekrar dinletiyorum, iyi dinleyin’ diyordu. Bir şey anlamıyordum. ‘Son kez tekrarlatıyorum’ diyordu, hayır, yine yapamıyordum. Eğer not olarak elli alabilirsem benim için mucize sayılabilecek bir not olabilirdi ama kırktan yukarı çıkamıyordum. Okulu, öğretmenleri, sınıftaki öğrencileri, hiç kimseyi sevmiyordum. Melike’yi de sevmiyordum. Benimle alay ediyordu, konuşmalarından bunu anlayabiliyordum. Bal rengi gözleri vardı. Saçları da bal sarısıydı. Tankut diye, küpeli, ortaokuldan bir sevgilisi vardı. Ondan bahsediyordu. İçimden ‘döverim ben onu’ diyordum. Döverdim de gerçekten. Ellerim büyüktü. Kalbim de büyüktü. Her sabah okula giderken, eski, mavi renkte bir arabanın önünden geçerdim. Batıl bir inanç sahibi olmuş, arabanın farlarına dokunmadan yanından geçmiyordum. Başıma bir şey geleceğinden korkmuyordum ama kurtulmak istiyordum. İçine düştüğüm, kendimi tanıyamadığım, yabancılık duygusundan kaçmak istiyordum. Dinleme ve okuma dersi veren öğretmen bir gün sınıfa ‘congratulation’ kelimesini tekrarlatıyordu. ‘When we celebrate anyone that we say this word. Repeat after me; Congratulation!’ Pronunciation ve London kelimelerinden sonra yine alay konusu edilmek üzereydim. Sınıfta kimse yokmuş gibi gözleriyle ve parmağıyla beni işaret edip, bana tekrarla diyordu. Ayağa kalktığımda, bir elimle sıraya zar zor dayanmıştım. Melike önümdeydi ve biliyordum ki o tatlı kulakları biraz sonra benim rezilliğime şahit olacaktı. Kulağının birinde ben var gibiydi. Tekrarlamaya çalışıyordum:’ Kangıre, kangı, kangıgıretiyeyşın, kakakangırat, kogantıraşeysın, konguratcın…’ Başaramıyordum. Kelimenin telaffuzunu bir türlü başarılı bir şekilde söyleyemiyordum. Öğretmen ‘kıngraculeyt’ derken, aklıma Cüneyt Arkın’ın filmleri geliyordu. ‘Keşke şu an evde olsaydım ve herhangi bir Cüneyt Arkın filmini izleseydim’ diye düşünüyordum. ‘Sit down’ diye bağırırken kafa sallayışını umursamıyordum. Melike hafifçe arkasına dönmüş, kar gibi beyaz gömleğinin kol kısmının benim sıranın üzerinde olduğunu fark edince, telaffuz çilesini unutmuş gibiydim. O kol orada sonsuza kadar bekleyebilirdi. Benimle istediği gibi alay edebilirdi. Abisiyle oynadığı bilgisayar oyunlarından bahsedebilirdi. Ben araba yarışından da, grup olarak silah oyunlarından da nefret ediyordum. Sınıflardan, zümrelerden, toplumlardan ve hatta devletlerden de nefret ediyordum. Yıllar sonra bir numara sosyalist olacak Serdar, her şeyden habersiz bir haldeyken, ona ‘biliyor musun, bir yazar var, kadın memesinden, generallerden, devletten filan bahsediyor, sonra şey diyor, yani o iki meme mi daha güzel yoksa devlet mi’ tarzı konuşmalar yapıyordum. Yazarı televizyondaki büyük, kırmızı koltuğundan ikimizde bilsek de ‘lan at yarağı, ne diyorsun sen’ diyordu. Engin’in lakabı ’at taşağı’, Serdarın ise ‘at boku’ olarak kalmıştı. Kendimize böyle absürt lakaplar takınmanın bir sinir harbi sonucu geliştiğinin de farkındaydım.
Melike’yle iki sene sonra sınıflarımız değişse de, onu her gördüğümde heyecanlanıyordum. Pencereden dışarı bakıp, eski anılarla boğuşmam beni yormuş gibiydi. Kombiyi çalıştırmıştım. Her şeyden kıstığım gibi doğalgazdan da kısıyordum. Ne zaman aklıma yalıtımlı bir ev gelse, yalıtım konusunda yazdığım ama yarışmaya göndermediğim makale aklıma geliyordu. Zaten şimdiye kadar sadece bir yarışmaya makale göndermiştim. O da Eskişehir Valiliğinin düzenlendiği ve on beş kişiye dağıtmak üzere bin liralık ödülü olan makale yarışmasıydı. Nuriye’ye seslenirken, bir yandan da Eskişehir hatırası gözümde canlanmaya başlamış, Eskişehir Valiliğine kadar bizzat gidip, son gün elden teslim ettiğim dosyanın sonucu beklediğim günler benim için eziyet olduğunu anımsamıştım. Delik ayakkabıyla yağmurda ıslandığım günlerde çıkardığım dersleri unutup, paranın bolca olduğu günler har vurup harman savurduğum için, beş parasız kalmış, yarışmadan gelecek bin liranın bana ilaç gibi geleceğini biliyordum. Aileden, akrabalardan para almak gururuma dokunuyordu. ‘Git kafede, bir yerde çalış’ dediklerindeyse, ‘beni prezantabl görmüyorlar’ diyordum. Yalan söylüyordum, gidip başvurduğum herhangi bir kafe yoktu. Nuriye, kendisine yatak yaptığım yerde kıvrılmış, pinekliyordu. Yalıtımlı bir evin kirası en az 700-800 liradan başlıyordu. Her türlü yağlı kazığa oturulmuş bir toplumun ögesi olarak, şikâyet etmeye hakkım da yoktu. Kaç gündür kumunu temizlemediğimden, balkondaki kumdan gelen koku beni de rahatsız etmeye başlamıştı. ‘Nuriye, hadi kız gel bir şeyler yiyelim’ der demez, beni anlıyormuş gibi ayaklanmış, ön ayaklarını ileri atıp, vücudunu öne doğru esneterek kendine gelmiş ve yatağından zıplayıp, yanıma gelmişti. Çorabıma sürtünüyordu. Yarışma sonuçları açıklandığında söz verildiği gibi on beş yazara değil, sadece yedi yazara bin liralık ödül verilmişti. Küfrediyordum. İsimlere bakıyor, ‘Muhammet Faruk, senin benden ne fazlan dürzü’ diye sinirleniyordum. Haksız sayılabilirdim. Yalnızca bir günde istenilen makaleyi yazmıştım. On dört sayfaya yakın bir makaleydi ve tekrardan okuduğumda cümle veya kelime hatasına da denk gelmemiştim. Kazanmam gerekiyordu. O bin liraya ihtiyacım vardı ama kazanmamıştım. Ayrıca arkadaşıma Eskişehir’e gitmek için borçlanmıştım.
Nuriye aslında sokak kedisi olduğu için, dışarı çıkmayı çok seviyordu. Evde olmadığım zamanlar onu dışarıya bırakıyordum. Biliyorum aptalca bir fikirdi, geri eve döndüğümde onun evin önüne beni beklemesini düşlemem de çılgıncaydı ama gerçek şu ki, beni seviyordu. Apartmanın arka tarafındaki bahçeye, bodruma bıraktıkları tahtadan eski bir köpek kulübesini çıkarıp koymuştum. Nuriye için kulübeyi yıkamış, içine de gazetelerle tabanı yalıtım yaptıktan sonra, kullanmadığım kırmızı paspası üzerine sermiştim. İçine giriyor, bana bakıyor, sanki ‘gitme’ diyordu. Korkum pirelenmesi filan değildi. Kediler arası hiyerarşi kavgalarının bolca olduğu bir sokakta oturduğum için, ona saldırmalarından çekiniyordum. Arkadaşın biri ‘öyle şey mi olur, kalsın işte evde, pis kediyi tekrar içeri mi sokuyorsun’ diyordu ama kimsenin sözüyle iş yapacak halim yoktu. Bir akşam kaldığım mahallenin başka bir sokağında otuza yakın kedinin sırayla yürüdüklerini görünce, efsane kedi kavgalarını birer şaka olmadığına kanaat getirmiştim. Hatta kedilerin sokaktaki köpeklere de saldırdığını, herhangi bir kediye karışan köpek olursa, bir miyavla otuzunun birden toplandığına dair hikâyeler ardı ardına geliyordu. Elbette otuz tane kediyi besleyen yaşlı kadının da bunda parmağı vardı.
Metrodan inerken aklımın köşesinde Nuriye vardı. Onu kulübesine bırakıp evden çıkmıştım. İki gün sonra geri dönecektim. Motosiklet servisi Bursa’da olduğundan iki gün ayrı kalacaktık. Yeteri kadar yemeği de yanına koymuştum. Kendini savunabilecek, Bengal asıllı avcı bir kediydi, tırnaklarını da kesmekten nefret ediyordum. Sokaktaki diğer kedilerden daha sağlıklı ve iri olduğu da aşikârdı. O gün kahvaltıdan sonra aklımda olan kişiyi internette araştırmaya karar vermiştim. Evet, Melike’nin son halini merak ediyordum. Soyadını hatırlamakta ilk başta zorluk çekmiştim. Resmi bulup, bilgisayar ekranında büyütürken, Nuriye’de bilgisayar ekranına bakıyordu. ‘Görüyor musun Nuriye, Buket, Şule, Esra, Burcu, Gülay gibi değildi bu kız, bu kız platonik olarak ilgi duyduğum en güzel kızdı. Hala öyle, nasıl da güzel görüyor musun?’ Ağzını açmış, diliyle dişlerini temizliyordu. Melike’yi umursamıyor gibiydi. Dili yetmeyip, bu sefer tırnağının ucuyla dişinin arasını temizlemeye çalışıyordu. ‘Lan bunu nereden öğrendin’ derken, az kalsın klavyenin üzerine koyduğum çay bardağını döküyordum. Hareketlerimi kopya ediyor olmasına şaşmamak gerekiyordu. Tembellikten ayak tırnaklarını bile ağzıyla koparıp, atan biri olmamı engelleyen Nuriye olsa da, dişlerinin arasına tırnak sokmayı benden öğrenmişti. Melike’yi bir an için unutmuş gibiydim. ‘Hayvan, nasıl da güzel hala’ diyordum. Kaba bir insan olduğumu itiraf etme zamanım gelmişti. Nuriye’yi tutup, halıya fırlatırken, ayağımla prizin anahtarına dokunmuştum. Bilgisayar da kapanmıştı. Gördüğüm kadarını görmüş, aklıma yeteri kadar Melike’nin yeni görüntüsünü kazımıştım.
Metro’dan inip, servise vardığımda buji ve hava filtrelerinin değiştirilip, yağın da tazelendiği bilgisinden sonra sıra en önemli noktaya, lastiklere gelmişti. Usta yemin ediyordu: ‘İnan takacaktım, bak hatta şuraya koydum lastikleri ama bu akşamüzeri kargo gelecek, yeni üretim lastikler var. Motora ondan takayım diye, takmadım, bak vallahi.’ Üsteleyecek bir durum yoktu. Usta bana ‘bak yarın sen gel, sabah on gibi gel, ben takarım yeni lastikleri, zincir, balata da temizlerim, onları yazmayız hesaba, bizden olsun ama söz yarın hazır olur’ dedikten sonra, ‘iyi madem, yarın toptan ödeme yaparım’ diyerek, yağlı ellerini sıkıp, tekrar metro istasyonuna doğru yürümeye başlamıştım. Metro istasyonuna doğru yürüyordum. Aklıma çılgın adam Slavoj Žižek’in tuvalet üzerine akıl yorması gelmişti. Sanırım Nuriye’yi özlemiştim. Sevilmeye ihtiyacım olduğu bir andı. Hayatımda her bokluğu klasik Türk anlayışıyla çözümlemeye gidiyordum. Jijek tuvaletlere dair çözümlemeyi yaparken, Alman tuvaletlerinin dışkının akıp gittiği bölüm tuvaletin ön tarafında olduğunu söylüyordu. Buna göre bir Alman uyanıp, tuvalete gittiğinde, dışkısını tuvaletin arkasında beklediğini bir süre görme ihtiyacı oluyordu. Bunun Almanlarda bir gelenek hale geldiğini, her sabah ritüel gibi, dışkısını inceleyip, koklayarak kendinde bir rahatsızlık olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu Almanların her konuda uzunca düşüncelere dalıp, metafizik ve felsefe merakı üzerine dayandırabilecek bir noktaydı. Fransızlar tuvalet deliklerini arkada yaptıklarından, işlerini gördükten sonra dışkıyı göremezlerdi. Göz önünden hızla ayrılan dışkı, Fransızların devrimci yanlarını ortaya çıkarıyordu. Net, aceleci ve ketum Fransızlar tuvalet mimarilerine de bu hallerini yansıtıyorlardı. Britanya’dan bahsederken de, sevgili Anglosaksonların ılımlı bir siyaset güttükleri göz önüne getirildiğinde, İngiliz tuvaletlerinde daima tuvaletin içinde su olduğunu ve dışkının gözden uzaklaşmadan önce bu suyun içerisinde bir süre yüzdüğünden bahsediyordu. Melike aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Platonik aşkın zirvesinde geziniyordum. Bunu elbette erkek sevici Platon üzerinden yorumlayabilirdim ama Jijek gibi, bizim kültürümüzdeki tuvalet kültürü üzerine düşünmek istiyordum. Sonradan ortaya çıkma alafranga klozetleri değerlendirmeye almamak gerekiyordu. Alaturka, bildiğimiz çömelerek boşaltım işlemini yürüttüğümüz tuvaletler bizim için kültür bazında değerlendirmeye alınabilirdi. Evet, çok eskilere, çalılar arasında toprağa sıçılan zaman değil, bir asır öncesi yeterli olacaktı. Dinin de tuvalet mevzusunda öğretileri olduğunu, avret yerlerini bir başkasının görmemesi gerekiyordu. Sıralı pisuvarların önünde durup, arada engel yoksa rahatça yanında işeyen birinin cinsel organını görebileceği uygulama, medeniyetten geliyordu. Eğer sağlık açısından düşünecek olursa, çömelerek işemenin erkeklere faydalı olduğunu bilse de, önemsemediği için çoğu erkek ihtiyacını ayakta görüyordu. Hatta kadınlara da ayakta işemelerini sağlayacak bir aparat üretmişlerdi. Neyse ki bu aparat dildo gibi pek yaygınlaşmamıştı. Mevzunun içinden çıkamaz hale gelmiştim. Metronun yine sesi geliyordu ama bu sefer kendisini de görebiliyordum. İstasyon yer altına değildi. Kafamı allak bullak etmiş, Melike üzerinden, Platon ’a, oradan da tuvalet üzerine düşüncelere dalmıştım. Bir gün arkadaşı biri Platon’un erkek seviciliğine karşılık, ‘ulan adam sanattan tut, edebiyata, adalete, politikaya, eğitime, aileye, askerliğe, epistemoloji mi, epistomoloji mi nedir, ona kadar her şeye fikir üretmiş, aklınız yine cinsellikte, takmışsınız yok erkek seviyormuş da, o sevdiği erkeği elde etmesi de imkansız da, o yüzden aşkı gizli saklı kalmış, bu gizli seviciliğe de onun adı takılmış, bırakın bu işleri, millet uzayda top oynuyor, top’ demişti. Haksız sayılmazdı. Onun ‘boş işlerle uğraşan tayfa’ olarak adlandırdığı, üyelerin giderek çoğaldığı, adsız, namsız bir topluluk üyelerinden biri sayılırdım.
Demirtaşpaşa istasyonunda metrodan inerek, Dayıoğlu hamamına doğru yürüyordum. Hava bozmuş, yağmur çiseliyordu. Hamamın yanından geçerken, karşısındaki küçük caminin sağ tarafındaki abdest alınan yerlere bakınıyordum. Yürürken bir yere bakıp da düşünmemin, tıpkı yürürken sigara içmek kadar bünyeye tehlikeli olduğunu bir yerde okumuştum ama pek de inanmamıştım. Kulağımı kapatmak istiyordum, soğuk geliyordu.
İki yıl önce arkadaşın bisikletini alıp, o abdest alınan yerde yüzümü yıkamış, tekrar bisiklete bindiğimde, pedala basmadan arka tekerin patladığını fark etmiştim. Ramazan olduğu için sıcak havada bisiklet sürmenin ne kadar zor olabileceğini düşünmemiş, Mesken’den Cumhuriyet Caddesine kadar bisikletle gelmiştim. Arkadaşın iller arası seyahat yaptığı bisikletini almıştım almasına ama yarım saat geçmeden bisiklet Çingenelerin saldırısına uğramıştı. Çünkü ben yüzümü yıkamakla meşgulken, bisikletin yanından geçen üç gençten bisiklete yakın olanının salladığı kelebeği görür gibi olmuştum. Tekere umarsızca batırmış olmalıydı. Böyle düşünmekte haksız sayılmazdım ama yapacak bir şey yoktu. Bir ihtimal suçsuz olan üç kişiye dayılanmanın manası olmayacak, eğer o üç kişi bir anda otuz üç kişi de olursa, mecbur dayağın güzelini yiyecektim. Böyle tatsızlıklara gerek yoktu elbette ama bisikletin patlak tekeri canımı sıkmıştı. Üç bin liralık bisiklete gözüm gibi bakmam gerekirdi. Kendi bisikletim olsa bu kadar önemsemezdim. Mecbur bisikleti sürükleyerek Reyhan pazarına kadar gidebilmiştim. Açtığımız Pazar tezgahının önüne geldiğimde, üzerimdeki mavi tişört su içerisinde kalmıştı. Sakaryalı, sarı saçlı, güzel kadının insanı kışkırtan yüz ifadesi dükkanın camları arkasında kalmış, siyah saçlı, esmer bir kadınla beraber muhabbet ediyorlardı. Dayım tezgahın başında değildi. Siyah poşetleri kaldırıp, altına baktığımda, bir sürü bozukluk oradaydı. Küfür edecek halim kalmamıştı. Hem Ramazan diye daha mübarek takılası bir insan olmanın Allah’ı kandırmak olduğuna inanan biri olduğumdan, yine de ‘beyni sikik, dursan adam gibi burada olmuyor’ diye söyleniyordum. İkimizde birbirimizden sırlarımızı saklıyorduk. Anneannem ölmüş olsa da bir şey değişmemiş, dayım zihnen daha rahatlamış gözüküyordu. Bazı günler ganyan bayisinde onu aradığım oluyordu. Sigara içen birisi olsam da, o ganyan içerisinde içilen sigaranın kokusu bile beni rahatsız ediyordu. Herhangi bir laf edip, orada ‘bu koku da ne canım’ dese birisi, ‘lan süt oğlan, gel sana aşını verelim de az uslu dur ibne’ diyebilen bir puşt çıkabilirdi. İskemleye çökmüş, bir yandan bisikletin patlak tekerine bakıyordum, diğer yandan okul çıkışı gelip giysi dükkanda çalışan liseli kızın dükkanın kepengine dayanmış, bana baktığını biliyordum. Bu acayip bir histi, tam olarak anlatamıyorum ama her şeyden öte Cavidan’ım vardı benim. Küçük, tatlı kedim. Nuriye’den daha tatlı bakıyordu. Öyle güzel bakıyordu ki, küçücük elleri vardı, başımı başına yasladığında, feribotla karşıya geçerken örneğin, burnunun kapalı olduğunu anlar, onun için üzülürdüm. Şeytan yine kulak mememi okşuyor, bana ‘sana reddetmeyeceğin bir teklif sunacağım’ diyordu. ‘Ne’ deyip, gafil avlanmıştım. Oysa karşımda Veled-i Enbiya caddesi duruyordu. Zaten önümden günde yüzlerce insan geçiyordu. Hatta ilginç olan her birinin yüzüne, kollarını sallayış şekline, bacak mesafelerini koruyup, attığı adımların santimine ve de ilgi çekici olanların umarsız kıçlarını kırıtmalarına kadar tanımıştım. Cins ayrımı yapmadan bu tanıyış akşama kadar sürüyordu. Birkaç güne Cavidan’la buluşacaktık. Kadıköy’e götürecektim onu. Oradan Üsküdar’a geçecektik. Önemli olan beraber olmamızdı. Zaten pazarda işler kesat olduğundan, benim cebime de düşen pek bir şey olmuyor, akşama kadar bağırmakla beraber faşist bir farenjit benim sadık bir dostum olmuştu. Liseli kızı bikinili denizde gördüğüm için onu ruhen tanıdığım gibi, fizik olarak da iyi tanıyordum. Boyu uzun olmasına rağmen, tam olarak gelişmemiş bir vücudu vardı. Her şeye rağmen bir çocuk sayılırdı, onun bana bakışlarından, ahmakça yakın olma çabasından korkuyordum. Haberlerde her gün tecavüz olayı geliyor, mutlaka ülkenin bir yerinde kadın cinayeti işleniyordu. Bu aslında kadınlar için sorun olduğu gibi, erkekler için de ayrı bir sorun teşkil ediyordu. Liseli kızın çalıştığı dükkanın sahibi kadın bu sefer bana uzaktan gülümsemeye başlamış, hatta gülümsemekle kalmamış yanıma doğru yürüyordu. Dayımı bekliyordum. Gelse de gidip şu bisikleti yaptırsam diye düşünürken, kadın yanıma gelerek ‘nasılsın canım’ demişti. Normalde böyle sormadığını bildiğimden, yine işinin düştüğünü düşünüyordum. ‘İyilik, ne olsun, seni sormalı abla’ derken, parmakları arasında sigarasını ezip duruyordu. Dudaklarımın iç kısmını ısırıyordum. Para yok diye sigarayı bırakma çabasındaydım. Hatta bazı günler evden çıktığımda sabah kahvaltı yapmıyor, öğleni de akşamla bir ederek, yanımdaki zeytincinin paylaştığı zeytinlerle beraber günü geçirdiğim oluyordu. Tabi o zeytinleri yediğimiz, yuvarlak, küçük ekmeklerin çıkacağı saati öğrenmiştim. Fırına iniyor, beyaz önlüklü kadından beş tane yuvarlak ekmek alıyordum. Fındık diyenler de oluyordu o ekmeğe ama adını tam olarak hiç öğrenememiştim. Ekmeğin yarısına birkaç zeytini dolduruyor, büyüğü iki marka olan çayla beraber ekmekleri böylece bitiriyordum. Yine de benim gibi obur biri için sorun oluyordu. Yemeyi seviyor, hatta yemek yemediği zamanlar iyice agresifleşen biri olduğumu biliyordum. Aslında bir gerçek vardı ki, aç olduğumda beynim daha iyi çalışıyordu. Net bir şekilde hatıralar gözümün önüne geliyor, herhangi bir hesap işlemine çok rahat çözüm getirebiliyordum. Örneğin üç yüz altmış ile on üçü çarpmak bile normal zaman da zor gelirken, aç olduğumda inanılmaz kıvrak hareketlerde bulunan sinir hücrelerim bana muazzam bir hız kazandırıyordu. Normal bir zamanda üç yüz altmış ile önce üçü çarpar, sonra tekrar onu çarpar, ikisini toplardım. Aslında 1080 ile 3600’ı toplamak da normal zaman da dert olabilirdi. 1 ile 3 topla 4, sonra 0 ile 6’yı toplasaydım 6, 8 ile 0 topla 8, 0 ile 0 topla 0; son olarak 4680 sayısı doğru olabilirdi. On üçe bölüp sağlamasını sağlamak isteseydim, bu sefer de 46’yı 13’e önce bölerdim, 13 ile kaçı çarpsaydım 46’ya yakın bir miktar bulabilirdim? 4 olsa, 13 çarpı 4, 10 çarpı 4 40 eder, 3 çarpı 4 12, topla 52 ama 52, 46’dan büyük olduğu için bölmeyi yapamazdım. Evet, saçmalıyordum çünkü arkadaşımın gözü gibi baktığı bisikletinin tekerini patlatmıştım. Yanıma gelen ufak tefek kadının adı Zehra’ydı, bana ‘Çarşamba günü için dükkana bakabilir misin canım’ diyordu. Çarşamba günü pazar açılmadığı için, çalışmadığımı biliyordu. Önceden de birkaç kere bana dükkanını emanet edip gitmişti. İstanbul’a mal bakmaya gidiyordu. Pek sevmesem de dükkan da durmayı, Zehra ablayı kırmamak için kabul ediyordum. ‘Aslı’da gelir okuldan sonra, sana yardımcı olur derken’ yüzünde şaka yaptığına dair herhangi bir mimik yoktu. Zehra abla yanımdan uzaklaşmadan önce dayımı görmüştüm, pazarın içinden ağır adımlarla geliyordu. Yanıma yaklaşırken boştaki eliyle ‘ne yapıyorsun’ tarzı işaret yapmıştı. Diğer elinde telefonu vardı. Bisikleti göstermiştim. ‘Aa, bu kimin’ diyerek tezgahın önünü düzenliyordu. Büyük marketlerde buna ön yükleme diyorlardı. Stantlar arasında dolaşıp, müşterinin raftan aldığı ürün yerine, arkadan bir tanesiyle doldurup, rafları dolgun, dolu göstermeye yarayan uğraşın bizim tezgahta pek işe yaramayacağını biliyordum. ‘Baksana’ dedim, ‘tekeri patlak, ben bunu yaptırayım da, sen dur tezgahta.’ ‘Yok, iki dakika da Gazcılara iner yaptırırım ben’ diyerek bisikletin gidonundan tuttu. ‘Aman gözünü seveyim, dikkat et, üç bin liralık bisiklet bu, başına başka bir şey gelmesin de, sağ salim vereyim de kurtulayım bundan’ deyince, ‘ne, üç bin mi, ne var içinde, altın mı’ diyerek gülünce, ben de sinir stres karışığı gülerek ‘malzemesi kaliteli işte’ diye cevap vermiştim. Dayım bisikletle beraber giderken, tezgahın önüne geçmiş, bağırıyordum ama gelip de herhangi bir mal alan yoktu.
Çarşamba günü dükkanı sabah erkenden açmaya geldiğimde, çapaklarımı otobüste temizlemiştim. Bir ara heyecan veren otomatik kepenk sistemi, artık bana da normal geliyordu. Kumandasına basarken ağır ağır yukarı yükselen kepengi bir gün ayarlayamamış, sonra da elimle düzeltme çabasına girmiştim. Emanet mal konusunda kaygım çok olduğundan mıdır ne, biri malını emanet ettiğinden kesin başına bir şey geliyordu. Üniversitede arkadaşların laptoplarına bakım niyetine fanlarını temizleyip, format atıp, program yüklerken de acayip korkular içerisinde kalıyordum. Salak arkadaşın biri ‘bunda iyi çizim yapılır’ amacıyla aldığı laptopun 17.9 inç ekranı vardı. Evet, astigmat olan biri için son derece kullanışlı bir bilgisayar ekranıydı ama kendisi hem bir ağır laptopla gezemeyeceğinden, hem de bu kadar büyük ekranlı bir laptopun, genişlemiş organı olan kadın gibi hiçbir zevk vermeyeceği düşüncesine sahip olmasıyla beraber laptopu bana getirdiği günden sonraki iki hafta içerisinde elinden çıkarmıştı. Aynı markaya sahip, ancak ekran inçi olarak 11.1 gibi çok güzel bir sayıya sahip laptopu olan arkadaş, Avrupa’da eğitim alıp, canavar gibi yabancı dil konuşmasının verdiği avantajla şirketin birinde yetkili olurken, o 17.9 inçe sahip arkadaş, fabrikanın birinde sürünüyordu. Dükkanda otururken, hiç iş olmadan kapatacağımı sandığım an, iki genç kız kapının önünde belirmişti. Biri şişman, pantolonu bacaklarından fışkıracakmış gibi duruyordu. Diğeri ise acayip bir albenisi olan, gençliğinin baharında çiçekti. Şişman olan elindeki parayı göstererek, ‘abi ben elbise alacağım, bana yardımcı olur musun’ demişti demesine ama gözüm arkasındaki çiçekteydi. Taşlı taytlardan, kotlara, rengarenk penyelerden, hiç üzerine olmayacak abiyesine, eşofmanından, çorabına kadar şişman olan kıza gösterip, ona beğendirmeye çalışırken, bakmamaya çalışsam da, diğer kızla göz kontağı kurmaya çalışıyordum. Meraklı yanım birden devreye girmişti. ‘Siz, nerelisiniz bakalım, söyleyin bana’ derken, şişman kız hemen atılarak ‘ben Diyarbakırlıyım abi, bu da Mardinli’ demişti. ‘Evleriniz nerede?’ dediğim an Mardinlinin surat ifadesinde ciddi bir değişiklik olmuştu. Diyarbakırlı olan şişman kız beni bir yandan sıkıştırıyor, kafam kadar büyük göğüslerini koluma değdirmeye çalışıyordu. Aptalca bir oyunun ortasında gibiydim. Resmen bir kız, bir erkeği taciz ediyordu. Siyah saçları çiçek gibi omzunda dağılan Mardinli kız ürkek bir halde, dükkanın uç köşesinde arkadaşının hareketlerine bakıyor, belki de ondan utanıyordu. Kasaya doğru beni iri göğüsleriyle sıkıştırmasına son vermek adına, ‘aha, şurada da güzel bir penye vardı yazlık, dur onu da göstereyim’ diyerek yanından uzaklaşmıştım. İkisi de Sosyal Hizmetlerin yurdunda kalıyorlardı. Zorlasam da, Mardinlinin ağzını açmak zor oluyordu. ‘Neden kalıyorsunuz’ gibi saçma bir soruyu da sormuştum, gözleri nemlenir gibi olmuş, ‘ailevi sorunlar’ diyebilmişti. Hem tacizden hem de benim olmayan çiçeğe yakın olmanın ahlaksızca geldiğini düşünerek, neredeyse yüzde kırka yakın indirimle onları dükkandan yollarken, şişman kız iştahlı bir yemeği yiyormuş gibi yanaklarımdan öperken, diğer Mardinli ise arkadaşının yaptığı ikinci saçma hareketten dolayı utangaçlığını yanaklarında belli ederken, elimi istemsizce sıkıp, arkadaşıyla beraber dükkandan çıktı. Siftahı açmışlardı. Akşama kadar üç dört müşteri daha gelmişti ama yanlışı başta yapıp, sırf kızlara yardım olsun diyerek dükkandan fazla mal vermiştim. Aslında bir nevi Donkişotçuluk denebilirdi buna. Dükkandaki malların çoğunun geliş fiyatını biliyordum. Dükkana hayli kira verse de, Zehra abla zaten bu dükkanı yakın zamanda kapatacağım dediği için, iki gariban kıza üç dört penye fazla verince çok da zarara uğramazdı.
Cavidan’la buluştuğumuz, Kadıköy’den, Üsküdar’a kadar yürüyüp, anı biriktirdiğimiz saatlerde elim terliyordu. Elimden nefret ediyordum. Sanki onun elini tutan yalnızca benim elimdi. Ben tutmak istemiyordum. Çünkü onu bırakacaktım. Ayrılacaktım. Kendisine ne diyeceğimi bilemiyordum. Birisi, özellikle seni çok seviyorsa, ondan ayrılmak için yalandan güzel bir yoldur ama beceremediğim şeylerle vakit geçiremezdim. Cavidan’a ‘seni terk etmemim mantıklı olup olmadığını rüyada gördüğüm rahmetli nineme sorarak öğrendim ve senden ayrılıyorum mantıklı olarak’ diyemezdim. Yavaşça, acı çektirmeden ayrılmam gerekiyordu. Önce mesajlarına daha kısa cevaplar vermeye başlamıştım. Herhangi bir anı, roman gibi anlatan ben ortadan gitmiş, yerine minimalist oyuncu gelmişti. Günler sonra bana ‘her şeyin farkındayım, bana soğuk davranıyorsun, kaç gün oldu, sesimi duymak için açardın eskiden, telefon bile açmıyorsun, hep bir bahane, beni istemiyorsun, anlıyorum ama bunu keşke apaçık söyleyebilseydin daha iyi bir şey yapmış olurdun’ diye mesaj çektiğinde, ona karşı mantığın da ötesinde, onunla sevgili oluşun bir sürelik rol icabı oynanmış piyes olduğunu düşünüyordum. Eğer böyle düşünmeseydim, ayrılamazdım. Ayrılmak istediğimde zaten yarım yamalak kurulmuş hayallerde bir nefesle yıkılmıştı. Temeli olmayan, beşe on tahtalardan çivisiz, birbirine yaslandırılarak bir yer yapmaya çalışıyordum. Böyle düşünmeliydim, evet, tuğla, çimento, toprak, su; hiçbir şey yoktu. Cansız, ölü kerestelerden bir hayat inşa edilemezdi.
Moralsiz olduğum zamanlar Osman Gazi türbesine çıkıp, oğlu muhteremi de ziyaret edip, dua ettikten sonra Muradiye’ye doğru yürüdüğüm olurdu. Aynı şeyi yapıyordum. Gümüşlü Kubbe geride kalmış, devlet hastanesinin önünden, eski ipek fabrikasının önünden yürürken, paketin de son sigarasını içiyordum. Geceleri çıkıp, sahilde yürüyüş yaptığımdan dolayı ayaklarımda bir ara oluşan erken yorulma belirtileri de ortadan kalktığı için yürümekten sıkılmamıştım. Sigorta Hastanesine kadar yürürsem, orada duraklardan belediye otobüsüne binip, eve dönebilirdim. Bu iyi bir fikirdi fakat aklım benimle oyun oynuyordu. Telefon çalıyordu. Annem nerede olduğumu soruyordu. Kaba birisi olduğumu biliyordum, ‘ne var, ne oldu’ diyerek verdiğim cevap gereksizdi. ‘Ne oldu, bir şey mi var’ diye sorunca, ‘hiç, neredesin diye sordum oğlum, yakınsan eve tozşeker lazım, alabilir misin diye soracaktım.’ ‘Acelesi var mı’ dedim. ‘Yok, akşama misafir var, pasta yapacağım, sen yakın değilsen, ben gidip alayım’ deyince, ‘tamam, tamam bir saat çekmez gelirim, alırım şekeri’ diyerek telefonu kapattım. Amerikanvari bir hüzün yüzümdeydi, no’yu uzatıyor, hayır, hayır der gibi yüzümü ekşitiyordum. Ben böyle biri değildim. Niye kadına düzgün cevap vermemiştim, buna sebep neydi? Ne suçu vardı onun? Benim kafamın içerisindeki yılanları doğrayacak kılıcı onun bana vermesi gerekmezdi. Zaten hayatın güzergâhı böyle olmuyordu. O kılıcı benim cnc’de işler gibi işlemem gerekiyordu.
Yağmur yağıyordu. Böyle havalarda motosiklet kullanmanın zorluğunu bilsem de, yola çıkacaktım. Zaten geçirdiğim küçük kaza sonrası üzerimdeki o atıl ürpertiden de uzaklaşmıştım. Yağmur yağıyordu. Tırlar doksan kilometre bölü saatten aşağı bir hızla gitmiyorlardı. ‘Bölü saati’ diye düşünürken gülümsüyordum. Sarı bir tırın arkasına geçmiştim. Sağ şeritteydik. Yağmur iyice hızlanmıştı. Tek avuntum kask içinde buğunun oluşmamasıydı. Sarı renkteki tırla beraber yaklaşık kırk kilometre, o önde, ben arkada yol gittikten sonra, yağmurun yavaşladığı bir yerde onu sollayıp yoluma devam ederken, ‘kredi kartına girdik bu ayda, haydi hayırlısı’ diye söyleniyordum. Bütün bakım ve yeni lastik masraflarını kredi kartından taksitle çektirmiştim. Böylece nakit para cebimde kalmış olacaktı.
Nihayet apartmanın önüne gelmiştim. Gözüm Nuriye’yi arıyordu. Motosikleti park ettikten sonra, bahçenin arka tarafına gidip, kulübeye bakındım, Nuriye yoktu. Apartmanın önüne döndüğümde, Nuriye motosikletin sıcak tekerine sürtünüyordu. Beni görünce şiddetli miyavlamaya başlamıştı. Sağına soluna bakıp, kavga edip etmediğine baktım. Sağlamdı. Yalnız biraz pirelenmiş gibiydi. Dış kapıyı açıp, beraber içeri girdik. Benimle beraber merdivenleri tırmanıyordu. Kapıyı açar açmaz koşarak yatağına giderken Nuriye, sırt çantasını bırakıp odaya, üzerimde ne varsa çıkardım. Yolda fena ıslanmıştım. Her ne kadar sarı tırın arkası beni kırk kilometre korumuşta olsa, ondan önce önümdeki dört çeker arabanın fışkırttığı su tamamıyla benim üzerime gelmiş ve donuma kadar ıslanmıştım. On liralık hırdavatçı yağmurluğu hiçbir işe yaramadığını böyle kanıtlamış olmak biraz üşütücü olmuştu.
Buzdolabında geçen gün aldığım tavuk ciğeri duruyordu. Akşama Nuriye’yle ziyafet çekecektik. Kıyafetleri giyinip, bilgisayarı açıp internette gezinmeye başlamıştım. Nuriye’ye pakette dibi görmüş kuru mamalarından tabağına bırakmıştım. Aklım onda değildi. Masaüstüne kaydettiğim Melike’nin resmini silmenin de zamanı gelmişti ama internette gezinirken gördüğüm haber duraksamama sebep olmuştu. ‘Bursa’da 45 yaşındaki Ahmet T. adlı vatandaş, intihar etmek için çıktığı apartman çatısından, polisin uzun ikna çabaları sonucu intihar etmesi önlenerek, apartmanın çatısından indirilerek, gözaltına alındı. Olay dün akşam saatlerinde Osmangazi Elmasbahçeler mahallesinde yaşandı. 45 yaşındaki Ahmet T. , intihar etmek için kapısını açık gördüğü apartmandan girerek çatıya kadar çıktı. Çevredeki vatandaşlar çatıya çıkan şahsı fark edince polise haber verildi. Kısa sürede olay yerine gelen polis ekipleri, Ahmet T.’yi ikna etmeye çalıştılar. Uzun süre çatıda, soğukta kaldığı için fenalaşan Ahmet T. , intihardan vazgeçtiğini söyleyerek, polis ekiplerinin çatıya gelmesine razı oldu. Hemen ambulansa alınarak ilk müdahalesi yapıldı. Ahmet T’nin intihar teşebbüsünün sebebi araştırılıyor.’ Haberin altındaki yorumları incelerken, resimdeki adamı nereden anımsadığıma dair şüphelerime cevabı bulmuştum. Metroda bağıran adam, bu adamdı. Haberin altına yorum yapan adam ‘Ahmet’i on senedir tanırım, beraber Tofaş’ta çalışıyorduk, sonra grev olayları patladı, Ahmet’te bu olaylarda işten çıkarılanlar arasındaydı, üç çocuğu var, iyi tanıyorum Ahmet’i, çok iyi birisidir ve bu intihara kalkışmasına sebep işten atılması, işsiz kalmasıdır. Eğer sesimi duyuyorsunuz, burayı okursanız sayın Tofaş yöneticileri, yaptığınız acımasız kıyımın neye sebep olduğuna iyi bakınız, iyi bakınız ki bu örnekler çoğalabilir’ diye yazmıştı. Soğuktan etkilenen sağ elim, tekrar seğirmeye başlamıştı. Kimi kötülediğimi ya da kimin beni kötülediğini bilmiyordum ama haberle beraber, istasyondaki o konuşmayı tekrar anımsayınca moralim bozulmuştu. Kendime kızıyordum. Çoğu zaman aklıma gelse de, yapmadığım hareket olan, sert bir şekilde yüzüme tokat atmayı denemiştim. Yanağım acımıştı. ‘Bak ulan, bak, millet neyle uğraşıyor, sen zevkine oraya buraya para harcayıp, sonra da borcum var diye dertleniyorsun, kerizsin sen, keriz, dangalak herif’ dediğim adam bozuntusunu göremiyordum.
Ciğer Nuriye’nin hoşuna gitmişti. Tuvaletini yapıp geldikten sonra, kalk çıkıyoruz dedim. Miyavlıyordu. Siyah paltomu giyindikten sonra ‘gel buraya, hadisene’ diye bağırınca, ağır adımlarla kapının eşiğine doğru gelmişti. Botumu giydiğim için onun benim yanıma gelmesi gerekiyordu. İtirazsız bir şekilde kucağıma gelmişti. Anahtarı alıp, kapıyı kilitleyip, merdivenlerden inerken, her kata inildikçe yanan fotoselli lambalar Nuriye’nin ilgisini çekiyordu. Yüz metre sonra teknenin üzerinde oturmuş, sigara içerken, Nuriye’nin kumun üzerinde oynayışını seyrediyordum. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Yavaşça sulu kara dönüyordu damlalar. Çok geçmeden kar lapa lapa yağmaya başlayınca, Nuriye beyaz kar tanelerinden ürküp yanıma gelince, kucağıma alıp, sahilde yürümeye başladım. Tırnaklarını paltoya geçirmiş, üzerine doğru gelen kar tanelerinden ürküyordu. ‘Ne biçim kedisin lan sen, kardan korkulur mu manyak’ deyip, paltomun düğmesini açıp, onu paltomun içine koyunca, sadece kafası paltodan dışarıda kalmıştı. Yavru bir kedi olsa, hiç rahatsızlık vermezdi ama koskoca dişi bir kediydi.
Duraksayıp, başımı yukarı kaldırıp, yağan karın boynuma, dudaklarıma, yanaklarıma, saçlarıma düşmesini sağlıyordum. Bir şey hissetmek istiyordum. Herhangi bir şey olabilirdi bu. Gözlerime düşen her kar tanesi tuzlu bir suya karışıp, üzeri yeni yeni kar tutmuş toprağa düşüyordu. Ağzımda yanmamış bir halde duran sigarayı yakmak için cebimden çakmağı çıkaracağıma, Nuriye’nin ön sol bacağını tutmuş, sigarayı yakmaya çalışıyordum.
YORUMLAR
“Hiçbirinizin umurunda değil bir başkasının acısı. “ diyerek başlamış ya yazı:
Yaşamı, doğum ve ölüm arasına sıkışmış bir hayat olarak görmeye devam ettiğimiz sürece nefesimizden beklenen fedakârlıklar sanıyorum ki bitmeyecek. Hayatı bura ile sınırlandırmak; bir başkasının acısını umursamayan kişisel menfaatlerinden başkayı düşünmez biri yapar bizi hâliyle.
ve
“Bana da yazıklar olsun, ben de sizin gibiyim. Benim ne farkım var? ” böyle bir çığlığı atan kişi aslında farkındadır da; nefret ettiği ve rahatsızlık duyduğu şeye bir o kadar da benzediğinin, neticede kendinin de istemese dahi o bütünün bir parçası olduğunun.
Yarattığı bu kargaşanın bir sebebi ve sonucu olarak bir şeylere düşmanca davranıp kalbinin soğukluğundan ‘ güç ‘ bulmaya çalışıyor olabilir mi, kim bilir.
Öyle bile olsa; bir kar tanesine karışan gözyaşının sebebi nedir? Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, buz olup donsa da kar tanesi; yüzümüze merhametsiz değildir.
Saygı ve selâm ile,
HakkınSesi
geçerli bir sebep olabilir arınmak için.
ama sizin demek istediğini daha iyi anlıyorum. gerçekten, kötülüğü nerede aramak gerektiği, hatta o gücü de nerede bulup devam etmek gerektiğini..
teşekkürler :)
nefes al nefes ver, nefes al nefes ver... sigara yok, sadece nefes al nefes ver... hadi sigara da olsun, içine çek...
baştaki adama biri dalmamış, biri dalsa peşinden diğerleri de gelirdi. yıllar önce benzer sözleri bağıra çağıra söyleyen bir kıza toplu halde saldırılmıştı.
anlatıcı motorla sürüklenme anının baştan zevkli geldiğini söylüyor. başımdan bisikletle olanı da sayarsak 3 trafik kazası geçti, ilk araba kazasında iki takla atmıştık, ve bana da zevkli gelmişti. tabi kazayı sadece arabadaki hasarla atlamamızdan da kaynaklı olabilir. son kazayı hatırlamak bile istemiyorum, ondan hiç zevk almadım, neyseki şimdi iyiyim, hatta süperim.
sanırım 5 yaşlarında filandım, kendi kedim sanıp sokakta bir kediyi kucağıma almıştım, beni tırmalamıştı. o gün bugündür herhangi bir kediye dokunamıyorum. ama trafik konusunda içimde hiç korku olmadı.
okurken başka şeyler gelmişti aklıma, unuttum. gürültünün içinde...
bu sefer yazı kahvesiz gitti.
HakkınSesi
benim de süt tozu almam lazım. ancak o zaman içilebiliyor şu kahveler. filtre kahve meselesi de güç, french press, makine vs. çok iş. türk kahvesi de çabuk soğuyor.
alttaki ironiden çıkıp, kahve anlatır oldum. neyse :)
şu girişteki paragrafı bir yere not ettim birgün kızılayda büyük metro ve ankaray girişinde bağıra bağıra okuyarak gazetelere çıkarım belki ordan doğru bohem vb antin kuntin marjinallere yanaşıp kitap çıkarırım :D yoksa benden bişey olacağı yok.
şu motor kazası benim motor serüvenim iki ay sürdü. gaza aniden yüklenip durur haldeki bmwye kafalama çarpınca bidaha binmemeye yemin ettim :) baya ekonomik sıkıntı yarattı bmwnin o modeline binmek için yemeden içmeden vergisiz bi 15-20 yıl çalışması gereken ben iki üç binlik motorla bmw parçaladım resmen. şu an 900 bin tlden fazla çarptığım model vergisiz mi vergilimi bilmiyorum:D zevkliydi aslında motor hele arkadaki kişi bir kadınsa neyse.
şu sosyal hizmetler çocukları hani elinde sihirli değnek olsa diyen sorular oluyorya o değnek olsa eğer o çocukların hiç doğmamasını sağlardım. bu kötülüğümden değil iyiliğimden orada yetişmiş bir kadın tanımıştım. yetişmişti yetiştirmişlerdi erkekçocuklarınında pek farkı yok dünyanın neresinde olursa olsun o kurumlar yöneticisinden içinde kalan çocuğuna psikolojik kayıptır.
senin nuriyeyi benim osmanla tanıştıralım. tabi osman hala yaşıyorsa bulurum belki :D
HakkınSesi
shçek olarak mı yazılıyordu, neyse, ciddi mana da revize edilmeli bir kurum.
bu arada osman olmaz, cıks, iki osmanı kaldıramaz nuriye :)
https://www.youtube.com/watch?v=7YvOCQyj2R4
Uvv.. itiraf etmek gerekirse sizi telden okumak hayli zor:) ama yine küçük bi itiraf. Birkac gun okumayinca, ozlemisim yazdiklarinizi okumayi..
Yine oyle guzel ayrintilar vardi ki yazinizda, ara ara ciddi gulerek okudum bazi kisimlari. Hani su tezgahtardan fazla bi poset istemesi ve yüzünü ekşitmesi.. ya da su kongreculeysins:)) ve yine bi emin orada vakasi:)) hakkaten ya lise asklari ne tatliydi.. cocuktuk ya ondan galiba..
Tabi ne yazacagimi da unutuyorum, dönüp bakamamak sıkıntı ama su tuvalet tahlilleri superdi:) peki ya japon tuvaletleri hakkinda ne dersiniz?:))
Platon-eflatun.. evet cok inandirici degil, oyleyse de banane zaten de. Yani belki de bu yuzden iki ismi var farkli cografyalarda.
Ve şu kediler. Onlar olmasa huzurda kesinlikle bi eksiklik olurdu...
HakkınSesi
https://www.youtube.com/watch?v=NgbcXig1TZ8
iyi bir şarkı, yazıda bu ara çok eksik var yine. ayrıca hoşgeldiniz kısa tatilden :)
küsss
Ozellikle diger strangers sarkisindan sonra bu cidden sahane:) Bi de şarkının sözleri bana bi ara deli gibi dinlediğim bi şarkıyı hatırlattı.
Julie london-fly me to the moon... bu da muhtesemdir bana gore..