- 2063 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 01
İstiklal Savaşı Öncesi Esnası Ve Sonrası Durumlara Kısa Bir Bakış 1
Bu bir Kurtuluşun Felsefesidir.
Bu gayret kurtuluşun felsefesini kavramadır. Osmanlı uyruğu olan milletler ne Fransız ihtilalini yaşamıştı, ne sanayi devrimini bilmiştiler, Ne de enikonu boyutuyla, süreçti anlamıyla, aydınlanmayı yakalamıştılar. Dolaysıyla Osmanlının bunları genç cumhuriyete enikonu miras etmesi, bu konuda genel tutumla doğrudan fikirci kadroları oluşturmuş olması, hemen hemen söz konusu değildi.
Sürece sonradan bakıldığında genç cumhuriyet, yaklaşık 130 yıllık kayıp zamanı; 10 yıla sındırmanın başarı ve dehasıydı da. Kurtuluşun felsefesine bakanlar bunları asla göz ardı etmemelidirler. Sevgili Kemal Atatürk çıktığı yolun anlamını ilklerine kadar hissedişle biliyordu. Biliyordu ki boynunda idam fermanı, dilinde bağımsızlık ve demokrasi söylemi, kalbinde insan sevgisi, yurt sevgisi oluşla yollara düşmüştü.
A-
1] ’İttihat ve Terakki Partisi bizi savaşa soktu da, battık’ denişle; bir tür söylemler kendi mantığı içinde, yaygın bir anlatımdır. Ama bu türden denişler, bir başka şekilde anlaşılışla da akamettir, verimsizliktir. Bu çeşitten fikirler, geçmişteki bir olguyu ya da olguları, kendi bağıntılarından koparışla; süreci vesile bir durum üzerinde abartmanın, genelleştirilir biçimde, yanılan yanıltan kılınışla, söylenilmesidirler.
Bu kabil söylemler, sürer olanın bitişinde ve yeni başlangıcı öncesindeki; alınması gereken rollerin, sosyal ve toplumsal yapıdaki yönetsel rol alışların, iyi tespit edilemeyişinden; kaynaklıdırlar. Tarihsel yasalar içinde olmakla altı çizilir pek çok aktiflikler vardır. Bu altı çizilir olan tarihi aktiflikler her zaman tarihin kendi yasal değeri içinde olacak değerlendirmeleri olmaya uygun olur aktörlerce oynanmamış olması görülememiştir.
Ki bu türden söyleşili oluş içindeki en temel yanılgılar da, buradan çıkarlar. Bu yanılgının bir yanı da tarihi hep; kişiler tarihi; bir yöneticiler tarihi; bir krallar, padişahlar tarihi sanmanın dar görüşlülüğü içindeki sürü çoban öğretisi oflamaktan kaynaklı yanılsamalardır.
Bir tarihi süreç bin bileşen yansımadan oluşuyorsa; sürü çoban ilişkili olan yanılsama bunların sadece birsidir. Sadece biri olan bu yansıma ve yanılsama, bin yansımanın yerine kona bilir mi? Ve konduğu takdirde tarih, doğru dürüst okunmuş olabilir mi? Tarihin bizim bilincimiz dışında bir var oluşu vardır.
Bu kabilden abartılı söylemler yine, Genelde dinamikliği içinde olmayan Osmanlı gibi köhnemiş bir yapının kendisinin, kendi enkaz gücünden kaynaklı sürükleniş olan kinetik enerjisi içinde olmalarını; görememiştirler. Bu sürüklenişte sürer olanın bitişi sırasında ve yeni başlangıcın da bir öncesini belirleyen süreç içinde; aktörlerin almaları gereken rollerini hiç, görememişlerdir.
Bu kabilden abartılı ve mistik söylemlerin uzantıları olanlar, tarihsel yasalara bağlı süreçlerin pek çok iç aktiflikleri, her zaman bu aktifliklerin kendi değerleri içinde olan uygun aktörlerince oynanamadığı gerçeği ciddi ciddi görülememiştir. Ki bu türden söyleşili oluşlar içindeki en temel yanılgılar, buradan çıkarlar. Bu yanılgının bir yanı da; bağıntılı süreçler tarihini bunların kişiler tarihi olmakla görmeleridir. Tarihi yöneticiler tarihi gibi algılama ve algılatmalarıdır. Tarihi krallar tarihi sanmalarındaki dar görmüşlükle bunlar hep böyledirler.
Osmanlı gibi tarihi misyonlu ömrünü tamamlamış sırf kendi kinetik enerjili hızıyla sürüklenen yapılar da, kaçınılmaz sona gidişte es kaza; savaşlar kazanılsa da; roller en iyi aktörlerce oynasa da; bu türden sona gark olmak, mukadderdi. Ulus devlete dönüşen süreçte mevcut imparatorluktu yapı konjonktür ile korunamazdı. Yapının içi Fransız ihtilalinden yansıma olan epeyi si sosyal kullanımlı argümanlarla şişmişti. Azınlıkların uluslaşma yelkeni bu türden söylemli argümanlarla süreç içine yelken açmıştı.
Yine Fransız ihtilali ile yeni yeni ivmeler kazanan, geleceğin belirleyicisi olan toplumsallık fonksiyonlu dağılım; güncel sanayileşmeyi ve buna ilişkin kurumlaşmalarıyla yeni kurumlaşmanın eski kurumlarla olacak entegrasyonlarının; eskinin yeniye olan direnç sıkıntıları vardı.
Böylesi bir argüman Osmanlı gibi yapılara üç kat hacimle eşit bir maliyetiyle yapıyı büyütüyordular. Bu hacim artışının muhafazası olan yüzey gerilimi; böylesi argümanın üç kat artışına karşı yüzey gerilimi iki kat kapsayıcı kılıf bile olamıyordu. İşte bu iç hacimle yüzey arasındaki bu farklı gerilmeler nedeniyle imparatorluk doğum yapıp parçalanacaktı. Bunu görüp, bunu bilip, buna göre önlemler alan özneldi yetenekler tarihin seçeceği dehalar olacaktı.
Böyle olunca kurum ve kuralları ile doğumunu yapıp yeniden yapılaşmadan da, bu tür yapılar kalıcı olamazdı. Eski, ölmeyince yeni yerini alamazdı. Eski oluşla travma geçirmeniz kaçınılmazdı. Yapı kendi kendine dönüşemezdi de.
Eski sosyal yapı içerisinde oluşan, yeni ve gelişmeci dinamikleriniz eski olanı, bir nevi kanserleşmiş hücreler gibi algılayıp ona saldıracaktırlar. Ya da eski yapı yeni toplum dinamiklerinizi, sapkınlık olarak görür. Ona yeni gelişmelerin dinamikleri üzerinden değil de, sosyal değerler üzerinden saldırırlar. Tek kelimeyle söyleyecek olursak eskinin; “din elden gidiyor diyen” sosyal dil boyuta indirgenmiş, yeniyi böylesi sosyal anlamaya tercüme eden bilmezlik yapısıyla, hesaplaşmaya gidilmeliydi.
Bir konuyu detaylı bilmek demek; tarihte bir şeyi genel kavranışıyla bilir olanlarına göre, pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bu tıpkı Avusturya Macaristan veliahdının öldürülüşünü, Birinci Dünya Savaşının, bu yüzden çıktığı bilgisini, biliyor olmak gibi konuyu detaylı bilmek; kısmen bom boş bir anlamadırlar. Avusturya Macaristan Veliahdı öldürülmese de 1. Dünya savaşı zaten çıkacaktı, vesilesini arıyordu.
Vesile neden belki çıkacak olanın kıvılcım aşmasını biraz öne alan çıngıydı. Tıpkı ’İttihat ve Terakkiciler bizi savaşa soktu da battık’ denmesindeki gibi afakî ve yüzeysel bir hamlıktır bu. Bu tıpkı, birkaç gün içinde doğal yolla ölümü gerçekleşecek olan, kendisinden ümit kesilmiş bir kronik hastanın; insanı yatağa dahi düşürmeyecek olan bir gribal enfeksiyon yüzünden; üç gün önce ölmesi gibidir.
Çünkü Dünya’nın, yeniden ve yeniden otomasyonlarla seri ürettiği mallar; her gün yeniden ve yeniden pazara çıkmak, yeni pazarlarla sürekli sürümünü sağlaması gerekiyordu. Kapitalist çark içte kapalı oluşla asla dönmüyordu. Merkantilizm iflas etmişti. Kâr çarkı başka türlü dönmüyordu. Yepyeni bir sanayi ürünü olan mallar; yeni pazarlar bulunmasını gerektiriyordu.
Teknolojik üreten her bir rakip ülkelerin, pazar ülkelerini egemeni olarak yeniden ve yeniden paylaşım siyaseti ortaya çıkmıştı. Tüketim fazlası malı ihraç etme eğilimi savaşın için temel nedeniydi. Malın dış ticaret sirkülasyonuyla yeni yeni pazar ülkeleri bulmak savaşın birincil dış nedendirler. Osmanlı yapısının bu tür pasif ve hantal edilgen girdilerle şişip hacim yüzey gerilmesi nedeniyle doğum yapan yapının parçalanma kavgalarına dönüşmesi de yapının kendi içindeki temel ve birincil iç nedendirler.
Vaka olarak, elbette ki; her iki olguda; gerek Avusturya-Macaristan veliahdının öldürülmesi, gerekse Terakkicilerin bizi savaşa sokması, bahane neden oluşla doğrudurlar. Ama dağılmayı buna bağlamak bilmezi bir aydın savıdır. Sanki Osmanlı ilk kez mi savaşa giriyordu? Bildiğim kadarla 35 savaştan 18. Kaybeden Osmanlı, her yenildiği savaşta dağılmıyordu da sırf savaşı kaybettiren ittihatçılar oldu diye mi, Osmanlı dağılmıştı? Bunlar tarihi ve tarihselliği bilmezliktirler. Konjonktürü okuyamamaktır.
Konjonktür Osmanlıdan yana eserken yenilgiler Osmanlıda çentik bile açamıyordu. Aksine galiplerini bile Osmanlı karşısında çökertiyordu. Sözün özü dağılım öncesi vesile nedenler de süreçle, süreç içinde oluşmuş durumdurlar. Ama vesile neden temel olmayan bahane sebeptirler.
Her zaman olguların önünde vesilelerle, ana nedenler bir arada vardırlar: Gerek İttihatçı Hükümetin bizi savaşa sokması gibi vesile nedenlerle, gerek Avusturya Macaristan veliahdının öldürülüp 1.Dünya Savaşı’nın bu vesilesi nedene bağlanması örnekleri, bu kabil vesilece nedendendirler.
Ama tarih bilinci olarak, önümüzü görmek ve güven içinde geleceği plânlar olmamız için de, bu türden bilmezliklerimiz de bizde; tam bir körlük saplantısı yaparlar. Bu tür anlayışlar, iz azdırıcı ve gerçeği saptırıcı söylemdirler de. Örneğin; Kenedi (ABD başkanı da) de; Olof Palme (İsveç başbakanı da) de; tıpkı Avusturya-Macaristan veliahdı gibi suikastla öldürüldüğü halde, bu vesilece nedenler; hiç de savaş nedeni olamamıştırlar. Nedendi dersiniz acaba?
Çünkü Dünya konjonktürü ufkunda, böylesi ağırlıkla birikmiş, savaş koparacak denli ana neden henüz ortada yoktu. Bütüncül bilgi, sistematiğini kavrar olamadan bu kabil yetersiz ve yanlış uslamlamalarla yapılan analizler, sağlıklı olamazlar. Bu tür yanlış sanı sal ileri sürüşlerle, öz sel gerçeğin anlaşılması daima ketleştirilir. Bu gibi analizler, araya karşı devrim denen, tutuculuk sürecine değin düşünceleri monte etmekten başka, hiç bir işinize de yaramazlar.
Değilse İttihat ve Terakki’nin bu anlamda, haklı olacak, savunulur tarafı elbet olmayabilir. İttihatçıların durumu, sadece o anın okunamayan bilinmezliğiyle, o günün, Dünya konjonktürü karşısında kayıp toprakları elde etmek gibi duygularla heyecansız olamamak ve salimlikle durumun değerlendirilmez oluşunun, ittihatçı hükümeti imlemesi vardır. Ama bu dahi bir vesile nedendir.
Osmanlı o günün dünya koşullarını kendine özgü somut iç koşullarıyla yanlış kanılara bezedi. Süreci toprağa değin kaybedişlerin tekrar ele geçirilmesinin fırsatı gibi okumuştur. Yani ittihadı hareket bu bağlamda itibari olan politikalara yönelen öznelce kaybedişlerdir. Konjonktürse diplomasi kayıpları da koşulların hep iyi biçimde değerlendirilememesinden ötürü iç öznel nedenlerle vesile neden, sürece çığlama yaptırmıştırlar.
Osmanlı fikir adamı yetiştirmekten çok ümmeti mantıklı, hanedan sevdalı vatan sevgisi olan insan tipine daha ağırlık vermişti. Bu nedenle vesile nedenlilerin tutumları konjonktüre kavranıştı değil de özneldi bağlamda fazlaca fevri ve heyecanlı oluşla maceracı ve fazla hırslı oluşla devam etmenin sonu dramatik olacak süreçleri, amaç yapmanın bir tavrıydı da.
Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşına girer oluşlarında ve savaşa girişteki her bir rol üslenişleri içlerinde Osmanlı ittihatçılarının vesile neden olmalarını bir an görmeyelim. Bu kabil hantal ve kendisinin iniş aşağı olmanın kinetik enerjili hızıyla sürüklenen Osmanlı’nın başında Fatih Sultan Mehmet’te olsaydı, hükümetler sadece şu birkaç nedenler yüzünde bile savaşa girecektiler. Ya da Osmanlı’yı gayri ihtiyari de olsa, savaşa sokacaktılar.
İttihat ve Terakki’nin savaşçı yaklaşımı olmasa dahi, ittihat ve Terakkiciler savaşa girmenin iradesini hiç göstermeseler bile, Osmanlı bu savaşta olacaktı. İşte, şartlarıyla oluşmuş bu atmosferin iç saltanatçı ve eski itibari günler özlemci ligini duyan içteki ve dıştaki öznel olucu yaklaşımlar süzgeci; bu gibi ittihatçı, heyecanlı yapıları seçip, ortaya koyacaktılar. Daha açığı Atatürk gibi güncel fikri donanımları olanları eleyeceklerdi. Atatürk’ü güncel nesnel doğal süreçle vatan sevgili öznel iç öz hareketli süreç seçecekti.
Bir örnek verelim. Savaşın ana akım tarafı olan Alman öznelce seçimi; savaşa karşı olan Mustafa Kemal’i değil de, bu alanda heyecanlı olan Enver Paşa’yı seçecekti. Gazi, Alman emperyalizminin bu öznelce seçilim şartlarına denk düşmeyecekti!
Ve savaş dış şartları gidişine uygun iç öznellikler, seçme eleme kriteri ilen ortaya çıkartılacaktılar. Ortaya çıkan bu vesile kişiler, adeta sürecin içinde sürüklenecektiler. Her sürüklenmeyi kendi iradeleri oluşun bir meşakkati gibi görecektiler.
Aslında bu durumdaki yapı, öznel etkilerin güncelleyişleri ile zamanında dönüşemeyen ve dönüşemez olan inovasyon yapamayan bu yapının tarihsel benzerlik dağılımı da ittihatçılar gibi vesilesiler elinde dağılmasının gerekliliği olan amacına da pek uygundurlar!
Dağılmakta olan yapı Mustafa Kemali seçemezdi. Zaten Mustafa Kemal’de bu gidişe cevap olaraktan da kendilik ortaya çıkamazdı. Dağılan yapı böyle bir diyalektiği değil, parçalanmanın diyalektiği eğilimli olanları seçecektir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in hareketleri dağılan yapıya göre saçma ve fevri oluşla kalmak zorundaydı. Ama Kurtuluş Savaşı arifesinde de Mustafa Kemal bu şartlara büyük oranda uygun düşecekti.
Mustafa Kemal bu savaşıma, görevden ayrılmış olmakla yetkili konum olarak değil; aydın ve kavrayıştı fikir oluşla sürece çok uygundu. Kadrosu olacak değerler de, kurtuluştu şartlara konum olaraktan ortalamanın üstünde bir beceri itibarıyla uygundular. Karabekir’in deyimiyle; “kadrodakiler olmasa da Mustafa Kemal başka kadrolarla süreci götürürdü. Ama Mustafa Kemal Paşa olmasaydı, bu süreç başarılamazdı (biz başaramazdık diyordu)”. Bu işin içinde olarak, çok doğru bir nesnelce tespitti.
Bir süreçte kolektifin bilinci oluşla, kadro hareketi olmak zorundadır. Bir süreç te, mutlak bir kadro hareketinin olması başka şeydir. Bu kadro hareketi içinde İstiklal Savaşı içindeki kadroların olmaması başkadır. Yani bu kadro içinde illa bu yiğit kişilerin olması gerekmiyordu.
Ama başta Bir Gazi olması gerekiyordu. Kadro işgali ve işgalde kurtulmayı ön gören bir amaç düzeyiydi. Oysa gazi top yekûn Kurtuluş savaşını görüp projeler üretip sevk idaresini yapan işlem gücüydü.
Gelişmiş ülkeler karşısında ve uygarlığa lokomotif olan gelişmiş ülkeler bağlamında; gelişmemiş olan bir ülkenin yetenekli yöneticileri ancak vizyon gösterebilirler. Aklıyla, fikriyle, çağdaş uygarlık düzeyine uygun eylem sellikleriyle gösterilecek bu vizyon; çağdaş uygarlık düzeyidir.
Atatürk, şümullü fikir arkadaşları olmayışın tam bir yalnızlığı içinde vizyoncu liderdi. Bu vizyon şartları içinde olan padişahtan, hükümetten vs. hiç birisi bu vizyonu, gösterememişti. Göstermeyi de pek akıl dahi etmemiştiler. Ha keza Atatürk’ün silah arkadaşları da öyleydi. Salt sosyal davranışlı insanların başına, türban taktırmakla ya da sosyal davranışlı insanın başından türbanı çıkartmakla, ne çağdaş uygarlıktı vizyon sahibiyetliği olunurdu, ne de devlet adamlığı olunurdu.
Sevgili Gazi’nin kadrocu silah arkadaşları, demokratik unsurun gereği olan siyasi parti çalışmaları kapsamında oluşla, çağdaş vizyonu saptayan argümanlarla, genç devrimi daha ileri götürmeyi ve bunların sürdürülebilirliğini inşa eden proje geliştireceklerine; hemen dinli imanlı şeriattı yaklaşımları öngören söylemler içine girerek geri düzlemli kutuplaşma içinde, devrim fikrini ve şevkini gerdiler.
Böylece fikir arkadaşı olamayıp, kadrocu silah arkadaşları olan sevgili değerler; ne kadarla çağdaş uygarlık düzeyi içinde oluşlarının, vizyon sahibe etliğini gösteriyorlardı. 1400 yıllık süreç, kesikli sürekli süreç olmayıp mükemmel bir süreç olsaydı, zaten değişip dönüşmezdi. Bu kadar yalınlığı bile idrakten acziyetlik, büyük bir fikri zaaftı. Ülke adına, temsilcilik adına, üstlenilen devrimci misyon ruhu adına zaaftı.
Zaten kadro içindekiler, manda tartışması içindeydiler. Sürece fikren ve eylemsel oluşla böylesi genel kongrece yapılanmaları içine sokamamışlardı. Eğilimleri olsa da kuram ve eylem sellikleri de yoktu.
Sevgili Gazi’nin başlattığı bu süreci yavaş bulup itiraz eden bile vardı! Bu tarz düşünmeyi yapanlar; neyi, nasıl yapacaklarını ve neyi nerede başlatacağını düşünüp te karar verememiş olanlardı. Tez canlılıkla davransalar da fikren ağızlarını açamaz durumdaydılar. Herkesin gördüğünü, herkesler hakkıyla kavrayabilmiş değildi. Herkesin gördüğünü Arşimet gibi Mustafa Kemal kavramıştı.
Kadrolar, süreci; enine boyuna fikri oluşumlarıyla, şimdi ve ilerde ne yapılacaklarıyla kavramış değildi. Meşru hükümetin işgalci kuvvetler etkisiyle serbest davranamadığını söylemenin rutin tutumlu heyecanıyla davranıyorlardı. Bu nedenle erkin kurtarılması gerektiğinin saikı bilinciyle ancak Mustafa Kemal’e inanacaklardı. “Doğrusu nedir? Bilmiyorum. Ama sana da inanıyorum” diyerekten kadrocular yeni sürece katılımcı olup, işgali tutuma da aykırı olacaktılar.
Kurtuluştu savaşımın olaylarına, olaylar sonrası olan zaman içinde baktığımızda şunları görürüz.
1-En önemlisi tekâmülünü, ömrünü tamamlayan bir imparatorluk, kendi çöküşüyle tarih sahnesinde kaçınılmaz ama mutlu doğumla, silinmektedir. 1699 da başlayan süreçle, toprak kaybedişlerini geri almanın hevesi ve paniği ile Osmanlı, kendince zamanı uygun algıladığı bu tür fırsatlarda, zaten eylemlerine geçmekteydi. Böylelikle bu çöküşe Osmanlı, bilmeden de olsa; istemeden de olsa kendi katkısını koyacaktı. Ki, İttihat ve Terakki de, bu türden olucu kısırlığının; siyasi hayallerinin içindeydi.
2- Önceden beri, özellikle de 1800’lü yıllardan 1914 yılına kadar, sanki konjonktür emperyalistlerince Osmanlı toprakları, payı mal edilecek, bir ülke olarak görülmüyormuş gibi bir gafleti oluşun içindeki unutturmalarla kimileri; “ittihatçılar bizi savaşa soktu da battık” diyebilmektedirler. Vesilece katkı olan ittihattı neden, salt neden gibi görmenin mantıksal kusuru, bu söylemle de hemen sırıtık veriyordu.
Osmanlı için emperyalistlerin düşüncesi; ’Terekesi paylaşılacak hasta adam’ dan da öte bir şey değildi. Ölmekte olan adam görülen Osmanlı’yı, talan ve işgal etmenin gerekçesi, gizli paylaşım anlaşmaları 1914 yılına dek hem Osmanlı’nın iç unsurlarınca, hem de Avrupa emperyalistlerince defa atla güncel durumun içinde dile getirilir olması konjonktürel olan bir durumdu.
Mondros silah bırakma anlaşmasının gereği oluşla, galipler yurdun uygun buldukları yerini işgal edeceklerdi. En temel savunma olan işgale karşı direnç göstermek suçtu. Orduya silah bıraktırılması ve yine ordunun dağıtılması gündemdeydi. 1918 de meclis kapatılmış, yönetimin bir anlamda ve dar anlamda ahaliyle bağı kopmuştu. Azınlık çeteleri oluşmuş; baskı, şiddet ve dağa çıkmalar başlamıştı. İşgalin bahane ve gerekçeleri emperyalistlerce ortaya konuyordu Bunu ahaliye hazmettirmek zordu.
İşgalin halka sindirtilmesi ve işgale direnç gösterilmemesi için halk tavrının işgale “hemahenk” (uyumlu) olması için içte saltanatı hilaf iyede bir faaliyete başlamıştı. Nasihat heyeti (heyet-i nasiha) denilen bu faaliyeti oluşum, genel olarak halkın işgale razı olmasını öğütleyecekti. Ordunun silah bırakılmasına ve ordunun dağıtılmasına ses çıkarmamayı tavsiye edecekti. Kimi ihanetçi, işbirlikçi çete baskılarına karşı oluşan direnç ruhu, sabırlı olun denerek kıracaktı. Tarihler 5 Nisan 1919 ve sonrasını gösteriyorken” heyeti nasiha” tam bir ihanet nasihasıydı.
İktidara göre de nasihat heyetinin amacı, ahalinin “selamı şahane ile” yakınlığının taltif olmalarıydı! Yoğurdum kara diyen olmazdı! Şehzadeler eşliğindeki nasihat heyeti, millici kongre süreçlerine (Ali Galip olayına) kadar devam etti. İktidarın Heyeti Nasihalarına karşılık, bağımsızlığın felsefesinin de heyeti temsilcikti, kongreleri vardı.
Heyet-i nasiha, genel bağlamda da, çöken yapının kendi kendisine bir darbe vurmasıydı. 1. Dünya Savaşına girişte; Osmanlı’nın bir zamanlar elinde olan karışık siyasi coğrafya yapılanmasını tekrar eline geçirme isteği de savaş sürecine katılmaya gerekli bir gündem oldu.
Hatta Almanlar Osmanlı’yı yanına çekmek için Osmanlı silahlı kadrolarının bu heveslerine plânlı bir şekilde tercüman oldular! “Osmanlı’nın kayıp topraklarını geri alacağı” gibi bir söylemle damardan bağıntı düzlemiyle Osmanlı kadrolarına seslendiler. Yine 1, Dünya savaşına girme nedenleri arasında dıştaki düşmanların, ’düşman’ oluşlarının, düşmanlık yapma gereği oluşla da bu savaş sürecinin içinde olacaktık.
Böylesine özne-nesnelce karmaşık ortamda Osmanlı’nın toprak kayıplarından kaygılı ezilmişliğini ve Osmanlı’nın nostaljik emperiyal duygularını, bir yana bırakırsak bile; öteki yandan da, çöken yapının istibdadı tutumla kendisine vurduğu darbeleri nedeniyle de devasa yapı içten içe hızla çürüyordu.
Yine Birinci Dünya Savaşına katılışta düşenin dostu olmaz mantığı gereği oluşla, bu kabil kata küllilerle savaş oyunlarına getirilmelerin öznel iğfaliyle, bunları tümden bir arada mütalaa etmenizle görülür ki, savaşa girmeniz kaçınılmazdır.
Osmanlı’nın Pazar paylaşımı gibi ekonomi politiklikten kaynaklı realite oluştan ötürü ekonomik güç kaygılı, pazar paylaşımlı bir savaş nedeni de yoktu. Çöken muazzamadan kaynaklı, günceli anlamaktan uzak, güncele göre nostaljik duygu gibi oluşları korumakla içte çürüyen, dönüşemeyen, hantal, istibdadı alışmalardan kaynaklı sosyal tandanslı duygu palslarıyla motiveydiler.
Hatta Osmanlı yenilen pehlivanın güreşe doymaz oluşuyla dahi savaşa girecekti! Bunlar türden bir yığın öznel ve nesnel ve bahanece nedenlerin tedirginlikleriyle duygu aklın biraz önündeydi. Elbette aklıselim düşünmekten, kararsız kalan etkili yetkili olanların, mahirlikleriyle de savaşa girilecekti. Böylesi tedirginliklerle yapının insan unsurları savaştan yana, ya da mandadan yana oluşla keskin bir şekilde kendisini ortaya koymuştu.
Heyet-i nasiha, 1. Dünya savaşına girer olmamızdan sonra ki kurtuluş savaşına girer olmamızın bir sosyal argümanlı teslimiyetin siyasi nedenidir. Heyet-i nasiha dışında, ama heyeti nasiha gibi girişimde bulunan süreçler 1. Dünya savaşı öncesinde kendi ayağımıza kurşun sıkar oluşlar da bizim; hem işgal olacağımızın, hem de savaşa zorunlu olaraktan da girdirileceğimizin somut, siyasi, konjonktürsel ve süreç sel oluşların birer belirti sel nedenidirler.
Sürecek
Bayram KAYA