KURBAĞALAR DA ÖLÜR
Sonbaharın serin akşamlarında, üzüm bağlarında iri salkımlı siyah ve beyaz üzüm çalmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmezsiniz. Bir iki arkadaşla cır cır böceklerinin seslerine kulak vererek gizlice evimizin yan tarafındaki üzüm bağına dalar, kucağımızı üzümle doldurduktan sonra ahırın damında midemize indirirken çöpleri aşağıya fırlatırdık.
Uzun zamandır hoşlandığın kişiden bir şey beklemeden bir şeyler yapar, göz göze gelmemeye dikkat ederdik. İmkânsız sevginin verdiği hoş sabırla olağan hallerimizi olağan bulurduk belki de. Bir şekilde bir yerde tokalaştığımızda ellerimizin birbirini bulmasının verdiği sarhoşlukla sıradan bir sohbet eder, hiçbir şeyin farkında değilmişiz numarası yapardık. Ve böylece ortama uyum sağlardık. Bazen abi, bazen kardeş bazen pek de samimi olmadığımız bir dost olurduk.
Eski püskü, dört iri pilli, parlak hoparlörlü radyodan Malatya yöresinin türkülerini dinlerdik bazen. Siz bilmezsiniz. ‘’Burası Türkiye Radyolarının 1.programı, şimdi Yurttan Sesler programı ile sizlerle olacağız!’’ derdi radyodaki olgun bayan sesi. Ses hoş şekilde ortama yayılır, bir yerden aşırı sessizliği bozan bir çıtırtı duyulur, türkü başlayınca sessizlik efsunlu şekilde dağılırdı.
Bazen çamurdan arabalar ve bu arabaların tekerlerini yapardık. Güneşte araçlarımızın kurumasını beklerken çeşmenin buz gibi suyu ile birbirimizi ıslatır, tozun toprağın içinde tepinirdik. Babalarımız bir yerlerden bize bağırınca çalılıklara saklanırdık. Kuruyan araçlarımızı ‘’vu vuuu vu’’ diye sürerdik. Bazılarınız belki bilir.
Bazen iğrenç benekli bir kurbağa yakalardık çocukken. Ufak çakılları sırtına vurarak çakılların nasıl sektiğini keyifle izlerdik. O zaman derdik, ‘’Kurbağalar ve babalar hiçbir zaman ölmez!’’ Gerçekten de kurbağalar ölmezdi. Zıplayıp giderlerdi bir süre sonra. Ama nedendir bilinmez, sürekli eziyet çekip bizim için yorulan babalar bazen ölürdü.
Yine sonbaharın ortalarında bir şeyler yapardık siz bilmezsiniz. Soğuklardan sararıp dökülen yaprakların arasında koşuşturur, gazel toplayan annelerimize engel olurduk. O zaman annemiz şöyle bağırırdı: ‘’Dağıtma gazelleri yavrum!’’ Bazen gazellerin içinde güreşir, kokusunu içimize çekince mutlu olduğumuzu anımsardık. Parlak gökten bir ceviz veya dut yaprağı önümüze düşünce düşen yaprağın hangisi olduğunu bulmaya çalışırdık.
Bazen araç trafiği yoğun olan , yaya trafiği hemen hemen hiç olmayan İstanbul’un bir caddesinde ıslak ve soğuk kış akşamlarında yürürken hayatın pek de acımasız olmadığını, her şeyin olması gerektiği gibi yürüdüğünü düşünürdük. Yakınlarda bir yerde araçtaki trafik polisi ‘’5002, 2340 aracını çek!’’ tarzında bir şeyler söyler, ortamın havası bozulurdu. Biz de karanlık bir sokağa filan dalardık. Ansızın balkonda sigara içen bir bay veya bayan görür, biz de sigara yakardık.
Bazen Bahçelievler minibüsünde Bakırköy yönüne giderken black metal bir şarkının çalmasını beklerdik ama onun yerine bolca pop şarkı dinlerdik. Sarı saçlı bir kıza veya türbanlı bir hanımefendiye yer verdiğimiz için bize tebessüm edip teşekkür etmelerini beklerdik ama kimse teşekkür etmezdi. Adı metro olan tramvaya bindiğimizde ise durum daha da berbat olurdu. O zaman türbanlı hanımlar dâhil hiç kimseye yer vermez, robot gibi dikilen veya oturan insanların inadına kahkaha atacak bir mevzuya el atardık daima. Bu gibi durumlarda birileri ufak tepkiler verirdi. Bonus kafalı bir genç, kız arkadaşının yanağını okşamayı bırakıp bize bakar, orta yaşlı bir bey okuduğu gazeteden başını yavaşça kaldırır; gözlüğünün üstünden bize bakardı yüzünü ekşiterek.
Siz bilmezsiniz yabancı olan tanıdık şehirleri. Genelde sonbaharda başka şehirlere bir şekilde seyahat eder, bir otobüs garında hayatımızın aşkı olabileceğini düşündüğümüz bir genç kızı süzerdik. Birden araca binerdi. Artık ölene kadar o kızı göremeyeceğimizi anımsardık. Genç kız bazen hareket etmek üzere olan araçtan bankta oturan bize bakardı. O zaman ne kadar sevindiğimizi tahmin bile edemezsiniz. ‘’Tokat yönüne giden aracımız…’’ diye başlayan son bir anons yapılırdı. Çoğunlukla lavabodan veya mescitten birileri çıkardı. Böylece genç kızla bakışmamız uzun sürerdi. Bu işsiz güçsüz seyahatler sırasında bazen Ankara’ya uğrardık. Son paramızla ne yapabileceğimizi hesaplarken Milli Savunma Bakanlığı veya ‘Bilmem Ne Bakanlığı’nın önünden geçerdik. İşte o zaman basardık küfrü siyasi liderlere. Tekel’in binasını uzaktan görünce Ankara’nın ne kadar sıkıcı bir şehir olduğunu, parklarının dışında hiçbir şeyinin olmadığını konuşurduk.
Bazen yaz mevsiminde sıcaktan kavrulan toprağa sağanak bir yağmur yağar, gök gürlerken hepimiz bir tarafa doğru kaçışırdık. Hoş bir toprak kokusu göğe doğru yükselirdi. ‘’Gök gürleyince kulaklarını tıkarlar korkularından. Işık önlerini aydınlatınca yürürler, kararınca kalakalırlar!’’, ‘’Bozguncu topluluğu hidayet bulacak değildir!’’ ayetlerinin mealini derinlemesine yorumlardık sel suları akarken.
‘’Kurbağalar hiç ölmez!’’ derdik ama nedense bazen onlar da ölürlerdi babalar gibi. Stabilize veya asfalt bir yolda pestil gibi olup kurumuş olan kurbağaları bir çubuk vasıtası ile havaya doğru fırlatırdık. Sonra üzülmüş gibi çalıların içine düşmüş olan kurbağaya bakardık.
‘’Unutmuşuz!’’ Kurbağalar da ölüyordu…
Bazen şehrimizde devrimci gençler türküler dinlerdi. Devrimci kızlar caddelerde bizi yakalar, bir şeyler uzatır, bizi bir yerlere davet eder ama bizler onları hafife alarak gitmezdik. Hafta sonu bir yerlerde kırmızı bayraklar görürdük. Devrimcilerin uzağından, polisin yakınından yürürdük. Bir Allah’ın kulu bizim kimlikleri de kontrol etmezdi. Sebebini bilmezdik ama polislerin bizimle ilgilenmemesi hoşumuza giderdi. Panzerlerin arasında efendi delikanlı modunda ilerlerdik. Kendimizi de hafife alıp Ermenice ve Rumca türkü dinlemeye başladığımızda, işte o zaman polisler bizim kimlikleri de kontrol etmeye başladı. Siz bilmezsiniz! Artık sadece bir Türk dünyaya filan bedel değildi. Bir İzlandalı da dünyaya bedeldi. Onların da düşmanları vardı.
Camiye giderdik nadiren. Okunan Arapça metni ibadet sanır, başımızı secdeye koyup huşu içinde dua ederdik. İmam her zamanki ses tonuyla vaaz verirken babalarımız en ö safta geriye doğru dönüp bize bakar, desenli ve beyaz takkelerini veya bıyıklarını düzeltirlerdi sık sık.
Siz bilmezsiniz hayal kurabilmenin güzelliğini. Büyümeden hemen önce hayaller kurardık. Bilirdik bir gün hayal bile kuramayacağımızı. Büyüyünce de bir zamanlar hayal kurduğumuzu düşünür, duygusal havanın ağırlaşmasını istemeyerek gerçeğe dönerdik.
Dağda bayırda gezerken çişimizi büyük kayaların tepesine çıkarak yapardık. Kim daha uzağa işerse en büyük o olurdu. Çişimizi yaptıktan sonra kayaların üstündeki yosunsu kınaları tükürükleyip kazır, sonra ellerimize sürerdik. Kim geçmişi bu kadar derinlemesine düşünüp yorumlardı ki!
Bazen aşk tek gerçeğimiz olurdu. Tıpkı bizim gibi düşünceli bir kızın bizi hayal ettiğini hayal eder, bir yerde buluşacağımızı bilirdik. Nedendir bilinmez buluştuğumuz kızların hiçbirisi beklediğimiz kız olmazdı. Yine de umudumuzu yitirmez, çıktığımız kızın bizim beklediğimiz kız olduğuna kendimizi inandırırdık. Ve genellikle bu kızlarla sonumuz iyi olmaz, sessizce ayrılırdık. O zaman derdik, beklediğimiz kız, bu kız değilmiş!
Sizler de bilirsiniz! Kış akşamlarında yağmur yağınca hafiften uyku çökerdi insanın üstüne… Ne güzel günlerdi!
Ölümün çok uzakta olduğunu sanırdık camideki vaazda ölümün yakın olduğu işlenmesine rağmen. Hep uzaklarda birileri ölürdü. Yakınımızda hiç kimse ölmezdi. ‘’İstanbul’da meydana gelen kazada bir aile yok oldu!’’, ‘’Bursa’da çıkan yangında bir anne ile annenin bebeği öldü!’’ Derken bir gün uzaklarda çok az kişi ölmeye başladı… Babamız, abimiz, amcamız, diğer amcamız, halamız, yeğenimiz, komşumuz, arkadaşımız ölmeye başladı çeşitli şekillerde. Televizyonlarda yakınlarımızın ölüm haberini almak imkânsız bir şey değildi artık bizim için. O tarihten sonra televizyonu, radyoyu dinlerken ürkmeye başladık! Neredeyse kendi ölüm haberimizi televizyonda duyacaktık!
Bazen bir akrabamız veya arkadaşımız bizi bir yerlere davet ederdi. Biz de giderdik. Kalabalık mekânda kahkaha ile güler, çay içer, çerez yerdik. Çoğumuzun yüzünde sahte bir mutluluk akar, birlikteliğimizin bize keyif verdiğini düşünürdük. Aslında hepimizin kendine göre sorunları vardı ama bu sorun değildi sanki. Şimdi her şey sorun! Birbirimizin yüzünü artık görmek istemiyoruz! En sevdiğimiz kişi bile görmeye katlanamıyoruz, elimizde dokununca huylanan dokunmatik telefonlar! Yine de en iyi dostumuz o… Siz de bilirsiniz!
Genel seçimlerde partilerin oy dağılımı açıklanınca bazı siyasi partiler en fazla iki oy alırdı. Kendi aramızda kimin o partiye oy verdiğini bulmaya çalışır, ‘’Komünist Parti’ye kim oy vermiş? Liboş da varmış! CHP’li kim lan!’’ diye sorardık birbirimize. Bir zaman sonra çoğunluk olan biz azınlık olduk… Biz de o nadir oy çıkan partilere oy vermeye başladık. O zaman da köyden kasabaya kadar herkes partilerin oy dağılımı tartışıp bizimle dalga geçmeye başladı. Anladık ki bir oy bin oya denkmiş.
YORUMLAR
Geçmişte insanlar bir birlerine 'ihtiyaç duyardı ,,bu sadece ihtiyaçtı yani çıkar kaygası ve güdüsü taşımayan bir ihtiyaç.. ..
sevgi vardı birde güven .
ama şimdi sadece çıkar ihtiyaçları var.
tıpkı siyasetteki liderler gibi sadece seçim zamanı kapıları tek tek çalıp
oy dilenen çıkarcı politikacılar gibi..
o yüzden ne eski pari liderleri 'nede eski samimiyet ve saygı var.
güzel konu ilişkleri ve bağlatıları vardı keyifle okdum ..sevglerimi sunarım
mutlu yıllar ...
.