- 1418 Okunma
- 7 Yorum
- 1 Beğeni
BEN VE ONLAR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Ben ben idim, onlar oydular!” bu söz gidip geliyor, içimin duvarlarında yankılanıyor. Benliğin, gözlerin penceresinden sürekli bakması gibi hiç aklımdan çıkmıyor. Mutfakta, salonda, yatak odasında, banyoda, tuvalette ve pencerelerin dışarıya baktığı her yerde içimde yineleniyor. Sanki hapsolduğum mekânda ruhumun bir dumanıymış gibi her yeri dolduruyor. Bir şiirin dizesiymiş, öyle demişti Murat. Bu sözü bir kadın söylemiş olmalı, dedim. Bu kanıya nasıl vardın bilmiyorum ama kısmen haklısın, dedi. Murat’la yeni tanıştık. İlçemizde kısa dönem asker, terhis olmak üzere. Kafede unuttuğum ajandamı bulmuş, öyle tanıştık. Sanırım bazı özel bilgilerimi de öğrenmiştir. Birbirimize öyle çabuk kanımız ısındı ki insanın inanası gelmiyor. Bana söz verdi, onunla kaçmayı düşünüyoruz adının başında şark olmayan bir yere. Edip’in karanfilleri adına yemin ederim ki seni seviyorum, dedi. Ve yine Edip adına yemin ediyorum ki seninle evleneceğiz, diye de söz verdi. İnanıp inanmamakta kararsız kaldım ilkin. Sonra her genç kız gibi kalbime uyarak inanmayı seçtim. Sizin açınızdan onun yakışıklı olup olmadığını söyleyemem. İnsan birisine tutuldu mu kör ve basiretsiz olurmuş. Ama onun genç olduğunu ve şiir bildiğini söyleyebilirim. Bunlar bana onu ölesiye sevmek için yetiyor.
“Ben ben idim, onlar oydular!” bu söz yerini bulmuş bir yap-boz parçası gibi ya da bütün düşüncelerin, kelimelerin uğramak zorunda kaldığı beynimin tam ortasındaki kavşak noktasına denk geliyor; durmadan kendini hatırlatıyor. Her şey tanrı vergisi diyebileceğiniz güzelliğimle alakalı. On sekizinde bir kız herhalde güzel olur diyeceksiniz. Ama gerçekten sarı saçlarım, yeşil gözlerim, ince fiziğimle Truvalı Helen’ i andırdığımı söylerdi liseden arkadaşlarım. Hoşuma giderdi, aynalara bakıp bakıp doyamazdım varlığıma. Dayıoğlum bu yüzden olacak, okulu bitirmeden nişanlanmıştı benimle. Sonra ağabeyimin üniversite masrafları yüzünden zorlanan aile bütçesine katkı olması için babamın amcaoğlunun kuyumcu dükkânında çalışmaya başladım. Vitrinde iyi duruyordum, babam yaşımdaki bu adam memnun olup sürekli gülümsüyordu yüzüme, maaşımdan başka bolca da bahşiş veriyordu. Bütün bunlar lanet güzelliğimeydi, bilmemişim. O gün ne içtim bilmiyorum, başım döndü; renkler, sesler birbirine karıştı, lanet bir yere uzandım. Sonra direncimle birlikte çığlığım da uyudu. İnsan uyurken neler olduğunu tam bilemez ki! Bedenimi tecrübe ediyordu insanoğlunun pranga vurulamayan takıntısı. Sonra bacak aralarımdan sızan tiksinç bir yapışkanlıkla, zonklayan bir ağrıyla ve bir eksikle uyandım. Bir eksiklik ki korku şeklinde kendini belli ediyor. Şimdi ne demeli, nasıl söylemeli, ne yapmalı diye başlayan, sonsuz bilinmeyenli bir denklem gibi çözüm isteyen. “Gitmek istemiyorum bir daha o dükkâna!” dedim anneme. Annem ağzımı aradı, “Yoksa seni rahatsız mı ediyor?” diyerek sıkıştırdı. Nasıl oldu bilmiyorum, her şeyi anlattım. Bilirsiniz kızların anlatacak bir şeyi varsa sadece annelere anlatılır. Anlatmaz olaydım! Bir ölüm haberiymiş gibi bütün köy öykümü anlatıp durdu.
“Ben ben idim, onlar oydular” bu sözü bir çukura düşerek ben mi yazdım yoksa! Babam uzaktan yüzüme sanki iğrenilecek bir şeymiş gibi bakıyordu. Büyük bir utanç olmalıydım ki eve hapsedildim. Hiç konuşmadılar benimle ne ağabeylerim ne de babam. Sanki suçluymuşum gibi yüzüme bile bakmadılar. Birkaç gün sonra nişan yüzüğünü göndermiş dayıoğlum. Kirliymişim gibi, yosmaymışım gibi, temiz olan her şeyimi kaybetmişim gibi herkes tiksindi, utandı benden. Hapsedildiğim odanın camından bile bakmama izin yoktu. Belki de canıma kıymamı beklediler. Kendimi öldürseydim onurlu bir davranışta bulunacakmışım gibi geldi bana, yani bana öyle hissettirdiler. Ama kıyamadım kendime, onlar öldürsünler istedim sanki! Düşünün ki bir ayı saldırısına uğrayan insan kınanır mıydı? Kınanmazdı tabii ki! Aksine herkes ‘geçmiş olsun’a gelip teselli ederdi mutlaka. Hiçbir şey olmamış gibi olurdu bir müddet sonra. Aynalara bakıp kendime sordum “Benim kirim nereme bulaştı?” diye. Yarasının üstündeki kabuğun düşmesini bekleyen bir yaralı gibi sapasağlamdım. Ben iyileştim, içimde öfkeden başka bir şey kalmadı, dedim anneme. Çocukça bir şey söylemişim gibi, saçmalamışım gibi yüzüme baktı. Gel de anlat onlara!
Ölümün bin bir türlüsü varmış. Çok geçmeden bütün aile toplandı. Günler süren danışmalar yapıldı, hocalara danışıldı. Bir çözüm buldular utançları için. Yani beni sözde temiz kılmak için bir çözüm. Onunla konuştuk, seni imam nikâhına almayı kabul etti, dediler. Dediklerine göre de mehir olarak da bana bir daire almayı vaat etmiş şerefsiz! Herkesi ne kadar rahatlatmıştı bu anlaşma bilemezsiniz. Kararlaştırılmış bu çözümü annem bildirince bana “ Anne, nasıl olur!” dedim. “O adam babamın yaşında ve ondan hiçbir şeyden tiksinmediğim kadar tiksiniyorum! Beni nasıl onun gibi namussuz bir adamla evlendirip onun yatağına sokarsınız? Hem adamın benim yaşımda çocukları var. Beni bir daha, bu sefer ölüme kadar mı mağdur edeceksiniz?” dediysem de dinletemedim. Ağlayarak “Bunu yapmak şart, namusunu ancak bu şekilde temizleriz!” dedi. Vicdandan geçmemiş bütün ahlak kurallarına, yasalara lanet okudum. Yapılabilecek en mantıksız şey değil de en mantıklı şeyin bu olduğuna nasıl inanıyorlar anlaşılır şey değil. Babamın ayaklarına kapanıp “Bana bozuk bir malmış gibi davranamazsınız, Allah bunu kabul etmez baba!” dedim. Babam, benden yüzünü çevirip dışarı fırladı. İşte o zaman canıma gerçekten kıymayı düşündüm. Niye yapamadım bilmiyorum. İyi ki de yapmamışım! Beni evden ayırdıkları yani cinayete teşebbüs ettikleri gün, elimde bir bıçakla bekledim o alçağı. Yapabileceğim en tutarlı şey bu kalmıştı. Yanıma yaklaşınca “ Orada dur!” dedim. “Bir daha namusumu kirletemezsin! Yoksa olacaklardan mesul değilim!” dedim. Beni sakinleştirmeye çalışıp özürler diledi. Bundan sonra benim için elinden gelenin en iyisini yapacağını söyledi. “Hem sen artık dinen karımsın.” dedi. “Sen öyle san!” dedim. “Ben kimsenin karısı falan değilim. Bu senin ve onların gerçek zannettiğiniz bir saçmalık! Şimdi defol git!” deyip beddualar ettim. Herhalde birkaç günde sakinleşeceğimi sandı da evi terk etti. Ne olur ne olmaz diye kapıyı hep sürgüledim. Diğer gün kapıya dayanıp “Bir şeye ihtiyacın var mı?” bahanesiyle kapıyı açmamı istedi. Tekrar kahrolmuş bir insanın edebileceği bütün sövgüleri söyleyerek kovdum. Apartmanda daha fazla gürültüye sebep olup rezil olmaktan utandı da gitti. Gittiğinden emin olmak için kapı deliğinden on beş dakika boyunca izledim. Sinirli sinirli duvarı tekmeleyerek merdivenleri indi. Sonra gitmiş beni babama şikâyet etmiş. Beyaz eşyayı yerleştiren işçilerle de muhabbet ettiğimi de anlatmış. İkide bir geliyor, aç kapıyı konuşalım, diyor. Zulme artık kapıyı açar mıyım hiç!
Bazı akşamlar umudun ta kendisidir. Murat, biraz sonra gelecek. Telefon çalınacak, merdivenleri uçarak ineceğim ve her şey arkada kalacak. Ben benle kalacağım, onlar bulanık buldukları yeri bulandırmaya devam edecekler, dedim. Takılarımı, iç çamaşırlarımı, Murat’tan aldığım kitapları, birkaç parça giysimi hazırladığım çantam bile telefonun çalmasını sabırsızlıkla bekliyor. Yine de, ikide bir o namussuz tekrar gelir mi diye gözlerimi kapıdan ayıramıyorum. Koridordan ayak sesleri duyunca irkilip sapsarı kesiliyorum. Kunduralar kalbimin üstüne basıyor gibi kalbim de küt küt çarpıyor. Yine öyle oldu. Kapı deliğinden baktım, iki kişi merdivenleri çıkıyordu. Hayır, şimdi olamaz, dedim. Allah’ım şimdi olmamalıydı! O pislik, arkasında tamirci kılığında biriyle geldi. “şu kapı" dedi. Adam, zili üç kere çaldı; cevap vermedim. Çantasından tornavida, levye, tel gibi aletler çıkardı; “On-on beş dakikada hallederim.” diyerek kapıyla uğraşmaya başladı. Şimdi bağırsam başıma bir şey gelmiş gibi düşünülecek, komşular dâhil herkes kapının açılması gerektiğine hükmedecekti. Hayal kırıklığı ve korku karışımı bir hisle ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Tam o esnada telefon çaldı. Işığı kapattım. Holden çantamı, salondan telefonu kapıp balkona koştum. Murat tekrar aradı. Şimdi geliyorum, deyip telefonu kapattım. Balkondan bahçeye üç-dört metre vardı yoktu. Balkondaki çamaşır ipini kestim, balkon demirine bağlayıp aşağı sarkıttım. Çantamı aşağı fırlatıp demirlerden aşağı sarktım. İpi sıkıca tutup kendimi bırakmamla hızla aşağı kaydım. Kendimi yerde buldum. Ellerimdeki yanık sızısı pek umurumda değildi. Ayağa kalkıp çantamı buldum. Aksayarak ön bahçeye vardım. Sokağın başındaki arabayı görünce ayağıma rağmen seğirterek gittim. Arka koltukta Murat’ı görünce kâbustan uyanmışım gibi içim ferahladı. Ağlayarak boynuna sarıldım. Araba hareket etti. Muradımın yanına oturdum, başımı göğsüne yasladım. Ellerimi tutunca ıslaklığı fark etti. Avuç içlerime bakıp “Meryem, senin ellerine ne olmuş?” dedi. “Boş ver, geçer!” dedim. Unutulacak olan her şey geçer! Artık ben buradayım onlar orada.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
"Ölü Ozanlar Derneği"nde okuldaki katı eğitim sistemine şiirle baş kaldırılıyordu. İnsanın kendi hayatına kendi dizeleriyle katılma hakkı kutsanıyordu. Öykünün, kendi hayatına kendi dizeleriyle katılma hakkı elinden alınmış kahramanı, şarkta kadın olmanın her türlü zorluğunu tadıyor.
Murat’ın şiirle kurulmuş dünyasına girmesi ise galiba “Umut en son ölür” sözünü doğruluyor. Okurun aklına takılan “Murat kim, iyi biri mi?”, sorusunun cevabı , “Edip’in karanfilleri üstüne” edilen yemini samimi bulanlarda kocaman bir iyimserlik olsa gerek. En azından bende öyle.
Yahya Oğuz
Boyledir ya hani, kendimizi bir bebek gibi yatistirmak adina bir cumle buluruz ve ardarda tekrarlar dururuz bu cumleyi. Nefes nefese kalana dek. " ben ben idim, onlar oydular. Ben ben idim.onlar oydular." peki avutur mu bi cumle icimizde kabaran dalgalari? Cok ise yaramaz ama hic yoktan da iyidir. Peki ya Murat bir kurtulus mudur gercekten yoksa denize düşünce sarildigimiz bir yilan mi? Iste o da koca bi muamma. Sadece gönül oyle olmasini diliyor.
Sinir katsayimizi yukselten hadiseler. Hani sanki kendini pencereden atsa simdi, bir melek gibi uçabilir. Insana o kadar temiz geliyor, kirlenmek ne kelime, bunca kirin icinde...
Yahya Oğuz
Yahya Oğuz
kurgusuna şirsel bir ritim eklenmiş harika bir öykü okudum.
kahramanlar dahil tüm diğer tasvirler hem çok sahici hem de estetik.
ancak öyküyü okumaya başladığımda anlatıcı olan başkişinin erkek olduğunu sandım. murat devreye girene kadar. bu bir yanılsama mı idi-zira yazar bir erkek- yoksa gerçekten erkek bir yazarın kadın içdünyasına girmekten zorlanması mıydı ayırt edemedim. bir çok erkek yazar kadın ağzından eser yazdı ve eminim çok zorlanmıştırlar. öykünün tek kusuru bu olsa gerek. seçilen kelimeler, satır aralarındaki duygu yansımaları kadınsılık pek taşımıyordu. buna rağmen cesurcaydı betimlemeler.
tebrik ederim, güne düşen bu etkileyici yazı için.
bir teşekkür daha: kadın üzerinden namus ideolojisi yapan erkek dünyasına güzel kalemli bir erkekten vurulan bir darbe icin.
saygı ve selamla...
Yahya Oğuz
Merhaba Yahya Bey, öykünüzü bir solukta okudum. Çok tanıdık. Görünüse bakilırsa final güzel bitti ama seneryo tükenmez.
Murat kim?
Kızı gerçekten seviyor mu, yoksa başka düşuncesi mi var?
Biz yine iyi tarafından bakıp gökten üç elma düşürelim.
Tebrik ederim.
Yahya Oğuz
hikâyelerinizin en güzel yanı sanırım farkı özneler üzerinden ilerleyebilmeniz Yahya Bey. mesela bu öyküde karşı cinsten bir kahramanla olduğu gibi... belki toplumdaki yüzlerce hikâyeden biriydi ama siz hem karşı cinsi konuştururken hem de cümlelere hissiyatı öyle iyi katmışsınız ki...okuduktan sonra takdir etmekten başka bir şey bırakmıyorsunuz.
bu bağlamda çok iyiydi.kutlarım.
Yahya Oğuz
'' Ben ve Onlar '' ve “ Ben ben idim, onlar oydular ”
Hikayeden vazgeçtim .... Yaşadığım ülkedeki insanlardan da.... Kendimden vazgeçmeme az kaldı ...
Ve Sen Git Çocuk !
ben
dağlardan
denizlerden
kentlerden kovulmuş
cüzzamlı bir ölü taşıyıcısıyım
aşkı kibrinde boğdum ben
yalan omuzbaşı ağlamaları
yalan sevişmeler
yalan tanrılar
kanatır beni
içinden kıpkızıl nehirler akan
siyah beyaz fotoğraflardan
sızan kan
şah damarımın celladıdır
oysa
senin bir siyah beyaz fotoğrafın yok
yüreğinde kokmuş bir ceset
sırtında bir hançer yok
benim sana suskunluğum
ne korku
ne kahır
ne utanç
ben senin cahilinim
ellerini ve merhametini bırak
sen git çocuğum
Bir gözü kapalı yaşamak , bir gözü kapalı yaşatmak ve dünyaya gözünü kapamak ! Eyvallah ! Eyvallah ! Eyvallah !
Saygılar ...