- 684 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
'Şeytan'ın Öpücüğü'
Sedef mavi bir sandalye üzerinde, elleri kelepçeli bir halde oturuyordu. Arka tarafta sivil bir polis memuru kaşları çatmış, panodaki Türkiye siyasi haritasına bakıyordu. Pencere kenarındaki masada, saçlarının üst tarafı dökülmüş, ağzındaki sakızı gizliden çiğnemeye çalışan resmi kıyafetli bir polis, elindeki kalemi okşuyordu. Tükenmez kalem bakkallarda satılan, mavi renkli tükenmezlerdendi. Özel bir tarafı olmadığı ortadaydı. Görgü tanığı ve üst komşusu olarak ben de Sedef’in yanındaydım. Omzuna dokunuyor, ‘sakin ol, bir şey olmayacak’ diyordum. İçimden ayrı konuşuyordum: ‘Aslında çok şey olacak!’
Kerim’le telefonla konuşuyorduk. Yemekten sonra çay demleyip, balkonda sigarayla içerken, bir yandan da Kerim iş derdi üzerine muhabbetimiz sürüyordu. Müstakbel kayınvalidesi kızının gelin olması için koştuğu tek bir şart vardı, o da Kerim’in KPSS’den iyi bir puan alıp, memur olmasıydı. Mezun olduktan sonra kompresör işine girdiği ilk aylarda aslında her şey Kerim için iyi gidiyordu. Ona Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgesini vermişlerdi. Altında arabası vardı. Yiyordu, içiyordu, arabanın yakıtını ve bütün giderlerini şirket karşılıyordu. Dördüncü ay bir milyonluk kompresör satışı da yaparak aslında işi sahiplendiğini gösteriyordu ama nişanlısının ailesi Kerim’in böyle bir işte çalışmasına sıcak bakmıyorlardı. İşten ayrılalı çok olmuştu. Kerim’in sesi ağlamaklı geliyordu telefonda:
‘Abi söyle, daha ne yapayım Allah aşkına? İnan ne yapacağım bilmiyorum. Kompresör işinden ayrılıp, bari fabrikaya gireyim dedim. Adam şaka gibi bana diyor ki ‘1500 veririm, beğenirsem performansını altı ay sonra yüzde on zam yaparız maaşına,’ akıl karı mı bu abi, söylesene ne olur? Hadi diplomayı da kiraya versem, 2500-2600 ancak alabileceğim. Bu maaşla evlenmek, ev geçindirme kolay mı abi? Biliyorsun ayrıca, girdim işe, üç ay sonra bıraktım Bana kontrat imzalattırmak istediler, üç yıl köle gibi onlara çalışmak zorunda kalacaktım. Tek yol şu sınav kaldı, 90 üzeri alsam atanırım da, zor işte abi.’
Onunla sınava çalışırken nasıl bir yol edinmesi gerektiğini önceden söylemiştim. İlk önce matematiğin tüm konularını bitirecekti. Öyle de yaptı. Sıra Türkçeye geldiğinde, ‘abi, yirmi tane paragraf soruyorlar, benim çok yanlışım çıkıyor’ dediğini duyduğum an, içimden zamanında ona dediğim cümlenin aynısı geçmişti:’ Niye kitap okumuyorsun hiç?’ Bir ara kitap okuyor gibi yapmış, piyasada siyasi ve tarih üzerine yazıp, siyasi üstlerin gözüne girmek isteyenlerin kitaplarını alır olmuştu. Ona ‘o kitapları okumasan da olur, git bari Dünya Klasiklerinden oku’ dediğimde de, ‘ben çocukken okudum dünya klasiklerini, Sefilleri, Çalıkuşunu, Ömer Seyfettin’i’ demişti.
Ağzımdaki sigarayı pencere kenarındaki mermerin üzerinde duran cam tabağın içerisinde söndürecekken, burnuma yanık kokusu gelmeye başlayınca, hemen dönüp mutfağa baktım. Ocağı açık unutup, perdenin yanmasına sebep olmuş olabilirdim. Perdeyle ocağın arasında on santimlik bir mesafe vardı. Hayır, ocak yanmıyordu, benim evden gelmiyordu bu yanık kokusu. Balkona geri döndüğümde, alt kattan gelen dumanı fark edince, koşarak aşağı kata indim. Bir yandan da evin anahtarını aldım mı diye pijamamın cebine bakıyordum. Hızlı da çıkmış olsam, anahtarları alabilmiş olmama sevindiğimi fark ettim. Çok aptalca bir duyguydu! Kapıya vuruyordum. ‘Sedef’ diye bağırıyordum ama kapıyı açan yoktu. Sedefin alt katında oturan yaşlı kadın da kokuyu almış ‘yanıyoruz, imdat komşular, aman Allah’ım yanıyoruz’ diye bağırıyordu. Sesi iyice kulağımı tırmalıyordu. ‘Banu teyze, itfaiyeyi arayınız, itfaiyeyi’ derken, ‘evladım, yanıyoruz, aman yanıyoruz’ diye bağırıyordu. Kendimi kurgulanmış bir oyun içerisinde hissediyordum. Alttaki yaşlı, emekli öğretmenin umurunda olan tek şey bağırmaktı. ‘174, 181, 177, kaçtı şu lanet itfaiye, arasana be kadın’ derken, beni duymadığını biliyordum. Başka çarem kalmamıştı. Kapıyı kırıp, içeri girmeliydim.
Filmlerde gördüğüm sahnenin aynısını yaşıyor, kapıyı kırmak için uğraşıyordum. Kendimi güçlü biri olarak sanıyordum ama kapı bir türlü açılmıyordu. Omuz darbelerime karşın kapı menteşelerinde oynama yoktu. Bu sefer tekme atıyordum ama terlikle attığım tekmenin de kapıyı kırmak için bir etkisi olmuyordu. Son çare gerilip, koşarak kapıya tüm gücümle saldırmaktı. Sedef’in karşı komşusu yazın sadece iki ay geldiği için, evde kimse yoktu. İki buçuk metrelik mesafeyi bir buçuk saniyede alabilecek, ortaya çıkan hızın oluşturduğu ivmeyle, kütlem çarpıldığında kapıya uygulayacağım gerekli kuvvet ortaya çıkacaktı ama bu hesapta bir sürü yanlış değer barındırabilirdi. Kapının üst menteşesi kırılmış ve bayrak gibi sallanan kapıyı elimle itip, içeri girmeye çalıştığımda nefes alamadığımı fark ettim. Karbonun oksijenle girdiği reaksiyon insanı öldürebilecek kuvvetteydi. Sedef salonda değildi. Evin içinde zar zor yürüyor, Sedef diye bağırıyordum. Arka odanın balkon kapısı açıktı. Sedef balkonda ayakta dimdik durmuş, sigara içiyordu. ‘Sedef, ne yaptın sen, ev yanıyor’ derken öksürükten cümleyi kurmakta zorlanıyordum. Biraz önce yukarıda Kerim’le konuşmamızı nasıl bitirdiğim aklıma geliyor, bir yandan çocuğu da telaşlandırdığım için kendime kızıyordum. Gözleri intikam rengiyle parlıyordu Sedef’in. İlginç bir şekilde çok rahattı ve yaptığı şeyden en ufak rahatsızlık duymuyordu. ‘Ne duruyorsun burada, hadi çıkalım, hadi’ derken, kıpırdamıyordu bile. Şok geçiriyor gibiydi. İsten kararmış elimle ağzını kapatıp, koluna girerek evden geri çıkmaya çalışırken defalarca öksüremeye devam ediyordum. Yaşlı kadın, emekli öğretmen de dışarı çıkmış, korku dolu gözlerle apartmana bakıp ‘ah yandık, bittik, kül olduk, vallahi yanıyoruz’ diye bağırıyordu. Komşular ayaklanmış, hiç görmediğim insanlar pencereden bize bakıyorlardı. Sokaktaki kalabalıkta artıyordu. İtfaiyenin siren seslerini duyuyordum. Sedef’in durumu gayet iyiydi ve sebep olduğu manzaradan memnun gibiydi. Bir yandan öksürüklerden kurtulmaya çalışırken, diğer yandan sokaktakilerin getirdiği ayranla içip, suyla da yüzümü, ellerimi yıkıyordum. Sedef apartmanın karşısındaki kaldırım taşlarından birine geçip, oturmuş, oluşan kalabalığın arasından birinden aldığı sigarayı yakmış, içiyordu. Saçları, yüzü onun da is içerisinde kalmıştı. Üç itfaiye arabası gelmiş, merdiveni olan araçtan merdiven uzatılarak, su dolu itfaiyeye bağlanan hortumla da yangın söndürme çalışmaları başlamıştı. Çok geçmeden ambulans gelmiş, yangından etkilenen en çok ben olmama rağmen, ‘ben iyiyim’ diyerek sağlık çalışanlarını kendimden uzaklaştırmıştım. Yaşlı kadın Banu rahatsızlanmış, bu yaşadığı heyecan sonrası tansiyonu yükselmişti.
Yangın kontrol altına alınmıştı. İtfaiyeci kazmayla Sedef’in pencere camlarını kırarak, zehirli havanın dışarı çıkmasını sağlama düşüncesindeydi. Sedef tüm bu kalabalığa, olayın çıkma nedenine dair insanların konuşmalarına, itfaiyecilerin kahraman gibi çalışmalarına kayıtsız bir şekilde kaldırım da oturmaya devam ediyordu. Nereden buluyorsa, kim veriyorsa, içtiği sigara bir türlü bitmek bilmiyordu. Gözüm bir yandan da dağılan karmaşa içerisinde polis ekibini arıyordu. Çünkü gelmiş olsalardı çoktan ev sahibinin yanına gelip, birbirinden gereksiz sorularla Sedef’i sıkabilirlerdi. Düşüncem de haksız değildim. Çok geçmeden iki karakol ekibi gelmiş, içlerinden birindeki komiser yardımcısı budalaca havalara girip, aklı sıra olaydaki gizemi çözmeye çalışıyordu. Olay sırlı değil, tamamen Sedef bilerek ve isteyerek yapmasıyla vuku bulmuştu. Sokakta bulunan apartmanların pencereleri teker teker kapanırken, apartman önünde biriken kalabalık da dağılmaya başlamıştı. Komiser yardımcısı Sedef’in yanında, onu bunaltıcı sorularla meşgul ediyordu. Dayanamayıp, yanlarına gidip, söze karışınca ‘sen kimsin be adam’ demişti havalı komiser yardımcısı. Üst komşusu olduğumu öğrenince, ‘bayanı siz mi kurtardınız, bayan şokta sanırım, olay nasıl gelişti haberiniz var mı’ diye sorular soruyordu. ‘Komiser Bey’ dedim, ‘şu an hanımefendi de olayın şokunda, bir temiz hava alalım adamakıllı, kendimize gelelim, karakolda gerekli sözlü, yazılı olay açıklaması yaparız.’ Bu tavrım komiser yardımcısının hoşuna gitmemişti. ‘Sen kimsin be adam, kocası mısın, kardeşi misin, sana ne’ diye çıkışırken, sabır çektiğimi kendisi de anlamıştı. Komiser yardımcısı yanındaki polise ‘Niyazi abi, şu ikisini de karakola alalım da, ifadelerini alalım’ derken, ani bir frenle duran arabadan inen adam koşarak yanımıza doğru geliyor ve bağırıyordu:’ Ulan sürtük karı! Orospu, demek evimi yaktın ha, sana gününü göstereceğim kahpe! Sürüm sürüm sürüneceksin!’ Gelen Sedef’in boşanmak üzere olan kocası Fikret’ti. Fikret fena halde sinirlenmiş, sinirlenmesine ama onun ne kadar akıllı biri olduğunu bildiğimden, işin başka boyutlara taşınacağını tahmin edebiliyordum. Göz göze geldiğimizde bir şeyler demek istese de, benden çekindiğini gözlerinden anlaşılabiliyordu. Komiser yardımcısı gelen adamı yanındaki diğer polislerle susturmanın gururunu yaşıyorlardı, ‘sen kimsin be adam’ dediği adamın Sedef’in kocası olduğunu öğrenince adamın kollarını sertçe tutmaktan vazgeçmişlerdi.
‘Bu sürtük var ya, bu sürtük, evimi yaktı memur bey, o ev benim evim, biz evliyiz ama boşanma sürecindeyiz. Geçici olarak burada yaşamasına izin verdim ama kahpe evimi bilerek yaktı.’
Komiser yardımcısı sakin kalmaya çalışıyordu:’ Olabilir beyefendi, şu an eşiniz şok geçiriyor. Kendine gelince bunları karakolda ifade olarak alırız. İlk geldiğinde Sedef’i zorlayan komiser yardımcısı akıllanmışa benziyordu. Belki de gerçekten akıllı biriydi ama ben de olayın etkisiyle beraber onu yargılamış olabilirdim.
Yukarı başımı kaldırıp baktığımda, asıl gerçeğin faturası ağırdı. Kaldığım dairenin pencereleri, duvarın rengi de isten simsiyah olmuştu. Sedef suçlu olabilirdi ama onu suçlamak, onun suçlu olup, buradan uzaklaşmasını isteyecek son kişi ben olabilirdim. Evet, evliydi son altı aydır bu evlilik yalnızca kâğıtta kalmıştı ve ona gereken ilgiyi veren üst komşusu oluyordu. Bunu sahiplenme olsun ya da en hüzünlü zamanlarında kol kanat germek için yapmıyordum. Uygun da düşmese, o hala evli de olsa onunla beraber olmanın bazı yanları itibariyle zor olduğunun farkındaydım ama son birkaç aydır eve uğramayıp, ikinci evinde metresi beraber kalan Fikret’in asıl suçlu malumdu. Bazı geceler kavgalarının sesini duyar, zaten problemli olduğum uyku konusunda gecemi alt üst ederlerdi. Yine öyle bir gece, bağırışlardan, küfürlerden sonra Fikret’in sinirle arabasına binip, gittiğini duymuştum. Evin yalıtımı iyi olmadığından aşağıda ne yaşanıyorsa, üste naklen geçebiliyordu. ‘Gidiyorum, ne halin varsa gör’ cümlesini Fikret’in ağzından çok net bir şekilde duymuştum. Bu cümlenin bana cesaret verebileceğini sanmıyordum. Anahtarı alıp, aşağı daireye indiğimde, kapının açık olduğunu fark edince aslında vazgeçmeme sebep en büyük engel de ortadan kendi kendine kalkmış oluyordu. Kapı kapalı olsaydı, zile basıp basmama ya da kapıya vurup vurmama konusunda tereddüt yaşayabilirdim. Komşunun evine ilk defa girmenin vermiş olduğu heyecanla karışık huzursuzluğun beni tedirgin ettiğini itiraf etmeliyim ama yaptığım şeyden garip bir zevk aldığımı fark edince, yapmak istediğim şey konusunda tereddütlerim de ortadan kalkıyordu. Salonun ışığı yanıyordu. Beni görünce bağırabilir, ‘evimde ne işin var, defol buradan’ diyebilirdi ama ben buraya taşındığım ilk günden beri göz kontağı kurduğumuz her an bana karşı kayıtsız olmadığını görebiliyordum. ‘Sen miydin’ diyerek gözlerini siliyordu avuç içiyle. Askılı bir penye üzerindeydi, altında da şort vardı. İlkbahar olmalıydı, sanırım Mayıs ayıydı ve ilk kez yalnız kaldığımız geceyi geçireceğimiz gündü. ‘Sesinizi duydum, Fikret gidince, iyi misin diye bakayım dedim.’ Gerçekten etkileyici bir cümle olabilirdi, biraz daha üzerinde düşünüp, taşınsaydım ama ilk hamleyi de onun yapacağını tahmin edemezdim. Dahası gerçekten de buraya inmemin sebebi, Sedef’in durumuna bakmaktı. Herhangi bir aksi durumda yardımım dokunabilir, insancıl bir yaklaşımdı ama insanın ilk yaratıldığı andan beri değişmeyen kanunu etkisini göstermekte geç kalmayacaktı. İkili bir koltukta oturuyordu. Yanındaki boşluğa oturup ‘iyi misin’ diye soruyordum. İyi değildi. Sahipsiz bir kuş gibi, aslında o da yanlış yapmaya müsaitti. Ben oturunca, iyice yanıma sokulup, başını yaslayacak bir omuz bulma esprisini yaşarken, dudaklarımızın nasıl oldu da aynı eksen de kesişip, onun ağız kokusunu alabildiğimi gerçekten hatırlayamıyorum. Her şey bir anda olup bitmişti. Beş dakika önce benim yalnızca alt komşum olan kadınla, duraksayarak, göz göze gelip, birbirimizi gerçekten istediğimizi anımsatan canlılıkla öpüşüyorduk. Nefesi nane gibi kokuyordu. Belki de akşamdan beri çiğnediği sakızdan kaynaklanan bir etki olabilirdi. Askılı penyenin altında hiçbir şey olmadığını fark etmemle, hiç olmasını istememekle beraber, birbirimizi her şeyden çok arzulayan iki insanın ilişkisi başlamıştı.
Fikret şikâyette bulunmuştu. Ev sahibi Fikret’ti ve evin Sedef tarafından yakıldığı, Sedef’in itirafıyla ortaya çıkmıştı. İki gün gece yanıma geldiğinde, Sedef bazı değişiklikler sezsem de, böyle bir işe kalkışacağına mahal veremezdim. Başımı sol göğsüme yaslamış halde, bir eliyle sağ meme başımın üzerinde daireler çizerken, bir yandan da ‘sevgilim, öyle bir şey yapmam lazım ki, artık o ibne benimle uğraşmanın nasıl bir şey olduğunu öğrensin’ diyordu. Saçları terledikten sonra daha güzel kokuyordu. Onu kokluyordum, içime çekiyordum, ellerim vücudunda dolaşıyordu. Sedef bir keresinde ‘eğer istersen sevgilim, senden çocuğum olmasını istiyorum’ demişti. Dünyanın en tehlikeli söyleminde bulunmuş gibi ona bakmıştım. Hayır, istemiyordum, özellikle o bir başkasıyla evliyken onun rahminde bir çocuğumun olduğuna dair gerçeklik fikri rahatsız ediciydi. Bir keresinde ‘siz erkekler kadınlara döl bırakma konusunda çok acelecisiniz ama çoğunuz korkak tavuk gibi, o boşalttığınız döllerden bir çocuk olabilme ihtimalini dahi kaldıramıyorsunuz’ demişti. Sedef’in bu ağızla konuşmasından rahatsız olmuştum. Her ne kadar Fikret’e sinirli olsa da, günün geri kalanında çoğunlukla sevimli, öpüşmekten haz alan kadının dönüşmesini istemiyordum.
Sedef’in öpmekten haz aldığım bileklerindeki kelepçeleri görünce sinirlenmiştim. Kocasının suçlamasıyla üzerinden soruşturma geçmesi ve hatta davada ceza alması bir nebze sineye çekebilirdim ama bu yapılan fazlaydı. Panoya bakan sivil polis memuruna tok bir sesle: ‘Polis bey, bu kelepçeleri çıkarsanız olmaz mı? İki saat evvel bir şok geçirdi Sedef Hanım. Böyle kelepçeyle oturması hoş bir şey mi?’ dedikten sonra, gözüm pencere kenarındaki masada oturan, ağzındaki sakızı gizliden çiğnemeye çalışan resmi kıyafetli polis ‘bir suç işlemiş ve kendisi de bunu kabul ediyor, etrafa zarar vermemesi için bu gerekiyor, işlemler bitsin zaten nezarethaneye indireceğiz’ diye lafa girince, ‘sağlık kontrolünden geçmeyecek mi’ diye sordum. Aptalca bir konuşma faslı aramızda geçiyordu. Sedef ileride boş bir yere gözlerini dikmiş, anlamsızca bakmaya devam ediyordu. Aklını yitirmesinden korkuyordum.
İşlemler tamamlanmış, sabah olunca sağlık kontrolü için Sedef hastaneye sevk edilecekti. Sivil olan polis Sedef’in yanına gelip ‘hadi nezarethaneye’ derken içime hadsiz bir ağırlık gelip oturmuş ve kalkıp, gideceğe de benzemiyordu. Ayağa kalkınca Sedef gözüme bakıyordu. Ellerini havaya kaldırmak istiyordu ama yorgundu. Evi yakan Sedef’te olsa, suçluluk duygusu içerisinde olan bendim. Bana ‘Fikret’e dersini vereceğim’ derken böyle bir şeyden bahsedeceğini bilmiyordum. Fikret benimle olan ilişkisini öğrenebilir, bizi kıskanabilir ve hatta benim içim adam tutup beni dövdürtebilirdi ama yine Sedef’e dönebilir, yaralarımı iyileştiren sihirli dokunuşlar onun parmakları olurdu. Fakat şu an mahkemeye çıkacak bir suçlu olarak karşımdaydı. Saçları isin altında kükürt ve karbon etkisiyle katmanlı bir yapıya bürünmüştü. Saçlarını okşarken, bir yandan boynuna burnumu dayamış, ‘seni bırakmayacağım, elimden ne gelirse yapacağım’ diyordum. Ağlamaya başlamıştı. Aylardır beraber olduğum, o ince ruhlu kadın tekrar geri dönmüş ve ‘seni seviyorum’ diyordu. Bunu önceden de söylemişti çok defa ama hiçbiri o anki gibi etkili gelmemişti. Keşke imkânım olsa, onu oradan alıp, uzak bir yere götürebilseydim. Beraber yeni bir hayata başlamak için onu karakoldan almam yeterli olacaktı.
Eşi Fikret’in amacı Sedef’i hapse sokmaktı. Savcı olan arkadaşım Ahmet’in yanına uğrama vaktim gelmişti. Ahmet’le telefonla konuşurken, gelmem gereken saati söylemişti. Yarım saat önceden adliyeye varmıştım. Telaşlı yapım noktadaki polisleri de endişelendirmişti. ‘Savcı Ahmet Tekin’in yanına geldim’ dememin amacı benim için endişelenmemelerini sağlamaktı. Böyle söylemem hiçbir işe yaramamıştı ama üzerimden sadece telefon, anahtarlık ve cüzdan çıkınca onlar da rahatlamıştı. Yarım saat önce gelmem, yarım saat kapısı önünde Ahmet’i beklememe sebep olmuştu. Beni görünce hemen ‘hayırdır, büyük bir problem gibi duruyor, geç içeri’ dedi. Hal hatır soracak halim yoktu, o bana ‘ne içersin’ diye sordu. Susamıştım telaştan. ‘Çay olabilir’ dedim. Tamam diyerek, arka masada duran çay makinesinin düğmesine bastı. Kendi çayını kendisi yapıyordu. Üniversitedeyken de mert biriydi, çok severdim kendisini. Kimseye yük olmamak için kendi çayını yaptığına adım kadar emindim. Olayı detaylı bir şekilde anlattım. Bana ilk söylediği laf ‘oğlum manyak mısın sen, ya senin üzerine atarsa suçu, sen yaptın, yangını çıkardın derse, ne olacak’ oldu. Hiç bu noktadan bakmamıştım çünkü böyle bir noktayı benim düşünmem imkânsızdı. ‘Nasıl’ dedim, ‘sevgilim diyorum Ahmet, aylardır beraberiz, tamam, hatamı kabul ediyorum, evli bir kadın ama ne yapabilirim, sevdim onu, hem dediğim gibi eşi olacak götle de ilgisi yoktu zaten.’ Ahmet ciddi konuşmaya başlamıştı.
‘Eşi suçlamayı yaptığına göre, soruşturma da kundaklama olarak gözükecek. Bu da en dört ayla, üç yıla kadar bir cezası var. Tabi hâkim isterse bu ceza artabilir de. Kadın seni suçlar mı peki?’
‘Ahmet, hayır diyorum ya, hayır, ben onu kurtarmak için kapıyı kırdım, sence bu kanıt değil mi?’
‘Kapıyı mı kırdın?’
‘Tabi ki, kapıyı kırıp, içeriden onu aldım.’
‘O zaman bu done önemli, bu güzel bir ayrıntı.’
‘Ahmet, mevzu ben değilim. Suçlanan sevgilim, Sedef, bir şey yapamaz mıyız?’
‘Adamın olursa, davayı ben alabilirim, mahkeme de davanın savcısı olabilirdim ama şu an bu mümkün değil. Davaya girecek savcıyla konuşurum. Ayrıca iyi bir avukat gerekebilir.’
‘Avukat mı?’
‘Elbette, avukat. Baro’nun verdiği avukatı siktir et. Sana işinde iyi birini önereceğim. Yaşlı kurtlardan, Hulusi Bahadır isimli bir avukat. Onunla görüş, fiyat konusunda ben de ona telefon açıp, mevzuyu anlatırım. Ha, tabi müsaitse davayı üstlenebilir.’
Bir gün sonra Ahmet’in dediği avukatla, Hulusi Bahadır’la görüşmem sonuçlandığında, bankada araba için ayırdığım on beş bin liranın, beş bin lirasını harcamak zorunda kalmıştım. ‘Sizin ki çözülebilir bir mevzu, pek fazla sıkıntıya girmeyiz’ dedikten sonra beş bin liralık ücretini de nakit istemesi hiç hoşuma gitmemişti ama mecburdum. Sedef’in hapse gönderilmemesi gerekiyordu. Tutuksuz yargılanması mümkün olmadığını söyleyen Ahmet’e küfrediyordum. Aslında tüm bunlar Fikret yüzünden olmuştu. Şikâyetçi olmasa, normal bir yangın olarak düşünülecek ve her şey unutulacaktı. İşin daha da kötü yanı, şok halinde Sedef’in yangını çıkaranın kendisi olduğunu söylemesiydi.
Mahkeme’nin bir an önce olmasını sağlayan Ahmet’in çabaları olmuştu. ‘Yok, olamaz, her dosyanın bir incelenme süresi var’ dese de, ‘bir hafta geçmeden bunu hallet’ dememle beraber gerçekten bir hafta sonrasında Sedef mahkemeye çıkarılmıştı. Avukat Hulusi Bey ilginç bir savunma metodu geliştirmiş ve gerçekten Savcıyı, Hâkimleri, karşı tarafın avukatlarını da etkileyecek bir yapıda konuşuyordu. Konuşma iznini hâkim Fikret’e verdiğinde, hepimizde şok etkisi bırakacak konuşma yapmasını kimse beklemiyordu.
‘Hâkim Bey, şu an da hala eşim olan, Sedef Duman’a yönlendirdiğim suçlamalardan vazgeçiyorum. Eşimle biz aylardır ayrıyız, ona zaman tanımak için, beraber oturduğumuz evi ona bırakarak, aldığım yeni bir evde ikamet etmeye başladım. Bu süre zarfında üst komşusuyla başlayan ilişkisinden haberdar oldum. Bu ilişkileri benim hayatımı da alt üst etti. Üst komşusu olan, şu arkada gördüğünüz beyefendi, aslında önceden eşimi ayartıp, bizim evliliğimizi bozmuştur. Asıl suçlu aranacaksa, suçlunun onun olduğunu belirtmek istiyorum. Sevgili eşim Sedef Duman’la biz çocuk yapmak için çaba gösteriyorduk. O ara başlayan ufak çaplı tatsızlıklarımız asla çözülemeyecek mevzular değildi. İnanın Hâkim Bey, eğer bu üst komşum olmasaydı, eşimin aklı hiç karışmayacak ve evliliğimiz de biz eskisi gibi mutlu olmaya devam edecektik. Eşimi ayartıp, cinsel emellerinde kullanan şu aşağılık insan bozuntusunun başımıza getirdiği sorunları görüyor musunuz? Bu yüzden eşimin psikolojisi bozuldu. Kendisinden asla beklenmeyecek bir yangına sebep olduğu söylenir. Ben buna da inanmıyorum. Bu yangını bilerek, isteyerek ve planlı bir şekilde üst komşumuz olan bu arkada oturan, aşağılık herifin çıkardığını düşünüyorum. Eşime dair suçlamalardan kesinlikle vazgeçiyorum. Belki bir kanıt bulamayabilirsiniz ama bana inanın Hâkim Bey. Eşimin hasta biri olmadığını biliyorum. Lütfen eşimi bana geri verin ve tekrardan yarım kalan evliliğimizi sürdürmek için elimden gelen tüm çabayı göstereceğime inanın!’
Sedef’in bakışlarını tam olarak göremesem de, büyük şaşkınlık içerisinde olduğunu biliyordum. Dava sonuçlanmış, suçlama geri çekildiği için kundaklamadan herhangi bir ceza almadan, Sedef serbest bırakılmıştı. Çıkışta Fikret’in ‘senin hayatını mahvedeceğim oğlum, sen bittin’ türü tehditleri altında Avukat Hulusi Bey bana ‘evlat, inan davanın böyle sonuçlanacağını kimse ummazdı ama şu var ki, paçayı ucuz kurtardın. Hâkim senin hakkında herhangi bir soruşturmanın faydasız olacağını düşünmüş olacak ki, seninle alakalı bir mevzu geçmedi. Ayrıca Sedef Hanım’ın imzalı olarak verdiği ifade de, kendi yaptığını, sizin onu kurtardığınızdan bahsediyor. Bu yüzden sizin yaşadığınız ilişkinin herhangi bir soruşturmalık yönü yok ama bu Fikret denen adama dikkat et! Tehlikeli birine benziyor.’
Sedef’le Adliye önündeki taksilerden birine binip eve döndüğümüzde, taksiden iner inmez başını yukarı kaldırıp, yanan daireye bakmıştı. Gülüyordu. En ufak rahatsızlık duyduğunu sanmıyordum. Salon, yatak odası, mutfakta olan tüm eşyalar zarar görmüş, üzerine giyeceği temiz giysiler yoktu. Sedef’in tutuklu kaldığı bir hafta boyunca ona yeni giysiler alıp götürmüştüm ama şimdi geride hiçbir şeyi kalmamıştı. ‘Sedef’ dedim, ‘sevgilim, hiçbir şeyin kalmadı mı, eskiye dönük her şey yangında kül mü oldu’ diye sorarken, ‘hayır’ diye cevap verdi. Şaşırmıştım. Eve girdiğimizde elimden tutup, beni çekiştirerek yatak odama doğru yürümeye başladık. O öndeydi, bir yandan kalçasıyla bana sürtünüyordu. ‘Yatağın içini açar mısın’ dedi. ‘Neyi’ dedim, ‘bazayı, bazayı açar mısın canım’ dedi. Korkarak elim yatağa gidiyordu. Bir cesetle karşılaşacağıma dair içimde ürperti vardı. Yatağı kaldırdığımda gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.
Bir cumartesi benim dairede, oturmuş, film izlerken Sedef bana; ‘aşkım, bana evin anahtarından verir misin’ demişti. Anahtarı sonraki gün çektirmiş, bir tane de ona vermiştim. Bazı geceler ayrı takıldığımızda, erkenden uyuduğumu biliyordu. Bir gün yine ayrı takıldığımız bir gece, erkenden uyumuştum. Saati tam olarak bilemesem de, gözümü açmaya çalıştığımda, üzerimde olan bedenin ve gözlerimi açsam dahi görmemi engelleyen saçların, dudaklarıma yumulan ağzın kim olduğunu biliyordum. Sedef gibi bir kadını Fikret’in hak etmediğini o gün anlamıştım ama bana yaşattığı mutluluk bazen korkutucu raddeye geliyordu.
Baza kısmı ağzına kadar dolmuştu. Sedef ihtiyacı olan hangi eşyalar varsa, yatağın altına doldurmuştu. Şaşırıp kalmıştım. Sedef soyunurken, üzerindeki giysiler ona benim aldıklarımdı. Sutyeni, atleti, kazağı, pantolonu, külotu, çorabı; her şeyin ben ellerimle seçip, evde yıkadıktan sonra ona götürmüştüm. ‘Hadi soyun sende’ derken, ürpermeye başlamıştım. ‘Kutlama yapacağız sevgilim’ derken, çok geçmeden kendimi içinde bulmuştum. Dünyanın en hisli ve tatlı nefesini alıp, verdiğini düşündüğüm kadın ‘hadi, inan bana sevgilim, mutlu olacağız, hadi erkeğim’ derken gözüm yatağın içerisindeki bir kitaba takılmıştı. Kitaba elim ulaşabilecek kadar yakındım. Halı Sedef’in sırtını acıttıkça aldığı zevk artıyordu. Elimle zar zor kitabı tutarken, kitabın adını görmemle ürpermem bir olmuştu. Kitap J. Macqures isimli birine aitti ve ismi ‘Şeytan’ın öpücüğüydü.’ Sedef kollarımdan tutarak kendime çekiştiriyordu. ‘Bırak eşyalara bakmayı, ben buradayım, hayatın burada’ dedikten sonra ‘öp beni, öp’ diyerek bağırarak o gelirken, karnım kasılmış, başıma ansızın beynimi kemiren ağrılar girmişti. Dişleriyle dudaklarımı ısıracak gibiydi. Öpüyordu ama sanki ruhumu ona teslim ediyordum.
Uzayan tırnaklarını sırtıma saplamış gibiydi. ‘Hadi, gel aşkım, gel, tüm iyiliklerini ve kötülüklerini boşalt bana’ diye tekrar bağırıyordu.
Onun üzerinde, ona sarılmış bir haldeydim. Ağlıyordum. Sedef ‘ağlama, geçti, geçti canım, artık benimsin sen’ derken, soluğumu burkan bir kuvvetle mücadele ediyor gibiydim. ‘Şeytan, sen şeytansın’ derken, nefes alamıyor gibiydim.
Sedef’in gözlerine bakıyordum. Hala içindeydim. ‘Artık benimsin, sadece benim. Bizi Allah bile ayıramayacak’ diyordu. Kurtulamayacak kadar yorgun hissediyordum kendimi; yorgun ve günahkâr.
YORUMLAR
Yedinci Gün;
"Cebinde bir kibrit olduğu takdirde bütün Dersaadet'i o saat yakabilecek tıynette olan velet o kadar yaramazdı ki, rivayet doğruysa çocuğun içine Şeytan girdiğine hükmedip bir şeytan kovucu çağırmışlar, gelen din adamı ayini başlatmış, ancak çocuğun ağzından o korkunç sesiyle konuşan Şeytan, "Bu yaramazın bedenindeyken çektiğim ıstırabı bir ben bilirim bir de Allah, fırsat verse çekip gideceğim ama çocuk beni bırakmıyor. Ben onu değil de o beni tutuyor. Ne olur beni ondan kovmak yerine onu benden kovun!" diye sızlanmıştı."
Sedef :)
HakkınSesi
Ah Sedef :) Bu arada birinin gelip de, 'sen şeytanla kadını mı özdeşleştiriyorsun' demesini bekliyordum. gelmedi kimse :)
Esas oğlan, girişteki vurucu; sıradan kalem ve gizli sakız çiğneyen polis tasfirlerinin aktarıcısı ve Kerim’den kotardığı hikayeyi oldukça tarafsız, olayın sadece sınav kısmına müdahale eden bir üçüncü göz gibi davranarak okuru kendine ısındırıyor.
Yangının kontrol altına alınmasına kadar geçen zamanda yaptıkları ise bırakın sempatiyi esas oğlanı bir kahraman mertebesine çıkartıyor okurun gözünde.
“Gözüm bir yandan da dağılan karmaşa içerisinde polis ekibini arıyordu. Çünkü gelmiş olsalardı çoktan ev sahibinin yanına gelip, birbirinden gereksiz sorularla Sedef’i sıkabilirlerdi.” Bu cümleyle beraber okurun zihninde öncesinde oluşmuş netlik, Şeytan’nın da parmağıyla, bulanıklaşmaya başlıyor. “Ne var yani, sorguya çekmesin mi?” ayarında soruların yanına, bulanıklaşmış zihinlerin derinlerinden gelen bir kuşku eşlik etmeye başlıyor. Sedef’in şokta olması, temiz hava alma ihtiyacının dile getirilmesi...Bunlar ortada başka şeylerin döndüğünü örtemiyor artık.
Sonrasında ip söküğü gibi geliyor olaylar. Esas oğlan hala kahraman. “Kim olsa aynı şeyi yapardı” denemezse de olanlar çok romantik. Fikret gibi nobran bir ayının yerine bizim esas oğlan çok daha uygun zira. Nihayetinde , “Birbirimizi her şeyden çok arzulayan iki insanın ilişkisi başlamıştı.” diye, bir itiraf da vardı ki, masallara kim itiraz edebilir, Allah aşkına?
Mahkeme mevzuları, Fikret’in patinajları, en önemlisi herkesin yaptığı yanına kar kalıyor. Fikret’in bir *ok yapacağı da pek ihtimal dahilinde değil.
Fakat, öyküde, bir anda ortaya çıkan yeni durumun en korkak figürü olarak bizim esas oğlan boy göstermeye başlıyor. ‘Sevgilim, öyle bir şey yapmam lazım ki, artık o ibne benimle uğraşmanın nasıl bir şey olduğunu öğrensin’ bu cümleyle esas oğlan, Sedef'i namlunun ucuna itip, bu korkaklığın ilk işaretlerini verip, kaçış için yol yapmaya başlıyor.
Esas oğlan, eli kolu bağlı Sedef’in, hep kendisinin özgürce kurduğu oyundan sıyrılıp , oyunun bir parçası olmak yerine, kendisinin de oyun kurmayı seçmiş olmasını Şeytan’ın Öpücüğü olarak görerek, aslında ne kadar korkak olduğunun bayrağını dikiyor. Şeytan'ın öpücüğü bunun neresinde? Kıvırmaya gerek yok! . ‘Artık benimsin, sadece benim. Bizi Allah bile ayıramayacak’ Allah’ı “oyun dışı bırakan” bu lafı etmeyen mi var? E, o kadar dindarsan bu yaşadıkların ne?
Şaka bir yana, tek bir şiiri bulunmayan, öykü konusunda obsesif kompulsif hastası olan bu fukara, son öykülerini okumaktan mutlu. Uzun cümlelerini görmesek de ayrıntılara gizlediğin Şeytan’ını, tıpkı Laplace şeytanı gibi çok sevdik. Biz derken, Dissosiyatif kimlik bozukluğu’ndan kaynaklı bizi değil, beni kastediyoruz. :) (Bu emotikonlar edebiyata da girecek. Kaçışı yok)
Kalemine sağlık.
Sağlıcakla,
HakkınSesi
Ben teşekkür ederim asıl. güzel kalınız.
:) Sedefi sevdim böyle kadınları hep sevmişimdir öykünün ortasında adamın ifade kısmında fikretle Sedefin anlaşıp seni damızlık olarak kullandıklarını düşünsemde hikayenin sonu beklediğimden daha çetrefilli çıktı.
Baya,tehlikeli hemide şeytanın öpüşü kasıkların etkisi ve dayanılmaz dişiler. kimisi gerçekten hasta oluyor gidip onu bulup sende hasta oluyorsun.
ayrıca böyle dişileri hak eden erkekte en az o kadın kadar delidir.böyle dişileri hak etmiş olmak kötü oluyor işte. :D
eve düşen yıldırım gibi olmuş bu sedef
HakkınSesi
https://www.youtube.com/watch?v=j2NTCgvJ6AE
Şeytan her yana öpücüğünü bırakmış ve çekmiş gitmiş, ordan sedef'e ordan anlatıcıya... bulaşıcı bir hastalık gibi...
Bu öpücük Sedef'in içinde öyle bir yayılıp, yerleşmiş ki O'na o eylemi yaptırıyor. Benim fikrim, o eylemi yaparken bilinçsiz olsa da eylemin sonucunda mutlu olacağını düşünüyor.
Bunları dedikten sonra, gelelim başka bir mevzuya; birine evimin anahtarını vermek mi, anama babama bile vermem, versem de bi kaç saatliğine:)
Öykü kahveyle iyi gidiyor, tavsiye edilir.
HakkınSesi
sabah kahveniz lezzetli olsun şimdiden.