- 467 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BOKBÖCEĞİ HEMKEŞ
MAZİYE YOLCULUKLAR - 80
Bağlarla, bahçelerle çevrili beş bin nüfuslu şirin Kâhta’da aynı yıllarda doğduk...
Sen bir memur çocuğuydun…
Ben yetim demirci Mustafa’nın oğluydum…
Baban memur sandalyesinde cumhurbaşkanı gibi oturur, bıyıklarını tarardı…
Babam, meşe odunundan elde ettiği közlerin karşısında su gibi terler, hünerli elleriyle demire, çeliğe şekil verirdi…
Babanın maaşına ek olarak tarlalarınızdan elde ettiğiniz gelirlerle, bizden iyi yaşıyordunuz…
Babamın tek tarlası evimizin avlusuydu… Evimizin damı da topraktı ama buğday, tütün, pamuk ekip gelir elde edemiyorduk… Babamın tek geliri hünerli ellerinin, kuvvetli pazılarının, bedeninden ve alnından akan terin getirdiği günlük kazançtı…
Koca körük yel üfürmese, çekiç, balyoz demir ve çeliğe şekil vermezse, biz aç kalırdık...
Bir kış mevsiminde iki hafta kar yağdı. Kardan işyerlerine müşteriler gelemedi…
Körük sustu. Çekiç ve balyoz örse küstü… Parasızlık, zehrini üstümüze kustu… Babamın cebinde bir kilo şeker alacak para kalmadı. Üzülüyordu…
“Ben dükkânı açar, şeker parasını çıkarırım,” dedim. İşyerini açtım. Saatlerce bekledim. Şeker ve ekmek parasını çıkardım. Ellerim dolu eve gidince, kazandığım zaferin ödülü olarak alnımdan öpüldüm…
Sen yokluğun acısını çekmedin…
Sen zengin mahallesinde, iki katlı evin büyük avlusunda okul çağına geldin…
Ben Cami mahallesinin sizin deyiminizle zılgo mahallesinin belediye ihmalli çamurlu sokaklarında, babamın işyerinin kül ve ateşi içinde okul yaşına geldim…
İkimiz de ilçenin tek ilkokulu Kubilay’da siyah önlükler içinde okula başladık…
Memur çocukları, çok başarılı iki kız kardeş olan Ayten ve Gülten öğretmenlerin sınıfına yazdırılıyordu…
Çiftçi ve esnaf çocukları, yani bizler, yeni gelen öğretmenlerin sınıflarına verilirdik…
Ayten ve Gülten öğretmenler, birinci sınıfta aldıkları öğrencileri beşinci sınıfa kadar okuturlardı…
Öğrencileri inci gibi yazı yazar, bülbül gibi okur ve anlatırlardı…
Bizim yabancı öğretmenler bir iki yıl içinde tayinlerini çıkartır, giderlerdi…
Sen ilkokulu tek öğretmenle bitirdin…
Ben ilkokulu dört öğretmenle tamamlamak zorunda kaldım…
Beni birinci ve ikinci sınıfta Satılmış Bektaş okuttu…
Üçüncü sınıfta öğretmenim Kayserili Mehmet Paşabeyoğlu’ydu.
Dördüncü sınıfta Adıyamanlı Ali Osman Açıkgöz öğretmenimizdi…
Beşinci sınıfta Kâhtalı Mehmet Çolak’ın öğrencisi oldum…
Ortaokulu Kâhta’da aynı okulda okuduk…
Sen liseye gittin…
Ben, Besni Öğretmen Okulu sınavını kazandım. Oraya yazıldım…
Öğretmen okulunu bitiremeden işkenceyle tanıştım…
Besni’de “Burada Allah yoktur, peygamber tatile gitmiştir” yazısını ilk defa bir nezaretin duvarında gördüm…
Gerçekten işkenceciler Allah’tan korkmuyorlardı… Peygamberlerden utanmıyorlardı… Üzerine Hıdır yazdıkları balta sapına benzeyen sopaya tapıyorlardı…
Patlayan ayak tabanları, davul gibi şişen eller, insan kamışına ve parmaklarına bağlanan kabloların titrettiği bedenler, onların zevk kaynaklarıydı…
Zevkten ağızları yağmurlu günlerin dam oluklarına dönerdi; salya akardı… Yıllarca boşu boşuna yatırdılar…
Sen Kıbrıs’ta askerlik yaparken Rum halkına eziyet ediyordun. Kendin anlatmıştın. Övünmüştün…
Ben Kıbrıs’a gelmedim. Daha doğrusu götürülmedim…
Isparta ve Edirne Süloğlu’nda Kâhtalı hemşerilerimi ve diğer halk çocuklarını çavuş, onbaşı dayağından korumaya çalışıyordum…
Kâhtalı bir hemşerim için başçavuşun biriyle kapıştım…
Hakkârili bir er için Nail çavuşu kasatura ile bir kilometre kovaladım…
İkimiz de askerliğimizi bitirdik…
Kâhta’ya döndük…
Sen, Ecevit iktidarında torpille görev aldın…
Ben kitapçı dükkânı açtım.
12 Eylül gelmeden, ayak seslerini bir yıl önceden duydum. Kâhta’dan ayrılıp öğretmenliğe başladım…
1982 yılının 27 Ekim günü Afyon’da, görev yaptığım okuldan beni aldılar… Sıkıyönetim komutanlığına götürdüler.
Dokuz gün sonra Adıyaman’dan gelen polislere teslim ettiler.
Eskisaray karakolu nezarethanesi, Pirin Palas işkence hanesi, Adıyaman cezaevinin lağım dolu bodrumu ve müşahede maceralarından sonra koğuşa geldim.
Sen de o koğuştaydın… Kâhtalı gençler çoktu…
Sen, silahlı bir örgütün üyesi olarak tutuklanmıştın…
Ben Kâhta’da olduğum yıllarda, bir köye taziyeye gitmiştim. Taziye evinde anne, babadan sonra sekiz yaşındaki evin çocuğuna da baş sağlığı dilemiştim.
O çocuk büyümüş, gözaltına alınmış. Gözaltında İşkence görmüş. İfadesine benimle ilgili tek bir cümle eklemişler: “Devrimciliği Mahmut Cantekin’den öğrendim”
Sekiz yaşındaki çocuğu bir kere görmüştüm… Taziye evinde kendisine bir cümle söylemiştim: Başın sağ olsun, Allah sabır versin…
Bu cümleyle 45 gün işkence gördüm… Bedenim lime lime edildi… Gıdasızlıktan ve verilen ilaçlardan dişlerim dökülmeye başladı…
İki ay cezaevinde yattım.
Öğretmenlikten atıldım.
Bu cümle yüzünden koğuş arkadaşın oldum…
İki ay sonra tahliye oldum.
Afyon’a döndüm. Göreve başlamayı beklerken 1402 sayılı yasa uygulandı: “Görülen lüzum üzerine görevine son verilmiştir”
Tek bir cümleyle sevdiğim mesleğimden uzaklaştırıldım. İki çocukla işsiz kaldım. Cebimde param da yoktu…
Öğretmenlik yaptığım kasabada veliler, öğretmenler kapalı olan bir kahveyi bana tuttular… Kahveci oldum.
Birkaç ay dayanabildim. Bıraktım. Evi İstanbul’a götürdüm...
İstanbul’da ortak arkadaşlarımız senin tahliye olduğunu söylediler. Sevindim…
Çok geçmeden seninle ilgili ikinci haber geldi: “Hemkeş bokböceği olmuş” dediler…
İnanmak istemedim… Şaşırdım…
Alçaktır ama bu kadar alçalamaz, çukurlaşamaz, dedim…
Kâhta’dan yeni arkadaşlar İstanbul’da geldi… Güvendiğim arkadaşlara seni sordum. Onlar da “Hemkeş bokböceği oldu. Hem jandarmaya hem de polise çalışıyor,” dediler…
İhbar ettiğin insanlar yanıma geldi. Çektikleri acıları anlattılar…
Birkaç ay sonra Kâhta’ya gelmek için İstanbul’dan yola çıktım…
Adıyaman’da otobüsten indim… Kâhta’ya gitmek için bindiğim taksinin arka koltuğunda oturuyordun…
Şansıma küfür ettim… Sen sözde büyük bir samimiyet gösterdin…
Hep konuşuyordun. Bana zarf atıyordun. Koğuş arkadaşımız Adıyamanlı Abuzer’in köyünden geldiğini söyledin. İçimden “Abuzer’i de yakacak” dedim…
Ahmet Kaya’nın “Yorgun Demokrat” şarkısı aklıma geldi. Seni susturmak, kendimden uzaklaştırmak için dediklerimi hatırlarsın…
Hatırlatayım: Ben yorgun demokratım. Bu işleri bıraktım. Çektiğim acılar yeter… “
Sen, yol boyunca devrim yaptın… Türkiye’yi ve dünyayı kurtaracak kahraman havası vermeye çalıştın…
Benim bu işleri bıraktığıma inanmadığını söyledin.
“Yeter” dedim. “İnanmıyorsan da kes! Kafam şişti…”
Senin bokböceği olduğunu bilmediğimi sanıyordun…
Ben Kâhta’da yaşamasam da yüreğim doğduğum topraklardaydı…
Mertlerden de namertlerden de haberim vardı…
Taksiden inince kendi kendime “şükür Allah’a, kurtuldum” dedim…
Yanılmıştım…
Akşam, Merhaba otelinde arkadaşlarla otururken sen geldin… Biz konuştuğumuz konuyu değiştirdik… Sen devrim yapmaya başladın. Biz, attığın zarfların hiç birini yutmadık…
Sen bizi oyuna getirmek için çırpındın. Susmadın.
Dayanamadım. Seni dışarı çıkardım. Seni Mehmet Hallaç’ın evinin köşesine kadar götürdüm.
Ben çıldırmıştım… Başıma belayı alacaktım. Kâhta’yı bir mikroptan kurtaracaktım…
Sen titriyordun… Yalvarıyordun… Soğuk demirin ısınacağını sezmiştim…
“Ben bokböceği değilim” diye yeminler ediyordun…
Verdiğin yeminli sözlerden dolayı bağışladım…
Temiz ellerimin pis kanınla kirlenmediğine seviniyordum…
Ben Mersin’e yerleştim. Bakkal dükkânı açtım… Mersin’de bokböcekliğine devam ettiğine dair haberler aldım…
Çok geçmeden beni tekrar Pirin Palas işkence hanesine götürdüler…
İşkence yaptılar. Benden isim istediler.
Bir tek senin adını verdim… Hem de seni ağır suçlarla suçladım…
Aldığım cevaba şaşırmadım:
— O hem bize hem de jandarmaya çalışıyor…
Senin için verdiğim ifadeyi sana da anlatmışlardır…
Mutlu musun Hemkeş?
Onursuz yaşamak nasıl bir duygudur?
Toplam iki yıl işkence bu bedenime uygulandı… Bu işkence süresince beynim ve yüreğim bana ihanet etmedi… Dilimde iki isim bilinçli olarak çıktı: Sen ve bokböceği Fahmet’in adını verdim… Bokböceği olduğunuzu işkencecilerime onaylatmak istedim…
Adınızı verince işkencecilerim bağırdı:
— Onlar bizim adamımızdır. Bilinçli olarak bizim adamların ismini veriyorsun… Bizimle dalga geçiyorsun…
Sen ve Fahmet onaylı bokböceğisiniz…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.