17
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
2092
Okunma
Namusun Tanımı .
Gecenin bir yarısından sabahın bir yarısına kadar dilefruz saçlarını elleriyle geriye iterek, alaca karanlıkta kalan odasını boydan boya boyayan esrarengiz bir ressam gibi fırça sallıyordu. Yorulmuş olacak ki, döşemelere boya akmasın diye yere serdiği eski gazete ve dergi sayfalarının üzerine bağdaş kurarak oturdu. Tam karşısında duvardan indirdiği boy aynasına bakarak gülümsedi. Duvara gelişigüzel yasladığı aynaya dakikalarca bakarak gülümsemeye devam etti. Bir ara gülüşlerine ara vererek yerde serili gazetelere gözü değdi. İki gazete arasında bir dergi yaprağını okumaya başladı.
Dergi yaprağı (…)
O günden sonra bir biçimde mutlu ama üzgün olduğumu anladım. Ya da üzgün ama bir biçimde mutlu olduğumu. Kendi kendime yaptığım diyalog kırıntıları arasında bir yerlere tutunmak boşunaydı. ‘’Kulaklarımda yankılanan bana bağıran annemin sesiydi: “Sizi doğuracağıma keşke taş doğursaydım! NAMUSSUZ...”
Ablam polislerle eve geldiğinde, üzerime dökülen asit nedeniyle yerdeki taşın bile dokusu bozulmuştu. Polislerin annem ve babama kelepçeler taktığını görmedim. Doktorların söylediğine göre bedenimin yüzde altmışı yanmıştı ve bunu bana yapan benim öz annem ile babamdı. Annem ve babam için benim bir önemim olmadığını, işte o alevlerin içinde anladım... Önemli olan onların can verdikleri kız çocukları değil, namuslarıydı. Namus...
Hastanede iki gün can çekiştim, ablamla kocası beni hiç yalnız bırakmadı. Küçük erkek kardeşlerim evde yalnız kalmış, ne olduğunu hiç anlamamıştı...
Beni; namuslu ve iyi insan olan annemle babam öldürmeye çalışırken, namussuz ve kötü olan ablam kurtarmaya çalışmıştı.
Alevlerin içinde anladım; NAMUSSUZ isim gibi bir şeydi, sizin dışınızdaki insanların size uygun gördüğü, hiçbir gerçeği olmayan, bir isim. Son kez ablama baktım ama o, ona baktığımı hiç bilmedi. Ablamdan özür diledim, onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim, ama o bunu hiç duymadı. Annemler gibi namuslu değil, ablam gibi namussuz olarak ölmekten artık korkmuyordum.
Babam hapse girdikten sonra, üzerime kezzaplı suyu annemin attığını, aile namusunun lekelenmesinden korktuğunu, annem ise pişman olmadığını, bu şekilde ölmemin benim kaderim olduğunu söyledi...
Bir tek ablam çok pişman oldu bana zamanında yardım edemediği için... Eğer NAMUSSUZ ablam olmasaydı, sizler hiçbir zaman öğrenemeyecektiniz benim hikâyemi...’’
Hikayenin gerisi yırtılmış okuduğu için okuması yarım kalmıştı. Bir anda odanın içinde yere serili gazete ve dergi sayfalarına gözlerini gezdirdi. Sonra tek tek karıştırarak sayfanın devamını aradı. Ama nafile… Okuduğu yazının devamında’’ acaba neler olmuştu’’ diye merak etmeye başladı. Bir an kendisini yazarın yerine koyarak içinden olur olmaz hikayeler uydurarak kendini bir süre geçiştirdi.
Hayat, kesitlerden oluşuyor. Bir yerlere kadar süren olaylar bir yerden sonra başka bir biçime giriyor. Mutluluk, acı kendini sürekli olayların içinde ya da dışında bulabiliyor. Hayat kendisini sürekli her canlı için yeniliyordu. İşte bu sırada insanda hayatın bu dalgaları karşısında bazen sahile vuruyor, bazen de o deryada boğuluyordu. Bunları düşünürken tekrar yarım kalan yazı aklına geldi. Acaba onu mutlu eden şey aynı anda onu nasıl mutsuz ediyordu? ‘’ O günden sonra bir biçimde mutlu ama üzgün olduğumu anladım. Ya da üzgün ama bir biçimde mutlu olduğumu. ‘’ demek ki insan aynı anda mutluluğu yaşarken mutsuzlukta buna eşlik edebiliyordu.
Aradan bir süre daha geçmişti. Evin işleri bitmiş her yeri düzenlemişti. Bazı Eski eşyaları kaldırıp ,evin kullanılmayan diğer odaya götürdü. Daha önce hiç kullanmadığı , çok eski daktilosunu alıp salonda ki masanın üzerine koydu. Ve yazmak ile yaşamak arasındaki çizgiyi kendince ortaya koymak için okuduğu yazının devamını yazmaya başladı.
Onun hayalleri kendine, aslında bizim okuduğumuz yazıların bizi etkileme olasılığına karşı biz bir yazar olsaydık, hikayenin devamını nasıl getirirdik?