- 1398 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
İNSANLIK OLSUN
Küçeleri dar ve serin, evleri taştan geniş ve yüksekti Diyarbekir’in. Kadim bedenler sararken kentin dört bir yanını Dicle nehrine nispet yaparcasına,Karaca dağ vakûr duruşuyla yanı başında duruyordu.Dili yok bu şehrin: varlığı kara taşlarıdır tercumanı. Anadolu’nun güzel yüzlü şairi Ahmed Arif’in de mahallesi olan Hançepek’te dünyaya geldim.
Güzel şehrimde komşuluğun ve kirveliğin yaşandığı : renk,dil , inançların farklı olmasının hiç önemi yoktu. Sıcağın kavrukluğu ile zemheri ayazların birbirine karıştığı Diyarbakır’da, fakir ama mutlu bir çocukluk yaşadım.
Sokakları dar lakin yürekleri genişti. Fakirliğin en ağır merhalelerinden gelerek yaşam denen olguda hala da geçmeye devam ediyorlardı. Genç yaşta beli bükülen,çalışkan iyi yürekli biraz da asabi biraz güleç insanlarımız;insan olmanın değerlerini unutmadan aza kanâat eder,şükrü dilinden düşürmezlerdi.
Altay Sokağının bir ucunda Ermeni Nermin abla, diğer ucunda Ermeni kadınlarına ebelik yapan, süslü baco diye çağırdığımız yaşlı bir kadın oturuyordu.Bin yıllık siyah taşlarla örülü yolları yürürken; bir diğer köşede Mardin Arapları, az ileride ise Halep’li ablanın evi vardı.Tüm bu renklerin tam ortasında ,Fatihpaşa Polis Karakolu bulunurdu.Bizler büyük dünyanın küçük insanlarıydık: mutluluğu saklısında tutan!
Kürt,Ermeni ve Arap çocukları dar sokakları, geniş bir futbol sahası gibi kullanarak patlak toplarla gol şovları yapardık.Yapılan maçlar çok iddialı olunca: karakolumuzun polisleri de bize katılır, yazın sıcağında bol gollü maçlar yapıyordık.Kadınlar ise bir araya gelerek,kışın karlı günlerinde yapılacak olan sıcak çorbalar için şehriye keserlerdi.Şehriye bahanesiydi aslında o samimi hoş sohbetlerin yanında.
Siyah önlüklerimizin altında yamalı pantolon, onun da altında lastik ayakkabılarımız ile okula giderken; aksesuar olarak kullanmadığımız çoraplar hiç bir zaman olmazdı.Soğuktan moraran ve çatlayan ayaklarımızın üşümelerini hissetmezdik bile: sabah içilen üzüm pekmezlerinin ardından.
Üzerinde Devlet Malzeme Ofisi yazan ve küçük bedenlerimizin karşısında kocaman duran; vefakâr hademeler tarafından yakılan sevgi dolu ısısı ile sınıfımızı ısıtan emektar sobalarımız vardı.
Ankara’nın güzeli güleç yüzlü Zehra öğretmenimizin günaydın çocuklar dileğiyle başlayan dersler,küçücük okul bahçemizin bitmez tükenmez sahasında oynanan oyunlar,düğmesi kopmuş, yakası eğri duran sümüğü akmış arkadaşlarımız vardı.
Bilirim! Bir döşekte beş kardeşin kalın yün yorgan altında uyumasını.
Bilirim! Gaz lambasının isini
... ve iyi bilirdik! Sabah kahvaltısının sayılı zeytin tanelerini…
İyi bilirdi beni… Hançepeğ’in kahveleri boyacı sandıkları.Tepsilerde nar gibi kızarmış İzzettin’in tatlıları.Tipi tip sakızlarından sor minik adımlarımın sayısını.Hayat gailesi çok erken öğretir insana esnaflığı çocuk yaşta olsanda!
Demirciler Çarşısı’nın taka tuka sesleri yoğurt pazarının aşağısından duyulur,zanaatkâr Süryani ustalarının ellerinde can bulurdu altının zarif parlaklığı.Ulu Cami’nin gölgesinde Sipahi pazarı geçmişin şahidiydi satılan az kullanılmış ikinci el eşyalarıyla.
Sabahın esen ılık rüzgârlarına, Çırık fırının ekmek kokusu sarar ve dağılırdı mahallelere.Yüzü gözü çapaklı çocuklar çıkardı küçelerden. Kimisinde kısa don, kimisinde elbiseden bozma pijamalarıyla,kokusuna sevdalandıkları ekmeklerden almaya.
Darabalar bir bir açılır: ya Rezzâk diye,çıraklar kapı önlerini süpürürken ustalar gelmeye başlar,terzi Mithat,kunduracı Zeki usta,sobacı Ramazan ve daha bir çokları...
Güzel şehrimin güzel insanları verdikleri yaşam kavgasında namusuna,şerefine söz getirmemek için akşamın karanlığına kürek çekerlerdi.Tüm çaba verilen emek,yarınlarda aranan umutlarında idi. Çocuklar rahat etsin, kalem tutsun; biz okuyamadık onlar okusun derdiydi…
Ne var ki; ne hayat, ne de insanlar oldukları yerde durmuyordu. O sahip olduğumuz tüm güzellikler bir bir kayboluyordu. Zaman anbean geçerken, büyüme heyecanı sarıyordu çocuk yüreklerimizi. Bizleri hayat denilen bu cendereye savuran: acısı, tatlısı ve kanaatkârlığı ile tüketiyorduk günlerimizi. Büyüyorduk göz göre göre elimizden kayıp giden engellenemeyen, insan-ı eşref-i mahlukat yapan niteliklerden, görüyorduk görüyorduk ta anlamıyorduk yitikliğimizi!
Yokluğun anlamının olmadığı sıcak tebessümlerde, camilerden yükselen ezan sesleri, derinden gelen Surp Giragos’un çan tınısı… şehrimin efsuni akışını hayat damarlarımda hissederken: günümüz dünyasının imkan ve olanaklarıyla gözü doymazlığın ve vahşice sahiplenmek iç güdüsünün doruğa çıktığı: o yitik zamanlarda bıraktığı erdemleri kaybetmenin sancılarını yaşıyodu insanlık!
Geçmişimizdir günümüzü yaşatan ve yarınlara ışık tutan. Gelenek ve göreneklerdir varlığımızı karaktere bürüyen; bizi biz eden yaşanmışlıklardır. Hayat sermayesini fütursuzca heba ederken yarınlara, sonrakilere mirasımız ceddimizden bizlere kalan İNSANLIK OLSUN.
Selçuk KORKMAZ
YORUMLAR
Yazınızı okuyunca bir an kendi çocukluğum geldi aklıma....Bizim mahallemiz de anadolunun renk yelpazesiyle muhteşemdi. Rum ermeni türkmen yörük.... Dostluk muhabbet neşe çok güzeldi. Birimizin annesi, tüm mahallenin çocuklarının annesi gibiydi. Kapılar kilitlenmezdi. Duanın mezhebi farklı olsa da amaç hep aynıydı. " Teşekkür ederim, Allah Razı Olsun " şeklindeydi.... Harika bir yazı okudum. Tebrik ediyorum sevgiyle kalın....
Deniz Eren Aydın tarafından 9/23/2019 2:50:25 PM zamanında düzenlenmiştir.
MEDAMED Selçuk KORKMAZ
Gelenekler kültürler diller malesef teknolojiye kurban gidiyor
Ben geçmişimi biliyorum yarınlar ise muamma
İşin özü akıbet hayrola cümle İnsanlık için.
"Geçmişimizdir günümüzü yaşatan ve yarınlara ışık tutan,gelenek ve göreneklerdir varlıgımızı karektere bürüyen,bizi biz eden yaşanmışlıklardır.Hayat sermayesini futursuzca heba ederken yarınlara,sonrakilere mirasımız ceddimizden bizlere kalan İNSANLIK OLSUN."
Bu muazzam söylemler karşısında ekleyebileceğim ne kaldı ki...
Teşekkürler Selçuk Bey...Bir an geçmişe döndüm, nefes aldım ve biriktirdim biraz da...Zira neyle karşılacağımızı bilememenin savrukluğu benliğimizi kuşatmışken ve düğüm düğümken her bir soluk hançeremizde...
Sığınıverdim gecekondulu, çiçekli, meyve ağaçlı bahçe ve de komşularla dolu mahallemizin sıcaklığına, GEÇMİŞİMİZE!
Kaleminiz öylesine samimi, yalın, zarif, derinlikli, sevecen ve kırılgan ki...
Ama en çok da yeşertmeye/çoğaltmaya gönüllü bir özün umuda yolculuğunu hissettim. Dolu başak misali...
Her dem dostlukla...