- 1106 Okunma
- 9 Yorum
- 3 Beğeni
'Tanrı'nın eli'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ailenin, akrabaların ve bir iki samimi arkadaşın isteği benim üniversite diplomamı alıp, işe başlamamdı. Fakat geçen sekiz sene sonunda beklentilerini yerine getirememiş bir birey olarak üniversiteyi bırakmıştım. Bırakmakla kalmamış, kaydımı da sildirmiştim. Kaydı sildirirken bir ara kendi bölümümün katında memur olarak görev yapan kadını, dekanın kapısın önündeki masada görünce şaşırmıştım. İlk iki yıl yüzünden gülücükler eksilmeyen biriyken, yıllar geçtikçe somurtan, içine kapanan ve kendini yalnızlığa adayan biri olarak hayatımı devam ettiriyordum ancak kaydımı sildirdiğim gün garip bir haz dalgası içerisinde sürükleniyordum. Buna elbette mutluluk denemezdi ama yıllar sonra kendimi bir kuş gibi hissediyor, rektörlüğün binasındaki fakülte sekreterinden, dekanlığın önündeki o güzel kadına kadar herkese gülücükler saçıyordum. Dayanamayıp sormuştum:’ Siz aşağıda değil miydiniz ablacım? Buraya almışlar sizi.’ O da gülümsüyordu. Arada iltifat etmiş ‘kilo vermişsin, daha da güzelleşmişsin’ derken, gülücükleri yüzünden etrafa saçtığı ışığın gözümü kamaştırmasına engel olamamıştım. Rektörlükteki fakülte sekreterini pokémon karakteri olan Jynx’e benzetiyordum ama görüntüsü altında iyi ruhlu kadınla tanışmam da uzun sürmemişti. ‘Biz de yükselme var, sınava girdim, buraya çıkardılar’ derken, gülücüklerine devam eden kadına son kez bakıp fakülte binasından çıkarken, güne ait haz dalgasında ciddi bir kırılma yaşanmış, altıncı kez alınmış aynı dersin finalinden çıkarken yaşadığım kayıtsızlığın beni sarmaladığını hissetmiştim. Güzel kızların, bir nevi sefahat ortamında incecin bilekleriyle çizimler yapıp, erkeklerin onları izlediği Mimarlık fakültesine, birkaç sene önce yeni yapılan binasına taşınmış ama şimdiden tarihi eser gibi duran Eğitim fakültesine, işsizler ordusu üreten Fen-edebiyat fakültesine, Kapital’in adını duymakla yetinip, bölümlerini bitiren İBF fakültesine, ambulansların uğrak yeri, kobay olup, iki hap için kendini iki yüz liraya satanları deneyen Tıp fakültesine ve diğerlerine selam dahi vermeden çekip giderken, artık önüme bakmanın zamanı geldiğini de düşünmüyordum. Ulu bir dağın ardınca insanın kendini tanrısal bir yalnızlığa bırakabileceği geniş düzlükler arasından, ömrümün sonuna doğru başlayan yeni süreçte, Nietzsche’nin Sils-Maria’da yaşadığı güzel hislerine dair umudum da yoktu. Evet, sıradanlık vardı ve eğer engel veya dağ neyi geçmek istiyorsa insan, acı çekiyordu. Sonunda maddi bir başarının olup olmamasından uzak manevi bir tatmin duyumsayacak insan olmanın benim gibi zavallı birinin hayatında değişikliğe sebep olmayacağını emindim.
Zirveye varmaktan vazgeçişin ardından hayatımda en azından can sıkıntısına çare bulacak yenilikler ararken, Belediye’nin Halk Eğitim Merkezinde verdiği kurslar dikkatimi çekmişti. Başımın tatlı belası Autocad, renkli televizyon hissi veren Solid uygulamaları artık benim için mesleki bir değere de sahip değillerdi. Resim kursuna ya da fotoğraf üzerine kursa yazılabilirdim ama ilgimi çeken bunlar değil, bir dildi. Fransızca dil kursuna yazılmaya karar verdiğim gün, kendime ‘ofis kursuna gitseydin bari, fonksiyonlu tabloları hazırlamakta tecrüben olurdu, Fransızca kursunda ne işin var’ demiştim ancak zaten bir kursa yazılmama sebep kendimi geliştirmek değil, vaktin geçişine hiç denemediğim bir şeyi eklemekti.
Kursa başladığımız ilk gün, fikrimin pek de mantıklı olmadığını fark etmiştim. Yarım ağızla Fransızca konuşan adamın torpille burada ders verdiğine adam gibi emindim. 75-100 liraya alınabilecek, cd’si ve kitabı olan bir paketle Fransızcayı temel olarak daha iyi öğrenebilirdim. Sınıfta yirmi kişi vardı ve on altısı bayan, dördü erkekti. Bayanların bir kısmı kırkını geçmiş, evde sıkıldıkları için ve diğer tüm kurslara da gittikleri için ‘bir de Fransızcayı deneyelim’ düşüncesiyle derslere geliyorlardı. Veteriner arkadaşım Hilmi’nin sözü aklıma gelmişti. Az üçkâğıt olmayan Hilmi’de üniversite okurken birkaç kurstan belge almıştı. ‘Oraya gelenlerin çoğu sevgili yapma peşinde ya, öğrenmeye gelen kimse yok’ derken, kendisinin de aynı niyette olduğunu sırıtarak itiraf etmişti. Bilinçaltımda bu düşünce var olsa da, amacım bir kız tavlayıp, onunla sevgili olmakta değildi. Böyle bir psikolojiyi kaldıracak güçte değildim. Daha çok içime kapanıyordum. Öğretmenlerin arkada oturanları derse teşvik etme amacıyla, çeşitli maymunluklar yaparak konuşturmaya çalıştıklarını bildiklerimden, sınıfta en ön sırada oturuyordum. Kursa yazıldığımın üçüncü haftasıydı. Telefona mesaj gelmiş, kursun akşam beşe alındığı haberi gelmişti. Kitaplarımın arasında tekrar dönüp okuduğum yazarlardan birinin, Schopenhauer’in dünyasına kendimi bırakmıştım. Gençliğinde sıkı bir Schopenhauer hayranı olan Nietzsche gibi sonradan fikirlerimin değişip değişmeyeceği konusunda herhangi bir fikrim yoktu. Büyük olasılıkla, at gözlükleriyle dünyaya bakmayı yeğleyen biri olarak hiçbir filozofun fikri tam anlamıyla beni saramayacaktı. Tabi ki acıları bilgiye dönüştüren ulvi kişiliklerin sözlerine saygısızlık etmeden bu kucaklamalardan uzak durabilirdim. Post modern bir dünyada altın bir fikir olan ancak dünyanın çoğu ülkesinde uygulanmayan düstur olan ‘insana merhamet etmeyene, yaratıcı da merhamet etmez’ düşüncesini kucaklayabilirdim ama bu fikir için de çok egoist olduğumu, bencilliğimi, yalnızlık yalanıyla çevirip, kendime var ettiğim dünyada aslında yaşamaktan uzak olduğumu biliyordum. O akşam kursa gittiğimde, dersi veren adamın masasının karşısındaki en ön sıranın boş olmasını memnuniyetle karşılaşmış ve oturmak için yönelmişken, hemen arkasındaki sırada oturan bayan dikkatimi çekmişti. Hilmi’nin dedikleri aklıma geliyordu ama bunu kendime yediremiyordum. Sarı bir kazak giymişti. Altındaki lacivert kot pantolonu görebilmiştim. Kazağının içine beyaz renkte bir tişört giymişti. Dalgalı saçları omuzlarından akıyor, geniş alnıyla beraber yüzünün netliği insana ayrı bir rahatlama duygusu veriyordu. Tabi saniyeler sonra (sıraya yaklaşırken gözlerim ondaydı) sırama oturduğumda, artık arkamda olduğu için onu göremiyordum ama kan basıncımın yükseldiğini hissediyordum. Arkamdaydı. Aramızdaki mesafe penaltı noktasıyla kaleci arasındaki mesafeden daha azdı. Burnumla her derin nefes alışımda, kokusunu alabilir miyim diye düşünüyordum. Aptalcaydı. Hilmi’nin şaklaban gibi anlatıp, pisliğin daniskasını betimlediği o erkeklerden biri gibi davranıyordum. Fakat temelde yaratılış amacı itibariyle, bir sonraki nesilleri var etme amacımızın kodlandığı vücudumuza söz geçiremediğimiz zamanlara ‘aptallık’ demek gerçeğe karşı haksızlık olacaktı. Bir erkekle bir bayan karşılaştığında, durumları eğer müsaitse elbette akıllarından geçen şey üremek için uygun bir çift bulup bulmadığıydı. Bu bilimsel olarak açıklanabilmiş olduğundan, kendime haksızlık yapmamam gerekiyordu. O da benim gibi tek başınaydı. İki haftadır sınıfta ona hiç rastlamadığımı hatırlayınca, heyecanım katlanmıştı. ‘Nereden çıktı bu şimdi’ diyen içimdeki heyecanlı, yaşamaya arzu duyan canlıydı. ‘Bonsuar’ diyerek içeri giren adamın anlatacağı konu da, Fransızcada umurumda değildi artık. Zaten önceden de bildiğim ‘bonjur’, ‘silvuple’, ‘vıy’, ‘no’, ‘mersi’, ‘eksküze ma’ gibi kelimeler harici sadece adımı söyleyecek ve karşıdakinin de ismini öğrenecek şekilde iki cümle daha öğrenebilmiştim. O gün dersin konusu mesleklerdi. Çok hızlı gidiyor olmalıydı ya da normal. Hiç önemli değildi benim için. Montumu çıkarmadan oturduğum için kendimi garipsiyordum. Kalorifer peteği az ötemdeydi ve üşümek için bahanem yoktu. Yine de Albert Camus’un ya da Dostoyevski’nin karakterleri gibi, montumu da öyle seviyor ve üzerimden çıkarıp, başkalarının götlerinin değdiği yere bırakmak istemiyordum. Askılığa asma konusunda da korkularım vardı. İçinden ruhsatın çalınabileceği fikri aklımdan hiç çıkmıyordu. Postacının, kuaförün, fırıncının, polisin Fransızca karşılığını söyleyen adamın giydiği oduncu gömleği dikkatimi çekmişti. En son çocukken giydiğim oduncu gömleğine karşı ayrı bir özlem duyuyordum. Altındaki keten pantolonun rengi koyu kahverengiydi. Siyah renkte deri bir ayakkabı giymişti. Pek pahalı bir şeye de benzemiyordu. Kolundaki spor saatinin büyük dairesel ekranı dikkatimi çekmişti.
‘O el, Tanrı’nın eliydi.’ Diego Armando Maradona’nun çağdaş mucizelerinden birine tanık olmanın verdiği sersemlikle arkamı dönerken, ‘pardon, kalemim yere düştü de, verebilir misiniz, kusura bakmayın gerçekten’ diyen ince ve kusursuz sesin parmağını omzumda hissetmiştim. Sesi mi hareketinden önceydi, yoksa hareketi mi sesinden önce anlayamamışım. Ses hızının daha yavaş olduğu konusunda hemfikir olabilirdik ama kaleminin yere düştüğünü duymuştum ama onun olabileceği aklıma gelmemişti. Kalemi yerden alıp, vereceğim an üzerindeki tozlar dikkatimi çekmişti. Ona kalemini öyle tozlu bir halde uzatamazdım ama kalemini silecek herhangi bir şey yoktu. Kâğıt mendil olmadığı gibi, evden gelirken getirdiğim tek sayfa a 4 kağıdını da heba etmek istemiyordum. Sağ elimle tutup, sol elimle kalemde toz kalmayacak şekilde sildikten sonra, son olarak da montun ucuyla kalemi son kez silip uzatınca, yüzündeki mahcup ifade dikkatimden kaçmamıştı. Yirmi dakika boyunca aklımda sadece arkamda oturan güzel bayan vardı. Önümdeki masadaki kitabını alıp ‘arkadaşlar, on beş dakika çay, sigara molası verelim’ diyen adamın ardından kalkarak sınıfın kapısından çıkan ikinci kişi bendim. Hemen lavaboya gidip, elimi bir güzel yıkadıktan sonra, çay içmek için kantin yazan yere doğru yönelmişken, ‘kantin’ ne ya, ilkokul mu burası diye de kızıyordum. Hâlbuki Fransızca kökenli bir kelime olan kantinin mana itibariyle yiyecek, içecek satılan yer olduğunu bilmemek benim ayıbımdı. Zaten sınıfta oturduğum için, çayı kantinin bahçe duvarına yaslanıp içmeye karar verip, cebimdeki sardığım tütünlerden bir tanesini çıkarıp yaktım. Dudaklarım arasında yumuşayan ve ıslanan kâğıdın arkasından çektiğim ilk nefes karanlıkta gri bir bulut gibi gökyüzüne doğru dağılıyordu.
Mucize devam ediyordu. Elle atılan gol sayılıyor, çeyrek finalde İngiltere saf dışı olurken, attığı iki golle tüm eleştirilere rağmen Maradona baş tacı yapılıyordu. Sağ eliyle avuçladı sol elini önünde tutarak, önünde birleştiren ve yavaş bana doğru yaklaşan sarı kazaklının mahcup ifade takınmasından rahatsız olmuştum. Yaklaşık bir metre kadar yaklaşmışken ‘merhaba’ demesi karşısında ağzımdaki tütünün tamamı nemlenmiş ve sönmüştü. Bal rengi gözlerine bakarken insan o an hayatı unutup, yaşamayı sadece karşısındaki güzelliğe odaklayıp, bütün değerlerini unutabilirdi. Merhabasına merhabayla karşılık verirken, üç nefes ancak çekebildiğim tütünü karanlıktaki boşluğa doğru fırlatıp, dumanın onu rahatsız etmesini istememiştim. Zaten onu görünce, tütün sönmüş sayılırdı. ‘Sınıfta, rahatsızlık verdim size, benim yüzümden elinizi kirlettiniz’ derken üzgün gözüküyordu.
Elimin kirlenmiş olmasını eski Türk filmlerden cinayet işleyen adamlardan duyduğumu anımsayarak güldüm. O da gülümseyeme çalışıyordu.
‘Elimin kirini yıkadım geçti. Lütfen, kafanıza takmayınız.’
‘Gerçekte rahatsızlık verdim, rahatsız hissettim kendimi siz öyle elinizle kalemi temizleyince.’
‘Büyütülecek bir şey yok sanırım. Rahat olunuz lütfen.’
İllegal biriyle yasal bir sevişme içerisinde, karşıdakinin rahat olmasını dileyen bir talep içerisindeymiş gibi hissetmem küstahça ve ahlaksızca geliyordu ama önüme kadar gelen şansı tepmek istemiyordum. En azından konuşup, dertleşecek yeni bir insan kazanabilirdim.
‘Sizi ilk defa görüyorum, iki haftadır kursta görmedim.’
İlk mahcubiyetini attıktan sonra rahatlamıştı.
‘Evet, bu hafta ilk defa geliyorum. Sınavlar vardı, o yüzden gelemedim.’
Sınav deyince asabım bozulmuştu.
‘Sınav derken?’
‘Geçen haftasonu Ales vardı, görevliydim. İlk hafta da rahatsızdım, çıkamadım.’
‘Öğretmen misiniz siz?’
Soru gayet basitti. Öğretmen olmasıyla açıklanabilir bir görevi vardı.
‘Üniversite’de araştırma görevlisiyim.’ Gülümsüyordu. Mesleğini söylemek mi yoksa ilk mahcubiyetinden kurtulmuş olmak mı onun gülmesini sağlamıştı, tam olarak çözememiştim.
‘Burada ne işiniz var peki?’
Evet, kabul ediyorum kaba bir insanım. Romantikliği edebiyatta dahi sevişme harici sevmeyen biri olarak, kalburüstü medeniyet görmüşlüğüm kaba biri olmamı engelleyemiyordu. Fakat o gülüyor, sarı kazağıyla uyumlu bir şekilde bana içten cevaplar veriyordu. Babasının emekli Almanca öğretmeni olduğunu, ilerleyen yaşına rağmen evde duramayıp, sürücü kursunda hala kurs eğitmeni olarak çalıştığını, kendisi de boş geçen hafta sonlarını değerlendirmek için ilgi duyduğu dil için en azından temel bilgiler kazanmayı umup, buraya yazıldığından bahsediyordu. ‘Aslında yok, kız kardeşim babama çekmiş, bense anneme. Ben tembelim, yani babam gibi olsam…’ derken de gülümsüyordu. Günde doz aşımından ölüme sebep verecek bir ilaç gibiydi. Aşırı mutluluktan insanı öldürebilecek tatlı gülüşü vardı. Garip biri olduğumu en başta anlaması gerekirken, bana sorduğu birkaç cevaptan aldığı yanıtlar karşısında gülüşü yüzünde kalıp gibi kalarak, on beş dakikalık aranın on bir dakikasında beni benden almaya yetmişti. Nerelisin sorusuna ‘dünyalım’, ne iş yapıyorsun sorusuna ‘acılarımı dindirmeye, onları bilgiye çevirmeye çalışıyorum’ tarzı verdiğim cevaplar normal bir insan aklıyla verilmiş cevaplar değildi. ‘İyi bakalım, güzel işmiş’ derken tavşan dişleri kırmızı dudakları arasından gözükmüştü. ‘Ş’ harfinin nelere kadir olduğunu öğrendiğim an sonrası, ‘içeri girelim mi’ demesi ayrı bir talihsizlik olarak hafımıza işleniyordu.
Dersi veren adam ikinci dersi, üçüncü dersle blok yaparak, normalde seksen dakika daha vermesi gereken dersi elli dakika da bitirince içim bayılmadan sınıftan çıkabilmiştim ancak aklım sarı kazaklıdaydı. Adını öğrenemediğim gibi, çıkışta eğer onu beklersem yanlış anlar mı diye düşünmeye başlamıştı. İlk yanlışı yapmış, düşünmeye başlamıştım. Aşk yaşayacak ne ruhsal ne de maddi bir gücüm olmadığından, öylece çekip gitmenin mantıklı olacağının farkına varmıştım. Montun iç cebinde duran ruhsata ait arabaya yaklaşırken, ‘beklese miydim’ diye düşünüyordum ama artık çok geçti ve ikinci vitese çoktan takmıştım.
Bir hafta boyunca kitapların dindirmesini beklediğim, içimi yakan dakikalarda hep onu düşünüp durdum. Yıllardır hükümetten zam bekleseler de, akademisyenlerin bir türlü bekledikleri zamma ulaşamama sorununun çözüleceğine dair rivayetlerin arttığı bir zamandı. Kendime ‘oğlum beş parasızsın, o hiç olmazsa iki bin beş yüze yakın maaş alıyor, hadi kalkıp bir şeyler içelim desen sorun, arabayla gezdirmek istesen, peder izin vermez, su mu yakıyor der tekrar meseleyi başka boyuta getirebilir, hem işsiz güçsüz adamın siki kalkar mı diye de ağır konuşur’ diyerek, vazgeçmem gerektiğini söylüyordum. Kendimi dinleyebilir miydim, bilemiyordum. Kursun dördüncü haftası arabayı almaya yüzüm kalmadığı için, bir saate yakın mesafeyi tabana kuvvet diyerek yürümüştüm. Kursun karşısındaki otobüs durağına yanaşan otobüsten inenler arasına bakınca, bir haftadır aklımdan çıkaramadığım tanrıçanın inenler arasında gördüm. Aklıma hakim olamıyordum, gülümsemiştim ve onu bekliyordum. Güzel bir rastlantıyı bozacak talihsizliklerden birinin başıma geleceğini bilemezdim. Yolun kenarına yolcu indirmek için yaklaşan minibüs, su birikintisinden geçerken dizlerimden aşağı ıslanacak şekilde suyu kaldırıma doğru fırlatırken, kahverengi, dizlerine kadar uzayan deri montun içindeki güneş yüzünü elleriyle kapıyordu. ‘İyi ki sadece ben ıslanmışım’ diye düşünürken, ona bakındığımda tekrardan hayranlığım artıyor ve ıslak oluşumu unutuyordum. ‘Ya ne aptal insanlar var ya, dikkatli sürsenize, geçmiş olsun’ diyerek yaklaşırken, ‘nasılsın’ soruma karşılık ‘ben iyiyim de, sen iyi değilsin ama’ diyerek karşılık vermişti. Ne tatlı gülümsüyordu! Bilinçli olarak onun gülüşü, endamı, konuşma tarzı hoşuma gidiyordu. ‘İçeri geçelim de, peteğin orada kurusun pantolonun, hasta olursun böyle’ diyen oydu, evet, geçen hafta birkaç saniyede âşık olduğumu hissettiğim bayandı. Yürürken ‘eğer karşılaşırsak çay içeriz beraber’ diye düşünürken, sınıfta peteğin yanında yan yana sohbet etme imkânı bulduğum için şanslı sayılırdım. Islaklık tamamen kurumamış da olsa, hiç yoktan dizlerim sıcaklığı hissetmişti. Şükür su çamurlu değildi. Ders de bu sefer ‘Fransa’ya gidersek, önemli kalıplarla nasıl konuşuruz’ kısmı vardı. İlk günden beri yargım değişmemiş, kursa cumartesileri boşuna geldiğimin farkındaydım ama geçen hafta tanıştığım, şu an beyaz bir kazağın içerisinde, otuzuna yaklaşmış bir bayanın varlığı kursu anlamlandırıyordu. Ara verildiğinde onunla beraber merdivenlerden inip, kantinin önüne gidecektik. Oturup masada beni bekleyecekti ve fındıklı bir bisküvi, iki fincan çayla yanına dönecektim. ‘Eğer bir cumartesi günü güzel bir bayanla oturuyorsanız ve karşınızda size meraklı gözlerle bakıyorsa, Pazar günü için plan yapıp, buluşmak kadar mantıklı bir şey yoktur.‘
Kurstan çıkarken sözleştiğimiz gibi bir Pazar günü buluşacaktık. Telefonlarımızı birbirimize vermiştik. Altı üstü yarım saat çekmeyen muhabbetimiz sonrası buluşmamız benim gibi hayalperest birine armağan olmuştu. Böyle bir şey ummuyordum, beklemiyordum da ama Tanrı’nın eli mucizevi etkisini devam ettiriyordu.
Pazar sabahı kahvaltıdan önce anneme ‘sen söylersen verir arabayı, hadi ne olur söyle’ derken, artık bir yaştan sonra işsizliğin insana nasıl koyduğunu anladığım gerçek dakikaları yaşıyordum. Kadın olsaydım, bir nebze baba evinde kalmaya kendimi alıştırırdım. Bekâr olsam, ölene kadar babam ölmüşse emekli maaşını alabilirdim. Evet, bu olabilirdi ama devlet erkek olduğum için bana ‘çalışmalısın’ argümanını dayatıyordu. İşsizlik maaşı almam için yeterli şartları da sağlayamıyordum. Daha kötüsü asker kaçağı olarak gözüküyordum. Kahvaltı sırasında umudum ‘tamam, al oğlum ama dikkat et, Allah korusun kaza filan yapma’ demesini beklediğim babamdan cevap olarak ‘senin yaşında millet evlenip, çoktan yuva kuruyor, yıllarca okudun, dedik ha bu sene bitecek, ha öteki sene derken okulu da bıraktın geldin, aylardır boş boş oturuyorsun, bir iş baktığın da yok, bak bizim Halil’in oğlu bile senden kaç yaş küçük, hukuk bitirdi avukat oldu, hiç utanmıyorsun bir de kalkmış arabayı istiyorsun’ verince, ekmeğin arasına koyduğum peynir boğazımda düğümlenmişti. Gözüm kalmıştı kaşar peynirinde, elimi uzatıp alamamıştım. Sofradan kalkarken de arkamdan gelen sesin hiçbir önemi yoktu. Aynı şeyler defalarca tekrarlanıyordu, belki çağırırlar diye marketlere verdiğim özgeçmişten sonra haber de alamamıştım. En az lise mezunu, bir de üzerine erkekler için askerliğini bitirme şartı koyduklarından elim ayağım bağlanmış gibi hissediyordum. Giyim mağazalarından da gece kulübüne girmiş gibi çaldıkları müzikten dolayı nefret ediyordum. Fırıncı da çalışamazdım, sıcağa gelmiyordu tenim. Şoförlük yapardım ama genel de ehliyette e sınıfı arıyorlardı. Bu yaştan sonra kamyoncu da olamazdım. Minibüs kullanmak için önceden tecrübe ya da torpil arıyorlardı. Milletin elindeki akıllı telefonlar her gün yenilenirken, kendi telefonuma bakıyor, ‘en azından haber okuyabiliyorum arada’ diyerek şükür ediyordum. Aslında bu ayrıntılar insanı değersiz kılmıyordu ama çevrenin baskısı altında kalan ailen, akrabaların ve arkadaşların bile sana baskı yapıyordu. Bazı arkadaşların halini hatırını sormak için aradığında ‘acaba benden para mı isteyecek’ diye düşünüp, bana soğuk konuştukları oluyordu. Elbette bunları da sineye çekiyordum. Şükür sağlığım hiç yoktan yerindeydi. Gözlerim görüyor, kollarım tutuyor, yürüyebiliyordum. Bunlar en güzel nimetlerdi ama kendi kendime bir nebze yetebilsem de, mevzu karşı cinsten biri olunca işler değişiyordu. Ezgi nasıl düşünüyordu, aklını okuyamazdım, yorum yapamazdım fikirleri konusunda ama sezgilerim genelde beni yanıltmazdı. Kendimi kitaplara verip, günlerin öylece geçeceğini ummak için yanlış bir çağ seçmiş olmalıydım. Bir buçuk asır önce yaşamış olsaydım, hiçbir şey olmasa, ufak bir tarlam bile olsa, orada en azından eker biçer, geçimimi sağlardım.
Pizza yiyecektik. Üst komşumuz Ali abinin getirdiği bedava pizza kuponlarının işe yarayacağını hiç ummayıp, cüzdana attığım günün üzerinden yirmi gün geçmişti. Ağzımdan ‘pizza sever misin’ çıkmıştı, bu bilinçli bir soruydu ‘tabi ki, çok severim’ demesi alabileceğim en güzel cevaptı. Meydan’da Atatürk heykeli önünden buluştuktan sonra, arabalara ters istikamette bayır aşağı yürüyüp, stada yakın yerde bulunan pizzacıya gidecektik. Muhabbetimiz düzeyli ilerliyordu, iki normal arkadaş olma yolunca her kelime bize fayda sağlıyordu. Aslen Kırşehirli olduğun, İstanbul’da Endüstri Mühendisliği okuduğunu da, sonra da hem dil sınavından hem de Ales’ten iyi puan aldığını öğrenirken, onunla garip bir şekilde gurur duyuyordum. Kendi başarısızlığımı unutmuş, o anlattıkça gülümsüyor, içten ‘aferin’, dıştan ‘ne güzel, oh oh, mükemmel, ya sen çok zekisin’ sözleriyle onu tasdik ediyor, başarısına gizli bir ortak oluyordum. Pizzaları bedavaya getirmenin yolunu açan Ali abiye gönülden teşekkürlerimi sunarken, diğer yandan Ezgi’nin güzelliği karşısında hatırı sayılacak dil sürçmelerinde bulunuyordum. Bu yaptığıma bilimsel olarak Freud beyin karmaşasından bahsediyordu. ‘Gözlerinin rengi bal gibi, aslında ne diyorlardı bu renge’, ‘renjedi edildim’, ‘marış banço dinlemeyi çok severim ben de’, ‘barış mançonun oğlunun soyadı da manço muydu’, ‘gece de benim uykumu getiriyor kahveli şeker’, ‘çayına tuz atar mısın’ tarzı hem gaf sayılabilecek hem de beynimin uyuşukluğundan ötürü var olan sürçmelerle muhabbetimiz devam ediyordu. Bana ‘gece geç mi uyudun, uykunu alamadın mı’ diye soran güzelliğe vereceğim cevap çoktu ama hangisini seçip söylersem, kendimi onun karşısında aşağılık hissedecektim.
Pizzacıdan çıkışta ‘şimdi çok güzel bir yere götüreceğim seni ama lütfen ben götürüyorum seni’ derken, ‘seni gidi aylak, serseri, seni güzel bir mekâna götüreyim de gözün gönlün açılsın’ der gibi algılıyordum. Yirmi, yirmi beş dakika yürüme mesafesindeki mekân ağaçlar arasında, saklı cennet gibi, insana huzur veren bir yerdi. Gerçekten de ilk defa böyle bir yere geliyordum. Yıllardır kaldığım şehrimde böyle mekânların olduğundan dahi haberim olmaması normaldi çünkü para olmadığı için çoğu zaman aylakça yürüyordum.
Önce meyveli pastalarımız gelmişti masamıza. Mekanda ikinci kata çıkmıştık ve manzara süperdi. Çantasından çıkarıp, beyaz filtreli sigarasından bir tane alıp ‘sen de içer misin’ derken başımı salladım ‘hayır’ manasında. Pencere açıktı ve biz pencere kenarındaydık. Yasalar gereğince yasak olmasına sigara içilebiliyordu. Ezgi’nin bu konuda en ufak rahatsızlığı yoktu. ‘Sigara içiyordun sen ama şimdi niye istemedin’ diye soruyordu. İçtiği sigarayı sevmiyordum, ayrıca kapalı mekanda, yasak olan yerlerde içmeme konusunda hassasiyetim vardı. Can alıcı soruyu sormuş, ilk gördüğüm andan beri aklıma takılan noktada çözüme ulaşmak istiyordum: ‘Sevgilin var mı?’ Sigarasından önce kesik kesik çekerken, derin bir nefes çekince, o gülünce dilruba olup, gönül çelen simasında kat kat çizgiler belirmişti. Bir an için farklı biriyle berabermişim hissine kapılınca, ürküverdim. Dişleri bembeyazdı. Acaba hangi marka macun kullanıyordu? Diş fırçasının yumuşaklığı yumuşak mıydı, orta mıydı? Diş ipi kullanıyor muydu? Sol kaşının altındaki ben ne güzel de duruyordu! Çenesini Gargamel’in çenesine benzetiyordum. Daha zayıf ve genç bir teni vardı elbette, saçları aslan yelesi gibi yumuşacık duruyordu karşıdan.
‘İstanbul’da üniversiteyi bitirdikten sonra annem biraz dinlenmemi, yüksek lisans konusunda acele etmemi söylemişti. Bu arada annem de benim öğretmen, çalışıyor hala. Yok dedim, hemen başlayayım anne ben yüksek lisansa. ‘Sen bilirsin kızım’ dedi. Ortalamam iyiydi. Neyse, başladım ben yüksek lisansa. Tezli mi tezsiz mi yapayım diye düşünürken, tezliden yana fikir kıldım. Bu arada yüksek lisans yaparken bir yanda yabancı dil sınavına, bir yandan da Ales’e çalışıyorum. Günlerim üniversitede geçiyor, dersten çıkıyorum, kütüphanede üç dört saat çalışıyorum en az. Kursa yazıl dedi annem, yok dedim, Anadolu lisesi çıkışlı olduğumdan İngilizcem temel olarak var sanıyorum ama yabancı dil sınavının sorularına bakıyorum, yok, çok farklı sorular var. Hacettepe’den bir arkadaş vardı, bu konuda Hacettepe hocalarının kaynakları gerçekten işe yarıyormuş. Bana fotokopi çekip, kargoyla gönderdi. Yanında iki cilt ‘reader at work’ diye okuma kitabı da var. Arkadaşım ‘bunları bitir’ dedi, sen yaparsın.’ Fotokopiler olsun, iki ciltlik okuma kitabı olsun, baştan sona bitirdim. Denemelere giriyorum, yok elliyi zor bela geçiyorum. Bazen kırklara düşüyor puanım. Arkadaşım yine moral veriyor, ‘Ezgi, inan bana, göreceksin sınavda iyi bir puan alacaksın’ diyor. Girdim sınava, sonuçlar açıklandığında ben şok oldum. Kaç puan aldım biliyor musun? 82! Arkadaşıma telefon açtım, ‘Buse’ dedim, ‘aşkım seni çok seviyorum.’ O İstanbul’a gelemediği için ben onun yanına, Ankara’ya gittim. Dört gün yanında kaldım. Gezdik, eğlendik. Sonra sırada Ales var dedim, onu da hallettim mi, araştırma görevlisi olabilirim rahatça. Çalışıyorum fakat matematik soruları zorluyor. Buse yine yardımıma koştu. Onun Ankara’da Necatibey Caddesi mi demişti, orası sanırım, fotokopici varmış, bu konularda uzmanlaşmış adamlar artık, bana oradan Ales’e çalışmam için notlar gönderdi. Matematiğin mantık içeren sorularını bile rahatça yapılabilmek için yöntemler geliştirmişler. Ales’e girdiğim gün bir hastayım, bir hastayım, göreceksin. Karnım ağrıyor, bir yandan grip olmuşum. Sınavdan çıkıyorum artık, bitti sınav ama ağlamaklıyım. İlk defa o kadar kötü oldum bir sınavda, iki polis var kapıda, bir bayan bir erkek, neyse ben okulun merdivenlerden okul bahçesine inerken karnımın sancısından korkuluklara tutundum. Bir taraftan da hem ağrıdan hem de sınav stresinden dayanamayıp ağlamaya başladım. Basamaklardan birine zor bela oturdum. Ciddi mana da bayılacak gibi hissediyorum. Polislerden erkek olanı yanıma gelmiş bana ‘hanımefendi, kötü bir şeyiniz yok inşallah’ diyor. Gözümü zor bela bir açtım, yanından geçtiğim ama yüzüne bakmadığım polis. Karnım ağrıyor, boğazım ağrıyor, burnumdan nefes alamıyorum ama mavi gözleri öyle güzel bakıyordu ki, ilk bakışta aşk mı derler, bilemiyorum, kapıldım bir anda kendisine. Fakat bende mecal kalmamış. Ona bakarken bayılmışım. Hemen ambulans çağırmışlar. Apar topar beni hastaneye götürmüşler. Gözlerimi açtığımda akşamüzeriydi. Serum bağlamışlar, bir de iğne yapmışlar. İğne zaten iyice uyutmuş beni. Gözlerimi açtığımda annem yanımda koltukta oturuyordu. Kız kardeşim geldi sonra. Beraberlermiş ama babam kardeşimi alıp bir şeyler yemesi için hastanenin yakından bir yere götürmüş. Kız okuldan çıkmış gelmiş, beni çok seviyor tabi, canım Yeliz’im. Anneme ‘iyiyim, hastaydım işte biliyorsun annem’ dedim, kadın da çok meraklanmış. Dersi biter bitmez babam ulaşmış, kızımız hastanede diye. Annemle biraz konuştuktan sonra, ‘buraya seni getiren polis memuru dışarıda bekliyor’ demez mi! Öyle heyecanlandım ki, yüreğim kıpır kıpır. ‘Çağırayım mı, gelsin mi kızım’ deyince annem ‘çağır anne, gelsin’ dedim. Toparlanmaya, oturmaya çabaladım ama gücüm yoktu. İçeri girince, tekrar o mavi gözlerini görünce aklıma mukayyet olamıyorum dedim Allah’ım. Öyle sıcak, güzel bakıyordu ki, ‘iyi misiniz’ dedi. ‘merak ettim, siz uyanana kadar beklemek istedim’ dedi. Hem güzel bakıyor hem de romantik! İlk görüşte aşka inanır mısın, öyle bir şeydi. ‘Ben artık rahatsız etmeyeyim sizi, gideyim’ derken, yüzsüzlük yaptım. ‘Sizi bir daha görebilir miyim’ dediğim an, onun da o masmavi gözleri parladı. Gülümsedi. Telefonunu yazdı kâğıda, uzattı bana. Hiçbir şey diyemedik ikimizde. Odadan çıkarken babamla kardeşim tam içeri giriyorlardı. O gittikten sonra babam merak edip ‘kim bu oğlan’ diye sordu, içimden ‘aşkım, hayatım’ derken, ‘beni buraya getiren polis baba, çok iyi biri’ dedim sadece. Eve gidene kadar avucumda sımsıkı tuttum numarasını yazdığı kâğıdı. Akşama eve gittik ama bir yandan da utanıyorum, arasam mı, mesaj mı yazsam diye karar veremiyorum. Mesaj yazıp ‘her şey için teşekkür ederim, çok iyi bir insansın sen’ diye garip bir mesaj yazdım. Karşılık vermesini bekledim. Saatlerce bekledim, yok, yazmıyor, ‘tamam’ dedim, ‘kızım sen kendi kendine gelin güvey oluyorsun, oğlan seni beğenmemiş belki de, umursamıyor, cevap bile yazmıyor.’ Halbuki sınav görevi diye sabah erkenden kalkmış, önceki gün de gece geç saate kadar çalıştığı için uykusuz geçmiş günü. Eve gidince de uyumuş. Gece bir gibiydi döndüğünde. Uyumuyordum zaten. Okuyunca mesajını önce mesafeli davranmak istedim ama yorulduğunu, uykusuz olduğunu anlayınca, ‘kızım eziyet etme o tatlı o maviş gözleri’ hatırına dedim. Öyle öyle zaman geçti, birbirimizi iyice tanıdık. Kayserili olduğunu öğrenmemle kanım daha da ısındı. Zaten biz de Kırşehirliyiz, aramızda yöre, gelenek farkı olmaması çok önemli biliyor musun? Bana şey demişti, Umut Bulut diye bir futbolcu var, Trabzonspor’da oynuyor, onunla aynı ilçede birkaç gün arayla doğmuşlar. Yeşilhisar’dı sanırım, evet, Umut sonra ailesiyle bebekken Ankara’ya taşınmış. Umut’un kuzenleriyle arkadaşmış Hüseyin. Bu arada ismi Hüseyin’di.’
Ezgi uzun uzun anlatırken, konuşmasının sonlarına doğru iki kere esnediğimi fark edince, onu dinlerken uyukladığımı fark ederek ‘sen gece uyumadın değil mi’ dedi. Haksız sayılmazdı. Gözüme bir gram uyku girmemişti. Filtreli kahvelerimizin yanında küçük parça çikolataları da yedikten sonra, saatine bakıp ‘ya kusura bakmazsan, benim gitmem lazım, bir arkadaşın doğumgünü var bugün de, onun için hazırlık yapacağız’ dediği an, yutkundum. ‘… ama gerçekten güzel bir gün geçirdim sayende, teşekkür ediyorum sana’ diyordu üstelik. İkinci kez yutkunmam sesliydi. ‘Sen de eve git dinlen istersen, hem yine görüşürüz kursta’ diyerek de noktayı koymuştu.
Kursun beşinci haftasıydı. Yine mesaj gelmiş, kurs yine akşam beşe alınmıştı. Sorun değildi, hem uykumu almış bir halde, Ezgi’yi görecektim. Saat beşe üç kalaya kadar otobüs durağının karşısında yarım saat onu bekledim. İki tane otobüs geçmişti ama o ikisinden de inenler arasında değildi. Kursa gideyim bari belki oraya gelmiştir, belli mi olur diyerek sınıfa kadar gitmiştim ama sınıfta da yoktu. En ön sıradaydım ve arkamda oturan kart bir kadın dersi dinlerken, bir yandan da kâğıt mendiline sümkürüp duruyordu. Aynı hareketi Ezgi yapsa, sümkürdüğü mendili alır, eve götürür kurutur, hatıra diye saklayabilirdim ama arkamda oturan kadından tiksiniyordum. Zaman geçmek bilmiyordu. Ders veren adam ara verince, kantinin bahçe kısmında oturup, aldığım paket sigaradan bir dal çıkarıp yaktım. Çay almamıştım. Hem çay zaten bir buçuk liraydı, pahalıydı benim için. Beş bardak çayla yarım kilo iyi bir Rize çayı alınabiliyordu. Mesaj çekmek istedim ama sesini duymak istiyordum. ‘Alo deyişine hayran, can sana kurban’ demeyi çok istiyordum ama diyememiştim.
‘Alo, Ezgi, gelmedin bugün, merak ettim de.’
‘Ya, evet, gelemedim, misafirlerimiz geldi de memleketten, gelmek istiyordum ama maalesef, ayıp olur dedim onlara.’
‘İyi misin Ezgi?’
‘Evet, çok iyiyim, teşekkür ederim. Sen de iyisin değil mi?’
‘İyiyim, iyiyim. Merak ettim işte, bir sorayım dedim.’
‘Sağ olasın. Şimdi müsait değilim pek sonra konuşalım olur mu?’
‘Olur, tabi, rahatsız olma Ezgi.’
‘İyi akşamlar.’
‘İyi akşamlar, kendine iyi bak, görüşürüz inşallah… ‘
‘…’
‘Ezgi… Ezgi orada mısın? Ezgi Allah benim cezamı versin ki, ben sana âşık oldum Ezgi!’
Ezgi telefonu kapatmış, kül tablasına bıraktığım sigara çoktan küle dönüşmüştü. Blok derse girmekten vazgeçip, başıma beremi takıp, kurs binasından dışarı çıkıp yürümeye başladığımda, tarifsiz acılar hissediyordum.
Altıncı hafta olduğunda, bu sefer bir saate yakın otobüs durağında bekledim. Sınıfa gittim. Gelmemişti. Derse girmedim.
Yedinci hafta olmuştu. Bu sefer otobüs durağında beklemeden, yine ertelenmiş kurs saatiyle saat beşte sınıfta oldum. Yoktu, gelmemişti. Artık ben de kursa devam etmek istemiyordum. O akşam eski günlerdeki gibi yapmıştım. Bir kızla konuşmadan önce şehrin en ücra köşesine gidiyor, oradan telefon açıyordum. Eylem’e onu ilk sevdiğimi, tren rayları üzerinde söylemiştim. ‘Eylem, ben...’, ‘Evet, sen?’, ‘Eylem, ben seni seviyorum.’ Eylem çok güzel bir kız olmamasına rağmen, benimleyken, beraber dolaşırken bana mutlu olmamı hissettiriyordu. İşin ilginç yanı o da Ezgi gibi Endüstri Mühendisiydi.
İnsanların pek uğramadığı, ormanlık bir yere gelmiştim. Akşam karanlığı iyice şehre çökmüştü. Kahvaltı yapmama rağmen karnım şişti. Soda alıp, bankın üzerine oturup, telefon rehberinde Ezgi yazan yere kadar yavaşça geldiğim de, çoktan araya basmıştım.
‘Alo, Ezgi, nasılsın?’
‘A, sen misin? Ya çok üzgünüm gerçekten, hiç görüşemedik. Bu ara okulda dersler de yoğun, kafam içi dolu. Sınav kâğıtlarını da bize okutuyorlar. Yoruluyorum biraz.’
‘İyisin değil mi?’
‘İyiyim, iyiyim ama yoruluyorum işte. Sen de iyisin değil mi?’
‘Sayılır. Kursa gelmedin iki haftadır, bıraktın mı yoksa?’
‘Ya dedim ya, kusura bakma, sana haber etmem gerekiyordu, biliyorum, bıraktım ben, haftasonu en azından dinleneyim diyorum. Fransızca bana göre değilmiş anladım. Sen devam ediyor musun?’
‘Ben mi?’
‘Beni görmediğine göre orada, gidiyorsun demek ki! İyi bari, bir şeyler öğrenirsin belki.’
‘Yok, ben de bıraktım.’
‘A, niye ki?’
‘Sen gelseydin devam ederdim.’
Uzun bir sessizlik çökmek üzereydi. Zaten hattımda dakika da pek yoktu. Böyle susup, dakikaları öldürmek istemiyordum.
‘Ezgi?’
‘Efendim, seni dinliyorum.’
‘Ben, Ezgi, ben …’
‘…’
‘Seni ilk gördüğüm an çok beğendim, yani şaşırdım şimdi, telefonda da güç oluyor ama ben seni seviyorum Ezgi.’
O an ilk hızı olmayan bir cisimdim sadece. X eşittir ivme çarpı zamanın karesiydi. Yavaşlayan bir ivmeye sahip kütlemle beraber, zaman da yoktu benim için. Herhangi bir yol olduğunu kimse söyleyemezdi. Durmuyordum ya da ilerlemiyordum.
‘Sana Hüseyin’i anlatmıştım değil mi?’ Zorla, boğazımda düğümlenen oksijeni bükerek ‘evet’ diyebildim. ‘Hüseyin yurtdışında misyon koruma görevine gitmişti. Biz onunla ayrılmadık. Nişanlıyım ben onunla. Yine de duyguların için teşekkür ederim, güzel duygular besliyorsun benim için ama benim bir sevgilim, nişanlım var. Üzülmeni istemiyorum. İnşallah sen de, o temiz kalbine layık birini bulursun. Gerçekten, bunu bütün kalbimle istiyorum.’
‘…’
‘Alo, orada mısın? Alo?’
‘…’
‘Alo? Yoksun sanırım ya da konuşmuyorsun. Dediğim gibi, üzülmeni istemiyorum. Sana hayatta mutluluklar diliyorum iyi kalpli arkadaş.’
Lotte’nin genç Werther’e söylediği gibi ‘biraz sakin ol, sahip olduğun bu ruhla, bu bilgiyle, bu yetenekle ne büyük mutluluklar yaşayabilirsin, bunları bir düşün’ diyordu Ezgi. Onun o bal rengi gözleri, tatlı yüzü, yumuşacık gözüken saçları, incecik beli, hepsi artık hayaldi. Onunla mutlu olmayı düşlemiyordum, hayır, bu küstahça olurdu. Mutluluğun önünde duran bulanık, imgesel düşler; hepsi birer aldatmacaydı ve gerçekten de mutsuzluğun da bir tercih olabileceğini düşünüyordum. Evet, mutsuzluk tercih olabilir çünkü hayatta ne kadar çok keyif alıyorsan, bir o kadar da keder yükleniyordu kaderine. Doğa bunu yadsımıyordu, hayvanlar saygı duyuyordu kaderlerine, insanlar; pek çok mutsuz insan vardı. Yemek bulamayan, sakat, savaşta tüm ailesini, akrabalarını kaybetmiş insanlar vardı.
Tanrı’nın eli değildi. Şeytanın parmağı vardı bu yaşadıklarım içerisinde. İşsiz güçsüz, sokakları arşınlarken, kırgın hayatın tam ortasında, duvarlarda yazan en içten yazıları okuyordum karanlıkta yürürken. ‘Gerçi biz de dört köşeydik, efkârdan.’
Aile çay bahçesinin önünden geçerken İbrahim Sadri’nin sesini duyar gibi olunca duraksadım. ‘Ben sevdanın oturduğu sokakta oturuyorum’ diyordu.
Hayali bile vurmuyordu sevdanın pencereme. Annem yattığım odaya en eski perdeleri asmış, karanlık daha bir yoğun oluyordu her gece. Işığını da yakmıyordum odanın. Duvardaki resmin yakışıklı bir yanı vardı, sahi umutlanıyordu insan yine de.
YORUMLAR
Bomba! Kucağımda, yüreğimi kaplayan sonsuz hüznün bıraktığı, pimi çekilmiş, patlamak üzere bir bomba vardı. Bu his, baştan sona kaynaştığım, adeta aynı alaşımın bir öğesi gibi vücut bulduğum, dönüştüğüm kahramanın muhtemeldir ki bende yarattığı duyguları duymuş olabileceği hissinin heyecanıydı.
Okuduğum öykülerinin arasında hem edebi hem duygusal anlamda en iyisiydi, bence. Sıradan tasvirlerle felsefi olanları o kadar güzel harmanlamışsın ki; bu bir okurun dikkatini hep canlı tutan bir anlatım silahına dönüşmüş kaleminde.
İlmek ilmek ördüğün kelimelerde hayat bulan cümlelerin o kadar hakiki, o kadar samimi olmuş ki; en dikkati dağınık okuru bile tek bir heceyi kaçırmaması için kırbaçlıyor.
Uzun cümlelerde aktarılan duygular o kadar başarılı olmuş ki; “hikayede uzun cümle olmaz” mottosunu dillendiren çok bilmiş yazarları utandıracak, “ne *ok yedik” dedirtecek cinsten.
Ta baştan beri “Tanrı’nın eli”yle kurduğun analoji hikayeyi sırtlarken aslında kendini de kurtulması zor bir tuzağın içine doğru çekiyor gibiydin. En azından ben, Ezgi’nin mavi gözlü poliste karar kıldığını öğrendiğimde “Aha” dedim, “Tuzağa girdi. `Tanrı’nın eli’ni` ne yapacak bakalım?”
Finaldeki “Tanrı’nın eli değildi. Şeytanın parmağı vardı bu yaşadıklarım içerisinde.” Cümlesini görünce “Şeytan’ın parmağı değil, senin parmağın. Ama illa da Şeytan diyorsan, o Şeytan sensin” dedim.
Kalemine sağlık, bravo!
Sağlıcakla kal,
HakkınSesi
Yıllardır bu defterde olmama rağmen çok geç keşfettiğim HakkınSesi'nin okuduğum yazıları içinde bana kalırsa en doğrusu, en güzeli, en gerçekçisi. Belki yazıda geçen şehirlerin üçünde de yaşamış olmam buna sebep, hepsini çok iyi bilmem... Ya da anlatılan olayların bana çok yakın terimler içermesi ya da bahsi geçen yazarlara olan sempatim. Gibi gibi birçok sebep. Ama en önemlisi hikayenin ana kahramanı o kadar güzel aktarmış ki hislerini, kendini hiç saklamaya gerek duymadan, ister istemez okuyucu kendisiyle inanılmaz özdeşleştiriyor bu kahramanla. Onu anlıyorsun, ona acıyorsun zaman zaman, ona içten bir sevgi de duyuyorsun. Çünkü öyle insan ve öyle hazırlıksız yakalanmış ki...
Yazıdaki ayrıntılar tavan yapmış. Şu içinden geçirdiği cümleler(yazının başlarındaydı galiba) ve Ezgi'nin karşısında o yeni yetme bir çocuk gibi heyecanlanıp dilinin sürçmesi ve söylediği kelimeler... Yani hepsi o kadar ayrıntılı, o kadar gerçekçi ki. Okurken hem hayran kaldım, hem gülümsedim, hem de çok şaşırdım. Bu insan işsiz değil, sadece yaptığı işten para kazanmıyor demek geldi içimden. Yani bunları kitap haline getirsin, yazsın, satsın. Cidden sanki profesyonel bir yazar kitabını bizlere lütfen sunmuş da, bizlere hoşluk olsun diye yorum yapmamıza da izin vermiş gibi. Hayır, kesinlikle abartmıyorum. Bir karesinde bile sıkılmadım, bir karesinde bile, "bunu da yazmasaymış, olurmuş" demedim.
Söyleyecek öyle çok şey birikti ki içimde, hani uzatıp sıkmak da istemiyorum. Ama teşekkürler ya yazdığınız için. Umarım bu işiniz haline gelir:)
Ve baştaki olay... Sen mutluysan mutlu herkes, yani bu "uçağa bindiğinde eğer bir sakatlık olursa oksijen maskesini çocuğuna değil önce kendine tak" uyarısı gibi. Ya da ne bileyim suyun döngüsü gibi. Yağmur yağar, yoğunlaşır, tekrar göğe çıkar ve yine yağar. Bitmez bu. Biz gülelim ki, evren de bize gülsün değil mi...
Theremin sesi ile tanıştığıma memnunum :)
Tebrikler ve teşekkürler kocaman.
HakkınSesi
yazının bazı yerlerinde bariz hatalar ve eksik yerler var. böyle haliyle bile güzel geliyorsa, sebebi bence o sanat filmi cinsinden realist takılması. manzara güzel gelebilir elbette ama manzara işte, geçiyorsun, hep o manzara önünde olmayacak.
bu arada üç şehir deyince, yazıda üç şehir mi geçiyordu diye düşündüm. ezgi hanımda geçiyordu, doğru ya :)
theremin derken, emin orada diyormuşum gibi hissediyorum arada :) ama güzel gerçekten.
küsss
bugün arkadaşla yürürken yaşadığım bir olay üzerine, arkadaşın sözlerinden nihayet üzerimdeki bu karamsar havanın dağıldığını anladım. insan bi zaman sonra özüne dönüyo çok şükür:)
bu arada bu yazınızda da diğer yazılarınızda da yazım hatası ve hatta kelime hatası oldukça fazla. onun dışında eksikleri elbette siz bilirsiniz:)
is there emin? ohh noooooo:((((
:)
HakkınSesi
https://www.youtube.com/watch?v=mmsx4oPy8nA
küsss
https://www.youtube.com/watch?v=iRYvuS9OxdA
bu daha iyi, çok daha.
HakkınSesi
neyse bakalım, güzel uykular olsun..
HakkınSesi
teşekkürler.
uzak
bir arkadaş hikayesi.
bu bahsedeceğim arkadaş da öykünün ana kahramanı gibi. bazı şeyleden çok tiksinip daha ilk senenin başında okulu bırakmaya karar veriyor. 3 sene sonra kaydını sildirmek için tekrar okula uğradığında biriyle konuşuyor:
"ya alttan 2 dersim kaldı onu vermeye uğraşıyorum ben de.senin kaç ders kaldı?"
"36"
"36 mı?"
tabi bu arkadaşın bu üstün zekasıyla:) işsiz kalmak gibi bir durumu yok, zaten herşeyi hesaba katarak karar veriyor. boş gezdiği dönemlerden birinde bir ingilizce kursuna kaydını yaptırıyor. daha ilk ders şaşkınlığını gizleyemiyor, önceden de bir ingilizce geçmişi var, orta dereceden başlıyor zaten kursa da. gelen öğretmen ingilizceyi karadeniz şivesiyle konuşuyor, hadi o sorun değil diyelim anlatım da kötü. hemen itirazını bildiriyor tabi yönetime. başka öğretmen gönderiyolar. onun da iki kelimede bir uzatarak "also" deyişine uyuz oluyor. have u (also) ever been (also) in london? gibi. 2 hafta kadar sonra ders arasında karadeniz şiveli ingilizcecinin bundan sonra yeni açılacak almanca bölümünde öğretmenlik yapacağını duyuyor. adamın "ne var almancada ben bu kitaptan öğrenip öğrenip anlatacam, birlikte öğrencez işte" dediğini duyuyor. sınıfa gidip tahtaya bir resim çiziyo bizim bu bir arkadaş: öğretmen karşısında parmak kaldıran paralar.
çok uzatmayalım. biraz geçmişe dönelim. daha bu ben değil bir arkadaşın aşk hikayesi var.
okulun ilk aylarında ona da tanrının eli değil ama tanrının gözleri bir ingilizce dersinde dokunuyor. ilk görüş meselesi var ya onun canlı şahitlerindendir bu arkadaş. ilerde yazarım bunları, şimdi kısa geçiyorum. günler geçiyo ve muhabbet ilerliyor. sabah kantinde başlıyolar konuşmaya, laf lafı açıyor.
"ya derse girelim artık"
derse gidiyolar öğle olmuş, millet yemeğe gidiyor.
derken bir gün yine kantinde konuşurlarken adamın biri geliyo yanlarına. tanrının gözleri sevinçle boynuna sarılıyo adamın. arkadaşa dönüyor ve tanıştırayım deyip ismini söylüyor, nişanlım diye de ekliyor.
not: mekansız'a da kız beğendiremiyoruz, benim Aysel'i de beğenmemişti.
HakkınSesi
ikinci hadise öykünün özeti gibi. acıklı mı? yok, böyle bir sürü insan var.
ayrıca mekansız aysel ezgi derken isim bırakmayacak :)))
HakkınSesi
grafspee
sonuç present day.
+is today a present?
-no, not for your kind?
HakkınSesi
ya da aragorn'un dediği gibi "Öyle işler vardır ki sonu karanlık bile olsa, bu işlere başlamak yapmayı reddetmekten daha iyidir."
ok gibi, fırlayın.
grafspee
insan bazen öyle bir boşluğa düşüyor ki
her şiiri bize yazılır zannediyoruz.
şu girişteki okulu bırakma kısmında yükselişin verdiği mutsuz tavrı özetlediğin kısmı. herkese tavır alırcasına terk etmeyi ama onun bile farklılık yaratmadığı kısmı Alt metinlerden daha çok sevdim.
sonra şu erkeğe toplumun yüklediği misyonu düşmeni ve ailenin buna tepki kısmını baz alarak
erkeğin asli görevinin para kazanmak olduğunu içimize işleyenlere karşı tavrı da sevdim.
ama Ezgiyi sevmedim belki böyle birşey yaşadığıma ama bilemiyorum sonuçta karakteri sevmeme hakkım var.
ilk önce hoşuma gitmişti nezaketi ve tavırlarıyla ama şu sınav notu alma işi ilk yarayı açtı bilmiyorum niye takıldığımı bir ara bunu düşünücem.
ardından şu su sıçratma kısmında içten gelmedi niyeyse.
ve tabi pizzacıdan sonra götürülen mekan düşündümde olayı genelde askere giden gençlerin aldatılması gibi geldi.
minik heyecanlar hepsi iki tarafada yazık
( erkeklere) biri cepte uzakta her vakit bir sese hasret. diğeri henüz aşık olmuş oda kadının her sesine hasret.
bide şu polisle tanışma kısmı.
tanıdığım polislerin çoğu asla bunu yapmaz hiçbiri yapmaz.
gerçekten psikolojik olarak çoğu sakatlaşıyor
ki Türkiye'de siyasi görüşe tavra dayıya göre torpillin en çok döndüğü yerlerden biri emniyet.
neyse bunada şükür diyelim ve geçmeden
https://www.youtube.com/watch?v=eAUCUbsFtm0
HakkınSesi
ezgi'nin kendini güvene alması, içgüdüsel olarak aşkı düşünmesi değil, aslında kendi çocuğunu Hüseyin'de hayal etmesi. kadın/erkek yan yana geldiğinde, öyle bir şey ki bilinçli olarak değil ama ikisi de birbirlerini süzüp, beyinlerindeki kodlarda ileride çocukları olursa, nasıl olur diye hayal ederler. ikisinin de elinde olmadan, kodunda olan bir ayrıntı bu.
girişteki ruh hali gerçek bir şey, insan başarısız oldu mu arkadaşları bile bakmaz yüzüne. yani illa ki maddi değil, manevi çöküntülerde bile... iyi biliyorsun. neyse.
aslında hüzünlü başlıyor, hüzünlü bitiyor işte. içimiz dışımız hicaz
iyimiş bu arada , önceden radyoda duymuştum. denk getirmen ne güzel
https://www.youtube.com/watch?v=YxtO_AIi-nw
Tsukuyomi
bazen vizontelede türkü sahnesi gibi oluyor hayat.
bir türlü tutmuyor ayarı neyse.
bu arada Ezgiyi hala sevmiyorum :D sevmek mi sevilmek mi olayını bi ara tekrar gözden geçirmeli
HakkınSesi
yaralı parmağa altın suyu dökmek gibi değil mi biraz da
Tsukuyomi
HakkınSesi
https://www.youtube.com/watch?v=5TU1liWk9T0