Mehdi (Öykü) 1
Bu mevsimde soğuk olan gerçekten hava mıydı yoksa Ankara’nın kendisi mi bilinmez. Aralık ayı, kış soğuklarının uykularından irkilerek ve birden bire uyandığı aydır Ankara’da. Şu malum kuru, gri, dereceleri sıfıra yaklaştırsa da kar yağışı getirmeyen kısır hava… Hoş, yağdığı zaman da kar gibi yağmaz ya kar… Garip bir de görüntü oluşturur bu durum, yağmakla yağmamak arasında kalmış, belli belirsiz; toprağa, ağaçlara, evlerin çatılarına düşmüş, san ki sürgüne yollanmış da bir şekilde geri döndüğünde yıkılmış evinin olmayan yolunu bulmaya çalışan meczup kar tanelerinin çelimsiz bedenlerinin çizdiği, sürrealist bir ressamın tamamlanmamış eserini andıran nâkıs bir tablo gibi… Öyle bir his uyandırırdı ki bu manzara insanda (ya da öyle bir hissizlik uyandırırdı ki) ona bakanların hayallerini bile bin yerinden bin parçaya bölüverirdi. Kim bilir, belki de hangi sosyal tabakadan olursa olsun Ankaralıların biraz mesafeli insanlar olarak tanınmalarının nedenlerinden biri de budur.
Yine böyle ruhu bedenine küsmüş bir kış gününde; elinde neredeyse akranı sayılabilecek kadar eski, kopmuş saplarından birisi -bir zamanlar şeffaf olan rengi siyaha çalalı çok olmuş- koli bandıyla deli bağlar misali gelişigüzel yapıştırılmış bir çay askısı olan bir çocuk yürüyordu Roma Hamamı’yla Rüzgârlı Caddesi’nin arasındaki sokaklarda. On on bir yaşlarında, vücuduna bakıldığında yedi sekiz gösteren ama bakışlarındaki ifadeler yirmiden az olmayan... Hava öylesine soğuktu ki hissizleşen ellerinin ucunda tuttuğu nesnenin çay askısının halkası mı yoksa parmakları mı olduğunu karıştırmamak için birkaç dakikalık aralıklarla askıyı tutan elini diğeriyle değiştiriyor, buhar çıkarmaktan bile aciz olan zayıf nefesiyle de ısıtmaya çalışıyordu onları. Ayaklarında kendisine kaç numara büyük olduğu kestirilemeyen eski bir asker postalına benzer bir botla attığı her adımda yerle dövüşürcesine yürürken, çalıştığı dükkânın önüne gelince durdu. Kafasını kaldırıp üzerindeki buğudan içerisi görünmeyen camdaki yazıları hecelemeye başladı Mehdi:
“Ça, ça, çay, çaycı, Hi, Hii, Hik, met, Hikmet, Çaycı Hikmet!” Doğru okumuş olmanın yüzüne yansıttığı memnuniyetle tam alttaki satıra geçecek oldu ki…
İçerden “lan oğlum gir içeri, bu havada ne okuyup duruyon. Zamanı gelince zaten öğrenecen.” diye bağırdı Çaycı Hikmet.
Mehdi hiçbir şey demeden başını öne eğip hızlı adımlarla kapıya yöneldi, buza kesmiş kolundan tutarak açtığı kapıdan içeri girdi. Çay kazanından çıkan buharla Hikmet’in içtiği Çelikhan tütünün dumanının oluşturduğu tarifsiz koku, zayıf bedenin üzerinde sahibi hiç gelmeyecek bir emanet gibi duran başını döndürmeye yetmişti.
“Tamam Abi.” diyebildi yalnızca.
“Gara guzum, Ankara’nın soğuğu sizin oralarınkine benzemez. Vallaha felç eder adamı, illa bir şeyler okuyacaksan aha şurda çuvalla gaste var onları oku” dedi Hikmet ve Mehdi’nin başına, vurmanın kızmaktan çok sevmeye yakın olan anlamıyla indirdi bir tane.
Yarı sevgi yarı kızgınlık içeren bir tokat darbesiyle de olsa Çaycı Hikmet’in başına vurması mutlu ediyordu Mehdi’yi. Çünkü babası, memleketlerinde hâlâ devam eden, taraflarına sürekli yeni birilerinin eklendiği ve asıl sahipleri belli olmayan bir savaşta göçüp gitmişti bu dünyadan. Hem de Mehdi için zamanı, hayallerini ve sevgiye dair düşüncelerini öldüğü o ana hapsederek. Her ne kadar babasının yerine koymasa da Hikmet’i, annesinden ve üç kız kardeşinden başka birinin onun varlığına ilgi göstermesi kendini iyi hissettiriyordu Mehdi’ye. Ve bu sahnenin yinelenmesi için de hiç yapmayacağı şeyleri yapıp dikkatini çekiyordu zaman zaman Hikmet’in. Ama bu seferki onlardan değildi. Gerçekten de Latin alfabesini öğrenmek istiyordu bir an önce.
“tamam abi.” dedi yine ve ekledi“ abi ben Türkçeyi zaten biliyorum da bu sizin yazıyı bellemeye çalışıyom. Bizim orada hiç böyle yazı yoktu ki, ama evde anam, babam bacılarım hep Türkçe konuşurduk…”
“Öyle ya, yüz yıl öncesine kadar oralar da Osmanlı toprağı değil miydi?” diye sözde bir soru cümlesi kurdu Hikmet. Sonra derin bir nefes çekti sarma sigarasından ve ağzından dumanla birlikte şu cümle çıktı “Aynı memleketin çocuklarıydık…”
Mehdi Hikmet’in kurduğu cümleyi pek de anlayabilmiş değildi ama yine de anlıyormuş gibi yaptı. Zira Osmanlı onun için o doğmadan önce ölmüş, anne ve babasının anlattıklarından yola çıkarak canlandırmaya çalıştığı hayali bir karakter olan dedesinden çok da farklı değildi.
Tam o sırada kapının hemen yanındaki duvarda asılı olan diafon ötmeye başladı. Gözü parlayan Mehdi:
“Abi ben bakayım mı” dedi.
Mehdi, birkaç aydır çalıştığı çay ocağında -daha doğrusu Hikmet onu Yıba Çarşısı’nın önünde dilenirken görmüş, yılların İsmet Paşa’lısı olarak biraz sohbet ettikten sonra ikinci mesleği sayılan insan sarraflığını devreye sokup Mehdi’nin dilenci olmadığına, olamayacağına hükmetmişti. Hem muhtaç olana yardım etmeyi ibadet sayması, hem de gerçekten bir çırağa ihtiyaç duyması Mehdi’ye el uzatmaya itmişti onu. Bir daha dilencilik yapmayacağına dair söz verdirdikten sonra çay ocağında çırak olarak yanına almasının üzerinden de üç ay kadar geçmişti¬- diafon ne zaman çalsa, ne zaman onunla konuşulmaya başlansa anlamsız bir tebessümle baş başa buluyordu kendini. Ve her seferinde de kavruk yüzünde emanet gibi duran ham gülümsemeyi Hikmet’e bulaştırıyordu. Hikmet gülümseyerek “bak bakalım” dedi.
Oturduğu yerden hızla kalkan Mehdi, kendince bir oyun olduğunu düşündüğü bu iletişim sisteminin asli unsuru olan diafonun kırmızı düğmesine bastı. Şaşkınlık ve içinden bir yerlerden ama tam olarak nereden geldiğini bilmediği gülme hissiyle birlikte:
“Buyrun” dedi.
“Tekin Erkek Kuaförüne üç çay” dedi karşıdaki pişkin ses ve ekledi “biri açık olsun, acil tarafından…”
Bu pişkin ve buram buram Altındağ kokan ses, berberin on altı on yedi yaşlarındaki çırağı Fırat’a aitti. Fırat dokuzuncu sınıftan terk, ama eğitim seviyesi beşinci sınıf öğrencisinden biraz fazla olan bir yeni yetmeydi. Ama söz konusu fırlamalık olduğunda ona fırlamanın bayrak tutanı demek hiç de yanlış sayılmazdı. Bir de yalnızca iyi olmayan ruhların birbirine bulaştırabildiği, ondaki belirtisinin zayıf olanı ezme şeklinde kendini gösterdiği bir hastalığın da virüsünü taşıyordu içinde.
Mehdi, Fırat’ın sesini duyduktan sonra eski çağ heykelleri kadar ifadesiz bir hal alan dudaklarıyla kekeleyerek “tamam” diyebildi.
Eğer Allah insan sesine bir renk verseydi, Fırat’ın sesinin siyahın koyu tonlarında olma ihtimali epeyce yüksekti Mehdi’ye göre.
Mehdi, Tekin Erkek Kuaförü’nden ne zaman çay istense, o sokağın girişini kalın ve yüksek bir duvarla kapatır, giriş ve çıkışlar tutardı kafasının içinde…
Fırat “Hikmet abiye de söyle çayları bıraktıktan sonra Hacı Bayram’a gidelim seninle. Dükkâna bir şeyler alacam, hem cumayı da bugün orada kılarız, hiç görmediğin kadar çok güvercin var orada Mehdi” dedi.
Mehdi’nin güvercinleri çok sevdiğini biliyordu Fırat. Berbere daha önceki çay getirişlerinde gözü güvercinlere takılan Mehdi’yi izlemiş, “hayırdır! Sen de mi guşçusun yoksa” diye sorduğunda da “he abi, memlekette benim de vardı” yanıtını almıştı. Türkiye’ye gelmeden önce Suriye-Bayırbucak’taki evlerinin bahçesinde bıraktığı güvercinleri aklına geldiğinde hâlâ sızlardı içi... Ama ona hep küçümseyen gözlerle bakan, onu çay götürüp getirmeye programlanmış bir makine gibi gören Fırat’ın böyle bir teklifte bulunmasına epeyce şaşırmıştı doğrusu. Fırat ki, karşılaştıklarında onun selamını dahi almaz, onu adam yerine koymazdı.
Mehdi bir karşılık veremedi onun teklifine, sadece Hikmet’e dönüp “abi…” diyebildi.
Fırat’ı çok iyi tanımasa da ustası Tekin yıllardır arkadaşıydı ve hoşuna bile gitmişti Mehdi için düşünülen bu küçük değişiklik. Üstüne üstlük bir de “Hacı Bayram” adı geçince memnun olmuştu. “Git tabii git, bu cumayı da Hacı Bayram Velî Hazretlerinin huzurunda kıl” dedi Hikmet.
Ama nereden bilecekti ki, Mehdi’yi işe aldıktan birkaç gün önce çay ocağında çalışmak için ona gelip iş isteyen Faruk’un Fırat’ın arkadaşı olduğunu. Sırf gözü tutmadığı için “çırağa ihtiyacım yok” diyerek Faruk’u işe almadığını çoktan unutmuştu Hikmet.
Önceki akşam mahallede karşılaşmışlardı Fırat’la Faruk. Çok sık görüşmeseler de aynı sokağın çocuklarıydı bu iki ergen ve aralarında bir hukukun olması için de yeterliydi bu. -Berber çıraklarına çalıştığı dükkândan yevmiye verilmez, müşterilerin verdiği bahşiş karşılığında çalışırlardı- Berberliği yeni yeni öğrenen Fırat da, hem eli iyice alışsın hem de biraz para kazanmak için evlerinin arkasındaki boşlukta ayda bir tıraş ederdi, Faruk’u ve akranı olan birçok kişiyi normal fiyatın dörtte birine.
“Vay gardaşım nasılsın, ne var ne yok görüşmeyeli” dedi Fırat. “çok şükür gardaş uğraşıyoz işte, ne olsun.” Diye karşılık verdi Faruk. Epeyce konuştular ayaküstü. Faruk bir türlü dikiş tutturamadığından, hangi işe girdiyse bir aydan fazla çalışamadığından, her yerde ve çok daha düşük ücretlerle çalışan Suriyelilerden bahsetti.
“Haklısın gardaş, bizim orda bile her tarafı işgal ettiler. Adamlar garın tokluğuna çalışıyor valla. Sırf bizim dükkânın arkasındaki sokakta üç yerde var bunlardan; Lastikçi İsmail, Elektrikçi Muhsin Abi, bir de şu çaycı Hikmet…
“Çaycı Hikmet mi, yapma gardaş la! Hani bu Hikmet’e çırak lazım değildi, bizi almadıydı ya zamanında yanına” dedi Faruk.
Fırat: “Seni almadı mıydı, sen ona gittin miydi ki iş için gardaş. Benim niye haberim yok oğlum, Tekin abiye söylerdik…” diyerek, “ben hallederdim gibilerinden” caka satıverdi ayaküstü.
-Eğer Fırat aracı olsaydı, olacağı varsa da olmazdı ya…- Lafın sonu bir türlü gelmiyordu. Fırat olayı bütün ayrıntılarıyla öğrenmişti Faruk’tan ve onun işe alınmayışını kendi meselesi yapmıştı. Bütün gece kafasında bir takım planlar kurmuştu. Hikmet’e doğrudan bir şey yapamayacağını bildiği için Mehdi üzerinden, dolaylı olarak Faruk’un öcünü alacaktı. Hem de Mehdi’ye haddini bildirecekti bir güzel.
Hikmet’in Mehdi’yi dilenirken gördüğünü, bir daha dilenmemek koşuluyla işe aldığını ve hoşuna gitmeyecek bir hareketini gördüğü anda, gözünün yaşına bakmayacağını bilen Fırat planını da ona göre kurguluyordu.
Aklından geçen; Mehdi’yi cuma namazı bahanesiyle Hacı Bayram’a götürüp, orada ona Hikmet’in istemediği ama Mehdi’nin de yapmakta bir sakınca görmediği bir şey yaptırmaktı zavallı çocuğa.
Ve bunun için de neyi kullanacağını çoktan bulmuştu bile: Güvercinler…
Diafonun tuşuna basıp “tamam abi geliyorum, Hikmet abi izin verdi” dedi Mehdi.
Gitmeyi isteyip istemediğinin çok da farkında değildi, gitmese de olurdu aslında ama en azından Hikmet’in bilgisi dâhilinde gideceği için rahattı içi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.