- 1119 Okunma
- 6 Yorum
- 1 Beğeni
Kafiyesiz ve Mutlu
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Eninde sonunda her şeyden bir gün muhakkak tiksineceğimi bilmek, midemi bulandırıyor!
Kalbimle derim arasına sıkışan şeyler var, yaşamak denilen masalın, ansızın çıkan kâbusları gibi geçiyor zaman. Alışamadığım bir sürü şey oluyor ve alışamayacağım. Alışmak belki de en başta kendi kalbine ihanet, herkes seviyor alışmayı, haksız yere düşmelerim, düşüncelerimi artırdı, birkaç yılla kıyasladığımda solladığımı düşünüyorum konuşmadan seslenmeyi. Neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyor bazı cümleler, alıcısı da, anlayıcısı da çıkmıyor. Eski zamanlarda posta trenlerinde hikâye satanlar bile daha çok anlaşılıyordu eminim. Masalımı öyle eski ve öyle değerli zannediyorum, her eski antika değeri kazanmıyor, her etki de herkesi etkilemiyor. Hayatımı tam orta yerinde durdurup, kocaman, büyük harflerle “SON” yazmak istiyorum, kalemim yeteneksiz o son cümleyi yazamıyor, belki ben yok olduğumda aklı başına gelecek kalemimin de… Uyurken birdenbire uyanmalarım, korkularım da kalbimi durdurmuyor, hep daha fazla atıyor, koşan ve heyecanlı bir at gibi, ne zaman nerede duracak kalbim. Kenarına sıkışan şeyler var, hayatla zorum var, biliyorum, kolay gelmedim çünkü bu hayata, kolay sevmedim, gelişim zorlu olduğu için belki de gidemiyorum hâlâ. Ya kalbim duracak yerinde ya da ben. Seçme hakkı bana tanınsaydı, bu kadar ileri gidemezdim, boğazıma takılan şeylerin erimesini bekliyorum saçma bir şekilde. Herkesi affetsem de gitmek isteyeceğimi biliyorum.
Kaç yanlış daha olması gerekiyor, gidebilmem için, içimdeki doğru bildiğim şeylerin bitmesi için? Kaç yıl daha susmam gerekiyor, Allah iyi insanları yanına erken alırmış, daha ne kadar iyi olmam gerekiyor?
Kalbimin bana ait olduğunu anlamam için, kırılması gerekiyormuş, tıpkı başka şeyler gibi, insan kaybedince, yitirince ya da deformasyon geçirince anlıyor bir şeylerin kıymetini. Kalbimde de öyle oldu, oysa hiç düşünmeden vermiştim başkalarına, paylaşmayı seviyordum ama onlar kendilerine sunulan şeyin kıymetini bilmeyip, bozmayı, harcamayı seviyorlardı ya da gerçekten bir şeye tam anlamıyla sahip olamamışlardı. Yitirilmişlik, eziklik ve sonsuz boşluk geriye kalan.
Kırmızı ayakkabının içine, pembe çorap giyecek kadar hasta ruhlu biriyim ben. Uydurma gibi takıntılarım yok, aksine uyduramama gibi takıntılarım var benim. Buradayım, hastalığımı ve sağlıklı alanlarımı olduğu gibi kabulleniyorum, tabi en çok da insanları. Yoksa hâlâ içinizde ruh gibi dolaşıyor olamazdım. Keşke her gün yaşamasam diyorum, her sabah uyandığımda, ilk önce kendimi kontrol ediyorum, yaşıyor muyum diye. Yaşıyormuşum, tıp kurumuna, nüfus müdürlüğüne ve bilumum kurumlara göre. Duyguların o kayıtlarda işi yok, gereği de yok, benim ölümüm bu yüzden görünemiyor, ama hissedilebilir, en az benim kadar ölü birileri tarafından. Belki onlarla ruh komşuculuğu da yaparız. Her şey olur benden, ama mutlu biri olamaz. Mutlu biri ya bir geminin arkasından el sallarken, öylece heykelleşti veya otobüsü olmayan bir durakta öylece kalakaldı ya da bir tramvayın altında ezildi, bunlar hep bakarken oldu, beklerken oldu, severken oldu, kimsenin duymadığı bir masala inanırken oldu. Şimdi ben susuyorum, içim durmadan konuşsun. Onu dinleyecek hâlim de yok, gidiyorum. Zaten çoğu zaman aldırış etmiyorum, korku ve saygıyla başımı sallıyorum sadece, evet, öyle anlamında, belki ben de artık inanmıyorum içime, belki o da memnun değildir, benim içim olmaktan.
Daha ne kadar merhametle anacağım seni, bilmiyorum, zaman bu kadar acımasız davranmışken. Hile hurda yok anlattıklarımda, ellerim titriyor, gözlerim titriyor, görüş alanımdaki her şey sallanıyor. Ellerim hariç, onlar her şeyden hariç ya da her şeyden biraz var onlarda, birçok şeyin içinde ya da dışında. Üşüdükçe kendi ellerime sarılmalarımdan biliyorum, ellerim unutkan bundan böyle, üşüdükçe o donma hissi uyuşturuyor duyguları, ellerin unutuluyor, uzun zamandır unutuluyor. Bunu donma hissine değil de, senin hissizliğine borçluyum. Güzel ödedin bedelini merhametimin ve fedakârlıklarımın…
Önce kırıl, gözlerin dolsun, bu ağlamaklı, titrek sesinin, sinirden mi yoksa kırılmaktan mı olduğuna karar vereme, daha da bir anlamsızlaştır şu zamanı, sonra otur, ağla, hiç kimse yokmuş gibi ağla. Oturduğun yerde gözyaşlarını bırak, kalk, yüzünü sil git, aynaya bak. Sonra yine gülümse, hiçbir şey olmamış gibi yap. Hep bir şey olduğunda yaptığın gibi, alışkınsın sen zaten, kırılsan da kırılmazsın ki…
Alelade örneklerim var benim, hayatla ilgili, yaşayamamalarla ilgili. Büyüttüğüm çiçeklerin saksıya sığmadığı gibi, yüreğimde büyüttüğüm sevgi de içime sığmadı, sana da fazla geldi. Benim bünyeme yetmedi, sana da arttı.
Dokuz canlı bir canavar belki de umutlarım, ama çoğu öldü, tahminimce ortalama dört yıl içinde ölmeyi düşünüyorum, bu eski bir ezber, miras gibi bana kalan. Susmayı sevdiklerimin ardından hiç “gitme” diyemedim, daha çok beklediğimi bildikleri için, beklettiler. Yine de “nereye gidiyorsun” demek istediğim birisi olsun isterdim, şu hayatta yanımda, ona çok güzel bir cevabım olacaktı; “cehennemin dibine gidiyorsan, ben de geliyorum”. Yaşamak sonradan yakaladığım, kucağımda patlayacak, hazır bir yakartop. Onunla ne yapacağımı bilmiyorum.
İtirafıma canım yanmadan önce başlamak isterdim, hiçbir şey olmadan önce. Sırtımdan vurulmalarım, yüreğimin burulmalarını solladı, sol tarafımdı, hatırlıyorum, gün ortası, güneş tam tepedeyken, her şey büyük bir şiddetle geçsin gitsin istemiştim, akşam karanlığa karıştığı hâlde geçmemişti, ay gün gibi aydınlattığında da sokakları gitmemişti içimdeki sıkıntı. Seninle olan huzursuzluğum, hayatımdaki diğer tüm huzursuzlukları solluyordu, sen sol yanıma bir şey yapıyordun, tartamıyordum bu yükün ağırlığı ve ölçemiyordum acının şiddetini, tarif edebilseydim eminim şuan burada bunları yazmaya çalışmaz, karşına dikilmiş, kendimi ifadeye zorlardım. Tüm bunları yüzüne haykırmaya çalışıyordum, sen de muhtemelen ağzımdan çıkan o sözlere değil de, gözlerime bakıyordun…
Günahlarımdan önce, bedenimi terk etmeyi isterdim, bu bedenden çıkmayı, yapabilirsem uçabilmeyi, uçarken, biliyorum eylülden kalma yapraklar çıkar yoluma, belki birlik olup, yoluma düşerler. İçimdekiler döktüğümde, o hafifliğin ağırlığında sallanırken, dünyaya son bakış, o memnuniyetsiz yük, kelimelerin ağırlığı okunur gözlerimden. Diyebildiklerimden çok, diyemediklerim biriktikçe ruhum ağırlaşıyor, ağrı bu ağırlıktan miras bedenime. Geçmiş bir türlü temizlenmiyor gözümde, mazi kabuk bağlamayan bir yara, yaramdaki darp, yüzümdeki acı, susuzluğumdaki sonsuzluk, ömrümün tam ortasındaki üç yıllık sayfanın kopmuş yaprakları, nasıl olursam, öyle öleceğim. Yüksüz, nedensiz. Kinayesiz, kafiyesiz ve haklı.
Ne kadar gülsem de, acı bulaşıyor sözlerime. Okunuyor, tıpkı birisi yaşamış, birisi yazmış, birisi okumuş gibi, bir doktor eli değmiş gibi, düzensiz. Ama miş’li geçmiş zaman değil. Düzensiz ama belirgin, ne kadar saklasam da okunuyor ve dokunuyor.
On Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut
Not: Yazımı gün’e lâyık gören, Değerli Seçki Kurulu’na sonsuz teşekkür ve sevgilerimle,
YORUMLAR
Canım Nevin Hanımcım, ne diyebilirim ki... yine ruhun labirentlerinde kıvrım kıvrım sapmalara, yollara, barikatlara, çıkış gibi görünen çıkmazlara yol aldım eserine. Yaşamanın ağırlığı ve ağırlaştırana dair derin sarsıcı bir monolog tadı. Kendi kendisiyle muhasebesinde çözümü o şeyde arayan...Öylesine gerçek ve duyumsatandı ki...
Zaman zaman herkesin kendisini içinde bulduğu ve bulabileceği yaşayıp da dillendiremediği duygusal buhranlar... Beklentiler, gerçekleşemeyenler, gitmeler, gidenler, kal diyememeler, beklemeler , bekletenler....sonrası ....sonrası işte... gecenin yıldızlarını dinle yazarım... sadece ışır mı sandın onları bak kulak ver nasıl ninni söylerler sana koro halinde nasıl avuturlar, nasıl teselli verirler, hele ki bir de armağan diye yağmurları da bırakırlarsa avuçlarına.... Hadi geceye çıkalım birlikte... yıldızlar bekler
Daim esenlik ve güzellik dileğimle gül yüreğinize.
Çooooooooook çooooooook sevgimle ve saygımla.
Yok zamanı ötelemek, yok an'ın hayali....Tasarladıklarımızın içinde yaşamak gibi...yaşamak bu değil bilirsin...Kafiyesiz kaidesiz kabullenmekmiş !
(...)
Kalbi dolduran tiksinti ,kalbe bulaşan darlık savsatası. Sıkıntıların evi gönül, matemin diyarı göz yaşları. Şimdi tapınmanın tam sırası ve tanrının sofrasında susmanın tam zamanı !
Önce taşlar ufalanır gözlerimde, sonra toprak olur bedenimde…Bir ağacın dalında yeşeren yaprak, bir yaprağın üzerine oturan güneş, bir güneş ışığına dokunan yağmur kadar buharım. Bir damla yaş ve uyuyan evren…. Dudaklarım tapınır sözlerine, öylesi bir ırmak akar ki gözlerimden ,biraz ilerde taşan gölde, boğulmuş olurum sözlerinde…
Hani ezber edilen dualar, dudaklarımıza kendini yerleştiren tanrı, şimdi o duaları kelimelerimizle dinlemekte …Gövdemizde çalan ruh, melodisini duyan insan. Korkularını gizlediğinde bir arının zevk için bala düşmesini intihar sayıyor. Sense düştüğün kalbinde kendini değil; kelimelerini arıyorsun…
İhtiras egemen güzelliğine, fırtına gibi geçen ömür, ne gökyüzüne üzgün ne yeryüzüne üzgün. Sararan yüzüne düşen ne varsa, hem kibrine hüzün, hem kalbine hüzün… Konuş ruhunun içine, dilin sökmezse eğer kendini düşün…
Artık tan ağrıyor, Tanrı aşkını paylaşan ne varsa, yine Tanrı oluyor…Kalbi dolduran tiksinti meleklerin kanatlarında birer insan, birer can….İlerde bekleyen yolcu ruhundan arınıyor…Ve ey Tanrı ! Beni var eden ben’i, yine sen nasıl olmakta ? Ruhun kalbime nasıl da bulaşmakta…
Hala o cehalet, hala o tecahül ve hala o beni semsemleştiren techil . Bir ırk uğruna yıkanan dünyanın ötesinde kalanlar, bir haz duygusunu kirli sularda arayanlar ve yıkanan bedenlerini aynada temiz bulamayanlar... Susun ! Dünya küçük, evren küçük, Oysa insan ne kadar büyük ! Buruşturulan bir anlam, unutulan bir zaman ve zaman içinde yakılan bir an’kadar olanım . Ahh Tanrım ! Gözlerimde her gün büyürken sen, korkularım kalbimde birer tiksinti... önce sen, sonra sen, şimdi sen büyüdükçe ömrümün için de, ölü bir günde, bende kaybolan sen. Ahh Tanrım ! Bir daha sen, beni kendinde var etsen !
saygılar...
Daldım gittim resime ve yazıya... Zaten dalmışken en derinlere. Beni anlatmışsınız, şu son günlerde ki hallerime benziyor yazıda ki karamsarlık. Ama yine de ''Umut sensin'' demek istiyorum kendime ve bize.
Ve yine ''Ben Alaska kurbağası değilim'' demek. (SON İKİ YAZIMI OKUMUŞ OLANLAR ANLARLAR NE DEMEK İSTEDİĞİMİ)
Güzeldi yazınız, tebrikler, günün yazısı olmasaydı okuyamazdım sanırım. Bugün hiç okumak istemiyordu canım.
OKUDUĞUMA SEVİNDİM.SEVGİLER EFENDİM.
Gulumsedim, gitsen nereye gideceksin dedim, bekle vakti vardir daha dedim, en azindan sevmeyi biliyorsun dedim. Dedim de dedim icimden okurken.
Kimbilir belki de o yakartopu hic tutmamak lazim, bize verilen canlarla idare etmek lazim daha beklentisiz ve mutlu olmak adina.
küsss tarafından 12/12/2015 11:03:23 AM zamanında düzenlenmiştir.