- 999 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
KIŞ GÜNEŞİ...
Çatlakların geçirgenliğinde, küf ve naftalin karışımı gölgeli bir gecenin ölüme göz kırpan ansız yorgunluğuna geçirdiğim kılıfı defalarca yok saysam da… Derken…
Derken an’ın müşfik dokunuşuna hidayet yüklü bir rahmetle asıyorum tüm çekincelerimi.
Önce tehir ediyorum o muğlâk görüntüyü: Zihnimde şekillenen, ruhumda konuşlanan ve bedenimle ifşa olması muhtemel.
Peyder pey çoğalıyorum ve kademeli bir tüketilişe denk düşen kıvrak tınısını da yok sayıp bürünüyorum sessizliğe.
Gaipten gelen tüm çağrıları itekliyorum en uzağa ve ne varsa boyuyorum boyutsuzluğumu sığdırdığım ölü düşlere. Sakıncalı ne varsa görmezden geldiğime kani olduğum, anlık bir hamlede düş ihlallerine rağmen hibe ettiğim tevafuk yüklü ikilemlerde haddini aşıp da dona kalıyorum, görmezliğin görüntüye büründüğü o kör noktayı.
Münafık iklimlerde çağıran çığlıklarına tanık olduğumda martıların, görkemli isyanlarını bu sefer hiç kaile almıyorum: Örnek teşkil eden bariz bir yanılsama mı da aslını inkâr eden çekincelerle kundaklamakta yalnızlığımı?
Koşullanmış ve istikrarsız ne çok töhmet.
İstiflenmiş yine de gölgelerden muzdarip aşk kırıntıları.
Devinen ceninler belli ki kısılıp kalmanın getirdiği rehavete tüm serzenişleri.
Doğmamış ölüler kadar nasıl da hak bilmez insanoğlu. Nasılın ötesinde anlamsızlığın çamurunda. Çamura bulanmış olmasının ötesinde çamur atmakta beyaza ve masumiyete.
Verilen eslerde duraklayan melodilerin çengilerine söz düşmezken, anlık bir hamleye yığdıkları söz nöbetlerine istinaden serzeniş yüklüyorlar avuç avuç.
Hücreleri yenik hasta düşüncelerin muhafız alayına atılan bir tokat gibi aşk.
Sızma siluetler, kızgın yağ gibi sıçramakta yine de koşullu bir tedirginlik kadar nüktedan evrenin hitap yetisi: Kâh çemkiren kâh susan kâh suçlayan.
Sona rağbet, an’a rahmet yağsa da dünün çelişkili isyanlarında yer bulmakta sözcüğü kayıp cümleler aynı rahvan bir kentin yitik ahalisine nazire eden Tanrı’nın hikmetine sığınıp gazabına terk edilen kader tanecikleri gibi sızarken gökyüzünden.
Mütereddit benliğim kemirgen kurtçuklarında yok olmaya aday bir ömrün istilasında açan kan çiçeklerine nazire eden ve beyhude bir terennüm ısmarlamak kadar metazori olsa da aldatılmışlığım, sancılı bir kıyıma rağbet etmekten muzdarip olan gölgelere karışmış gözyaşlarım ve istiflediğim pekiştireçlere yığdığım hakkaniyeti yitik cümleler o buyurganlığını kaderin yok sayıp, dolduruşa her geldiğinde açtığı isyan bayrağını dalgalandırırken üstelik işe yaramayacağını bile bile.
Öncesinde soluklandığım köşe başında, verdiğim o ese muğlâk anlamlar yükleyen sokak sakinlerine verdiğim tepkisizlik yüklü kırgınlıkla, bindiriyorum edilgen yoksunluklarımı her bir adımıma atılan çalımın silik ve yorgun izbelerinde göğüs gerilen anlamsızlık kadar sıdkım sıyrılmışken.
Yüreğin tecellisi gönül yorgunluğum, soğuk kış güneşinin en naif izdüşümü.
Büründüğüm kozamın ıssızlığı fazlasıyla tehlikeli ve bıkkın gölgelerin nüans bellediği kadar muğlak bir öngörünün tek kanıtı.
Tarde’nin irdelediği cümle takılıyor birden aklıma:’’Hayat, yararsız olandan geçerek imkânsız ulaşmaya çalışmaktan ibarettir. Madem kaderimiz bu, öyleyse daima imkânsızı arayalım…’’
Kadersiz addedilen o şanssız toz bulutunda kaybolmuşluğum belli ki en mantıklı tevafuk dönemecim ki haybeden kaybettiğime inandırmışken kendimi, sanırım gıyabında tüm çekincelerimi bertaraf ettiğim en mantıklı ve kabul görür açılımı ahir ömrün.
Sakıncaları ya da eşleşen anlam zerrecikleri kadar edilgen olmuş olmanın en bariz yansıması. Ömür boyu kaybetmişliğimin, gönül koymuşluğumun yüz görümü sevdası yürekten taşan.
Şairin şerh düştüğü o bıkkınlık mı yoksa bezgin bir çehre ile arz-ı endam etmem her kavşakta ve beni zora koşan ne ise pes edip, kocaman bir iç dökümüne yansıttığım tırsak düşlerimin bitiminde, anlamsızlığı sırdaş bilip de tüm yanılmışlığımın yorgun izdüşümüne sığdırdığım gözyaşlarım.
Kendimi bildim bileli bir koşulmuşluk yüklenmem belli ki silik ve sıra dışı yaptırım gücü toplumun. Belirsizliğin kol gezdiği, gölgelerin sahibini terk ettiği ve aşkların yaptırım gücüne istişare eden dürtüler ve egolar iken tüm sırıtkanlığı ile bir avazda tüketirken insanlığımızı.
Israr eden insanoğlu ve ne yazık ki her yeni hayal kırıklığında isyan bildiği imgelere yüklenirken, göz ardı ettiği maneviyatı, yüksüntü yüklü bir çaresizliğe sığdırırken pişmanlık ve öfkesini.
Gönüllü gönülsüz, bağnaz ya da yırtık bir lehçe ile nasıl ki görmezden gelmekte inancı istismar eden din tüccarları, geçmek bilmez saatler ve günler boyunca, azalan sabrı ve kaybettikleri ile rövanşına hazırlanmak kadar beyhude bir o kadar.
Dünyanın bilincine varmaktan da zor/muş o iç sesin çığırtkanlığında körelen bir mağdurluğa yüz çevirip hakkaniyetten uzak çalıntı yaşamlara yüklediğimiz anlam.
Gün doğuyor doğmasına da eşlik eden ne bir neşe zerresi var ne de umuda göz kırpan yalın bir ışık huzmesi.
Ruhun sığlıklarından taşan, kaçık aklımızın kim bilir hangi izbesinde ne gibi bir yetersizliğe sığdırıyoruz da muhalif benliğimizi, tıkış tıkış iken cehennem kapısında varsıl bir varlığa anlam yükleyip de kaçıyoruz kendi gerçekliğimizden hatta karanlığımızdan. Kör kuyularda boğulmuş münafık düşlerin peşi sıra eşleştiğimiz karanlıklara artık nasıl bir sıfat yüklüyorsak…
Psişik ve kanıksadığımız kokularımız kim bilir kaç milyon yaşa erişmiş o kolektif bilinçaltının ezelsiz ikrarını belgelendirmek adına bir nebze de olsa saklanmış olmasının getirdiği ezikliğe dirayetsiz bir güdüme sebebiyet verip.
An’ı yetkin, dünü yorgun ve yarını muğlâk hey gidi insanlık hey…
Gönlü silik, gözleri perdeli ve düşleri münafık bir telaşla örselenmiş…
Ya hissettiğimiz minnete ne demeli üstelik anlamsız bir serzenişe yüklediğimiz o ısrarlı yoksunluğun çatısında soluklandığımız ve her nasılsa kaybolmuşluğun rehavetinde birbirimize attığımız çamurun dibindeki o yosun tutmuş vicdanların kırsallarında boğulan merhametin gözden ırak tesellisini yâd ettiğimiz her yeni gün.
Serkeş ve sefil varlıkların şatafatlı yoksunluğunda kurban verdiğimiz hayallerimiz belli belirsiz elimizden kayarken ses çıkarmaktan dahi aciz olduğumuz ve aniden o öfkeli kalabalığa sırt çeviren sakıncalı azınlık tüm kırılganlığını sineye çekip, toz konduramazken asalet yüklü yalnızlığına: Biraz benden, biraz sizden ve alabildiğine yoksun kılındığı o mertebe iken ulaşmasının mümkün olmadığı.
Mesafeli bağımsızlıklarımı korumak mı yoksa tek tesellimiz yoksa korunaklı ve sağaltan dünyalarımızın mağrur ve mağdur merkezine yığdığımız bir menkıbe kadar anlam yüklü suskunluğumuz mu her yeni gün, tüketilmeye aday vaadi iken Yaradan’ın…
O zaman çabuk tutmalıyız elimizi ve yıkmalıyız koşullu esaretini yüreğin.
İhtiyaçlarımızı mümkün olduğunca aza indirip sadece kıralım zincirleri, hiçbir konuda başkalarına bağımlı olmadan düşelim peşine gün ışığının olmadı imkânsızlığın telaffuzundaki o yeknesak dirayetsizliği de tehir edip yorgunluğun tecellisine yığdığımız bir düş kadar ulaşılmazlığı yetkin kılan bir gerçeğe dönüştürelim hem de vakit kaybetmeden. İmkânsız seyri mademki telaşlı yalnızlığımızın gözden düşen tek somut göstergesi, o zaman baş koyalım baş başa kalmadan ölüm denen illeti konuk etmeden hanemize.
YORUMLAR
Mevlam gözümüzden gün ışığını, kalbimizden umudu eksik etmesin
okunası güzel bir yazıydı
Kutlarım Gülüm Hanım
sevgilerimle
Gülüm Çamlısoy
Güzel yüreğiniz dert görmesin değerli hocam.
Yürek dolusu teşekkürlerimle.
Sevgiler, sonsuz selamlar yürek dolusu...