- 621 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
NE KADAR AÇ OLUNCA, ÇOK OLUYOR?
Uzun soluklu bir yorgunluk döneminden geçiyorum son zamanlarda. Her yeni güne, günaydın demeden iyi geceler demek gibi bir şey işte bu günler. Bu yoğun koşuşturmaya streste yol arkadaşı olunca, günler ışık hızıyla mı geçiyor yoksa saniyeler tembellik edip hiç mi hareket etmiyor anlayamıyorum.
Bu günde günaydın demeden akşam olmuş diyordum ki, olmadığını kapının çalmasıyla anladım. Günün yorgunluğunu atmak için orta şekerli mis kokulu bir Türk kahvesi yaptım kendime. Her zaman yapmam ama bu gün kendimi şımartmak istedim işte. Tam kahveden bir yudum aldım kapı çaldı. Kapıyı açtığım da çok şaşırdım. Neden mi?
Bu koşuşturma arasında sabah kahvaltı yapmadığım için, bulduğum ilk fırsatta kafenin birine girmiş kendime bir dilim su böreği yanında çay ısmarlamıştım. Henüz çayımı yudumluyordum ki masaya beş altı yaşlarında bir kız çocuğu yanaştı. Ama yüzü o kadar tatlıydı ki insan bakmaya kıyamaz derler ya aynen öyle. Saçları arkadan toplanmış. Ama öyle sabah annesi tarafından nazlanılarak saçlarını taratmış bir havası yok. Kim bilir kaç gün önce o saçlar toplanmış. Bildiğin kalıp gibi duruyor. Yanakları soğuktan olduğu belli kıpkırmızı. Ama o gözler yok mu, o gözler çakmak çakmak. ‘’ abla kalem ister misin? ‘’ dedi. ‘’ hayır, ben kalem istemem ama sen börek ister misin?’’ dedim. Garson yanımıza yaklaştı ‘’ hadi bakalım küçük dışarı ‘’ dedi. Ben ‘’ sorun değil, ben ilgileniyorum’’ dedim. ‘’ peki, abla sen bilirsin.’’ Diyerek yanımızdan uzaklaştı garson.
‘’ söyle bakalım senin annen, baban, ailen yok mu? Bu soğukta ne arıyorsun burada.’’ Dedim. ‘’ olmaz mı var elbette. Hem kardeşimde var biliyor musun? Üstelik bu gün onun doğum günü. Ama paramız olmadığı için pasta alamadık. Babam iyileşip iş bulunca daha büyük bir pasta alacakmış öyle dedi. Abla kalem almayacak mısın?’’ küçük kız bunları anlatıyordu ama ben onu dinlemekten çok tavırlarını, konuşmasını, mimiklerini izliyordum. Her gün sokakta gördüğümüz onca çocuk işçiden, dilenciden farklı bir yanı vardı. ‘’ sen börek istiyor musun? ‘’ dedim. ‘’ börek pahalıdır abla paran biter. Sen bir kalem al yeter’’ dedi.
- Aç mısın?
- Evet, ama çok değil.
- Ne kadar aç olunca çok oluyor mesela.
- Çok ağlayınca
- Nasıl yani?
- Bazen kardeşim çok ağlıyor. Babam anneme neden ağladığını sorunca, annem çok acıktı ondan diyor. Ben biraz açım ama ağlayacak kadar değil.
Küçük kızın anlattıklarından o kadar etkilenmiştim ki. Belli etmemeye çalışarak;
- Bak ben yalnızım, böyle canımda sıkıldı. Sohbet ederken sende böreğini yersin. Hem ağlayacak kadar acıkmamış olursun. Olmaz mı?
- Kalem alırsan olur.
- Peki, alacam söz.
Biraz önce küçük kızı yanımdan uzaklaştırmaya çalışan garsonu çağırdım.
- Küçük misafirim ne yiyecekmiş sorar mısınız?
Garson önce şaşırdı sonrada ne yemek istediğini sordu. Benim sevimli bilmiş misafirim;
- Abi tost var mı?
- Var
- Ama içine peynir konanından var mı?
- Var
- Tamam, ben ondan istiyorum. Çok büyük olmasın ama. Çok büyük yersek midemiz ağrırmış. Annem söyledi.
Garson siparişi getirmek için yanımızdan uzaklaştı.
- Evet, anlat bakalım.
- Ne anlatayım ki abla
- Adın ne mesela
- Yasemin
- İsmin çok güzelmiş Yasemin.
- Kardeşimin daha güzel
- Öyle mi? Onun adı ne?
- Çiğdem
- Evet, gerçekten güzelmiş.
- Sen her gün burada kalem mi satıyorsun?
- Yok. Sadece bu gün.
- Öyle mi? Neden sadece bu gün peki.
- Bu gün kardeşimin doğum günü. Sabah yine çok ağladı. Annem çok acıktı yine dedi. Ben de Hüseyin’e söyledim. Bana kendi kalemlerinden verdi. Bunları sat kardeşine pasta al dedi. Ama paranın yarısını ona verecekmişim.
- Hüseyin kim?
- Komşumuzun oğlu. O her gün satıyor. Çok para kazanıyor. Bazen kalemi almadan para bile veriyorlarmış. Ama annem izin vermiyor Hüseyin’le kalem satmama.
- O zaman şu anda annenin haberi yok senin burada kalem sattığından. Doğru mu?
- Evet, ama kardeşim çok ağlıyordu.
- Annen ve baban çalışmıyorlar mı?
- Babam hasta, her gece öksürüyor. Evden dışarı hiç çıkmıyor. Annem bazen bizi evde bırakıp işe gidiyor. Ama her zaman değil.
- Bak şimdi annen çok merak etmiştir seni. Nerede oturuyorsun?
- Bizim mahallede
- Mahallenizin adı yok mu?
- Bilmem.
- Şu senin arkadaşın Hüseyin buralar da mı?
- Hı hı. Dışarıda beni bekliyor.
- Onu da çağır bakalım.
- Tamam.
Elinde ki kalemleri masaya bıraktı. Koşarak arkadaşını çağırmaya gitti. Bu arada garson istediği tostu getirmişti bile. Hüseyin, on bir yaşlarında soğuk tan yüzü gözü yanmış, üzerinde öylesine geçirilmiş kıyafetleriyle birazda bilmiş tavrıyla, masaya geldi.
- Buyur hanım abla beni çağırmışsın.
- Gel bakalım Hüseyin. Siz nerede oturuyorsunuz?
- Nerede oturduğumuzu ne yapacaksın? Polis misin sen yoksa.
- Değilim. Celallenme hemen. Bak yasemin’in annesi çok merak etmiştir. Haber vermemiş. Onu evine götürmek istiyorum ama adresini bilmiyor.
- Birazdan bende eve gidecem beraber gideriz. Sen meraklanma abla.
- Bak, Hüseyin. Bana dayılanma. Polis değilim ama şimdi şuradan bir polis çağırırım görürsün o zaman. Söyle şimdi yasemin’in evi nerde?
- Tamam, abla, tamam. Uzak değil zaten. Seyran bağlarında oturuyoruz.
- Ha şöyle söyle adresi şimdi bana.
Hüseyin’den adresi aldım. İşim o kadar çoktu ki. Yetişmem gereken bir randevum vardı, ama yasemini orada bırakmak içime sinmedi. Yasemin’e dönüp;
- Söyle bakalım en çok hangi pastayı seviyor kardeşin.
- Bilmem, kardeşimin pasta yediğini hiç görmedim ki.
- Peki, sen en çok hangisini seversin.
- Çilek, çilekli pastayı çok severim. Eskiden, yani babam hastalanmadan önce almıştı bana.
- Anladım. O zaman çilekli pasta alalım ve seni annenin yanına götüreyim. Olur mu?
- Olmaz.
- Neden?
- Sen niye bana pasta alacaksın ki?
- Neden almayayım ki?
- Senin paran çok mu?
- Hayır.
- O zaman senin paran da biter. Olmaz. Sen kalem al.
- Bak yasemin senin yaşında ki bir çocuğun ailesine haber vermeden evden bu kadar uzaklaşması doğru değil. Hem annen de baban da merak etmiştir seni. Üstelik pastayı da alıyoruz. Kardeşin daha fazla ağlamasın. Olmaz mı?
- Tamam.
Çilekli pastamızı güzel bir paket yaptırdık. Yasemin hala bitiremediği küçük tostunu bitirmekle meşguldü. Elinden tuttum. Kafeden çıkarken, Hüseyin arkamızdan geldi. Kalemleri bana ver ben satarım. Dedi. Yaseminle o kadar meşguldüm ki Hüseyni unutmuştum. ‘’ sana da tost almamı ister misin?’’ dedim. Kafasıyla olur işareti yaptı. Tekrar dönüp Hüseyin’e de tost aldıktan sonra kafeden çıktık. Yolun karşısına park ettiğim arabama bindik ve yaseminin evine doğru yola çıktık. Evi benim ofisime yakın sayılacak bir mesafedeydi. Önce telefon açıp randevumu erteledim. Çok önemli bir işim çıkmıştı çünkü. Hüseyin’den aldığım tarifle yaseminin evine geldiğimizde, kapıda bir kalabalık olduğunu gördük. Arabadan inip kalabalığa doğru ilerlediğimiz de yasemini gören herkes hep bir ağızdan nerede olduğunu soruyordu. Çocuk kalabalıktan korkmuştu. Benim elimi öyle bir tutmuştu ki dakikalar sonra bile parmaklarının izleri elimde olacaktı hala. Evden içeriye girdik. Babası ağlıyordu. Yasemini görünce sevinçten sanırım, öyle hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı ki ben kendimi tutamadım.
Evleri, apartmanın kapıcı dairesi diye kiraya verilen bir yer. Ama değil hasta ve çocuk orada normal bir insanın bile yaşaması mümkün değil. Güneşi geçtim gün ışığına hasret bir ev. Yasemin koşarak babasına sarıldı. Çocuk babasının neden ağladığını bilmiyordu. Ama o naif yüreği babasının ağlamasına dayanamamıştı. Ben kısaca olup biteni babaya anlattım. Ve işim olduğu için gitmem gerektiğini söyledim. Elim deki paketi yatağın kenarına bıraktım. ‘’ içinde telefonumu ve adresimi bıraktım eşiniz gelirse söyleyin beni arasın. Elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağım. Belki bir iş falan ayarlayabilirim’’ dedim ve o hiçbir zaman erteleyemediğim, olmazsa olmazım işleri yetiştirmek için oradan ayrıldım. Annesi yasemini aramak için sokaklarda olduğu için onu görememiştim.
Ve akşamüzeri kahvemi yudumlarken kapımı çalan yaseminin annesiydi… Kahveme ortak olmaya gelmişti. En az yasemin kadar naif yüreğiyle hoş gelmişti…
Esila Suna / 28/11/2014
YORUMLAR
aşağı da eleştiri gönder diye bir yer var
bu yazıyı eleştirmek değil aksine elinden
öpmek gelir elimden çok ama çok güzel
bir yazı eline yüreğine sağlık :)