- 701 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
DUVARCI USTASI
Depremden sonra köyde tabiri caizse taş üstünde taş kalmamıştı. Çok şükür, can kaybı yoktu fakat çoğu evde büyük hasar vardı. Binaların kış bastırmadan bir an evvel elden geçirilip oturulur hâle getirilmesi gerekiyordu. Köylü bu sorun karşısında kendini yalnız ve çaresiz hissediyordu. Ta ki o gelip bütün köylüye yardım teklif edene kadar…
Güneş doğarken girmişti köyden içeri. Güneş, köyün taş yolunu, saman balyalarını, duvar yıkıntılarını, avlularda otlayan hayvanların başlarını yeni yeni ısıtmaya başlamıştı. Köyün girişinde, toprakta yeni filizlenmiş gölgesine, ayak tabanlarından yapışarak tutunmaya çalışan kısa boylu, zayıf gövdeli bu adam, cılız kollarıyla taşıdığı birkaç parça eşya, alnından itibaren başını terk etmeye başlamış olan güçsüz gri saçları, tıraşsız suratı ve mevsimine göre fazla üşüdüğü hissini yaşatan uzun kalın hırkasıyla pek de yardımsever bir eda sergilemiyordu aslında. Bu haliyle daha çok zavallı bir seyyahı andırıyordu.
İlk işi kahvehaneye uğramak oldu. Şehirliler tarafından varlığı bir muamma olan bu köy ve yaşadığı büyük sarsıntıyı nereden olduysa duymuş ve hemen yardım amacıyla yola koyulmuştu.
Muhtar ve ahali bu zayıf ve yaşlı adamın kendilerine yardımı dokunacağına ihtimal vermediler. Yine de onu tanrı misafiri olarak gördüler. Adam köylüye köylerini yeniden inşa sözü verdi. Tumturaklı laflar geveledi ağzında. Okumuş insanlara has cümlelerle süsledi sözlerini. Sesini kâh yükseltiyor, kâh yumuşatıyor, insanları etkilemeyi bir sahne sanatına dönüştürüyordu. Ellerinden ne gelirse destek olacaklarının teminatını verdi köylü sonunda. Yedirip içirdiler bu akşam onu. Başını sokacak bir çadır, taze demlenmiş bir bardak çay ve sıcak battaniye ikram ettiler. Yıldızlı bir gecenin yorucu sabahına uyanmak üzere çekildiler kendileri de sonra çadırlarına.
Duvarcı ustası sabah güneş doğarken başlamıştı işine. İncecik kollarıyla güç bela kaldırdığı balyozu acımasızca indiriyordu depremden ayakta kalan ne varsa meydanda. Bir şeyi düzeltmenin en güvenli yolunun eskiye ait ne varsa yıkmak olduğunu savunuyordu çünkü. Balyoz, bir zamanların hatıralarıyla dolu duvarlarının üzerinde savrulurken, adamın aklından geçen tek şey, kendinin bir kahraman olduğuydu. Tam zamanında düşmüştü yolu buraya. Eğer buraya gelmeseydi bu cahil ve aciz köylünün hali ne olurdu? Şimdi hiç elde edemeyecekleri kadar modern bir yere dönüşmek üzereydi bu virane yer.
Adam köylüye rağmen canla başla çalışıyor, çabalıyor, her şeyin mükemmel olması için yeni kararlar alıp, planlar karalıyordu. Üzerine bir de bu insanları ikna etmek zorunda kalıyordu. İkna meselesini muhtara devretmişti. Onu, yaptıklarına inandırmaksa hiç kolay olmamıştı. Evvela muhtarın diğer köylülerden daha zeki ve onlardan daha aydın olduğuna inandırılması gerekmişti. İnsan ruhu yüceltilmeye kolay kanar. Çok zor olmadı bu sebepten bu mesele. Şimdi sırada çizilmiş planların tatbiki vardı.
Öncelikle köy meydanına bir heykel yapılması lazımdı. Mezarcıya anlattı derdini.” Mermer işlemekle heykel yapmak bir değildir” cevabı çok sinirlendirdi adamı. Neyse ki şehirden gelirken köylünün bu kadar cahil ve yeniliğe dirençli, aynı zamanda da sanat zevkinden yoksun olabileceğini düşünmüş, yanında plastikten bir heykel kalıbı getirmişti. Hemen içini çimentoyla doldurup çimento donduktan sonra da kalıbı soyarak betondan da olsa yepyeni bir heykele kavuşturmayı başardı hayalindeki köyü.
Adam medeniyet dedikçe, köylü başka taleplerle geliyordu yanına. Adam, müze diyordu, köylü haftanın belli günleri ve günün belli saatleri toplanıp bir köşesinde anlamını bilmediği dilde bir şeyler konuştukları bir bina inşa etmeyi teklif ediyordu. Bu binanın işlevini, şimdilik köyün meydanındaki büyük çadır görüyordu hatta. Müzeden daha faydalı ne olabilirdi ki oysa!
Adam yıktıkça yıkıyordu. Köylüyse kabuğuna çekilmiş adamı izliyordu. Bu tembel ve cahil insanların içinde adam kendini iyice yalnız hissetmeye başlamıştı. Kimsenin bilmediği bu dağ başında, fikri boyutta yapayalnız kalmıştı adeta. Onu yalnız muhtar destekliyordu. Muhtarla da artık uyuşmamaya başlamıştı. Muhtarı küçük görüyor, yaptıklarını hiçbir kitaba uyduramıyordu. Aklına, şehirde yaşayan yeğenine mektup yazmak geldi. Bebekliğinden beri hep yanındaydı bu çocuk. Onu en iyi okullarda okuması için yüreklendirmiş, açık fikirli, modern ve özgürlükçü bir insan olarak yetişmesinde elinden gelen faydayı sağlamıştı. Muhtardan kalem, kâğıt ve fazladan birkaç tane de mum isteyerek çadırına çekildi o gece. Yazmaya başladı:
“ Haziran 1”
“Bu gece hava her zamankinden biraz daha puslu… Yıldızlar bile terk ettiler gökyüzünü. İnsan böyle bir köyde, böyle bir gecede neden ölmez? Akıl alır gibi değil.
İnsanlar sefil, anlayışsız, kaba saba ve yeniliklere oldukça kapalı. Dik başlı ve tembel olmaları da cabası. Köydeki tüm duvarları yıkmayı başardım fakat adamların kafasındaki örümcek bağlamış duvarlara dokunamıyorum. Çizdiğim planı muhtar ve ihtiyar heyetine sundum. Homurtular ve birkaç değişiklik teklifiyle beraber, muhtarın da teşvikiyle kabul edildi. Ben planımdan nokta şaşmak istemiyorum oysa. Bu haliyle mükemmel bir sistem kurdum çünkü. Meydandaki heykellerin kaldırılması gerektiğinden, betondan yapılmış heykellerin çocukların uykusunu kaçıracağından falan bahsettiler. Buna müsaade etmeyeceğim. Bu köyü tırnaklarımla inşa ettim. Kimsenin yardımına ya da desteğine ihtiyacım olmadan başardım bütün bunları. Hem de başımdaki musallata rağmen. Bildiğin gibi kendimi tanıdığımdan beri nöbetler geçiririm. Bu aralar iyice sıklaştı bu nöbetler. Aldığım ilaçlar fayda vermemeye başladılar. Yalnızca uyuşturmaya yarıyorlar beni. Daha sonrasını hatırlamıyorum. Her şey nasıl olmuş, nasıl bitmiş, yarım bıraktığımı sandığım şeyler nasıl da tamamlanıvermiş, algılayamıyorum. Bir binayı yapmaya başlıyorum, bir nöbet geliyor daha ilk tuğlayı yeni koymuşum, bir uyanıyorum bina istediğimden de güzel olmuş .Bu nöbetler bana sihirli bir güç veriyor derdim eğer sihir ve buna benzer safsatalara inansaydım. Şehre döndüğümde iyi bir nöroloğa ihtiyaç duyacak gibiyim.
Köylülere gelince, ortalıkta pek dolaşmamayı tercih ediyorlar. Tabi yardımsever duvarcı ustaları var. Eksik olan her şeyi o tamamlar.
Burada kendimi çok yalnız hissettiğim için yazıyorum bunları sana. Bir yardımın dokunur mu bilmem. Ama şu satırları yazabileceğim birinin varlığını hissetmek bile bana yetti. Yola çıkarken sana buradan bahsetmiştim. İşin düşerse bir uğra istersen. Köyün eski halinin bir fotoğrafını çekmiştim geldiğim gün. Bir de şimdiki hâlini kendi gözlerinle gör bakalım. Eserimi nasıl bulacaksın? Annene ve kız kardeşlerine selam.
Dayın.”
Mektubu sabah olunca postaya atması için muhtara verdi. Kendisi bununla ilgilenemeyecek kadar meşgul bir insandı çünkü.
Lüks bir otomobil, köyün çamurlu yollarını tekerleklerine dolamış geliyordu. Ekim ayının sonlarına doğruydu. Mevsim yağmurları kendini göstermeye başlamış, rüzgâr şiddetini artırmıştı. Genç adam dayısının mektubunu alır almaz yola çıktı. Fakat mektubun ona geç ulaşması bu yolculuğun gecikmesine sebep olmuştu. Ücra bir köyden gönderilen bir mektubun eline geçmiş olmasını bile bir mucize olarak görüyordu şimdi.
Köye girdiğinde kendisini büyük bir kalabalık karşıladı. Bir tören olmalıydı. Meydanda bir konuşma kürsüsü kurulmuş, abartıdan uzak bir düzen oluşturulmuştu. Kahvehaneden tedarik edilmiş sandalyeler ve bir hoparlörden başka etrafta törenin varlığını kanıtlayacak bir şey yoktu. İnsanların kimi oturmuş kimiyse ayaktaydı. Köye yeni adım atmış ve neler olduğunu anlamaya çalışan bu adam, kalabalığın içinden birini yakalayıp ona kendini tanıttı. Köylü hemen konuklarını kürsüde konuşma hazırlığı içinde bulunan muhtarın yanına götürdü. Anlaşılan genç adam birazdan bu törenin onur konuğu olacaktı.
Muhtar mikrofona bir iki ses denemesi yaptıktan sonra köylerinin geçirdiği değişim ile ilgili birkaç cümle kurdu. Bu mükemmel görüntüye kavuşmasına vesile olan duvarcı ustasından övgü dolu sözcüklerle bahsetti.
Gerçekten de köy çok güzel olmuştu. Genç adam buraya gelirken beklentisini epey düşük tutmuştu. Oysa burası, mimarisiyle göz dolduran enfes bir yaşam alanına dönüşmüş, şirin bir köydü. Meydanda bulunan çeşme, girişte sol tarafta kurulmuş küçük ahşap bir ibadethane, hemen karşısında bahçe içinde tek katlı bir okul, kütüphane, onun yanında bir duvarla bir birinden ayrılmış sağlık evi ve lojmanı, çocuk parkı, mavi panjurlu tek katlı ve bahçeli aşı boyalı evler, hepsi de bu köyü yaşanılır kılan güzel detaylardı ve dayısının ne kadar güzel şeyler başardığını kanıtlıyordu. Muhtar kürsüden inerken kolundan tutup muhtarı kendine doğru çekti ve dayısının nerede olduğunu sordu.
“Bu töreni dayınız için düzenledik zaten.” dedi muhtar, sesine oldukça nazik bir tını veriyordu. “Biraz sonra burada olur. Bizim pek âdetimiz değildir fakat onun arzusu bu törenin böyle yapılması yönündeydi. Kendisine olan saygımızdan dolayı her şeyi istediği gibi yapmaya karar verdik. Köyün planlanmasında dediklerini tam anlamıyla yapamamış olduğumuz için bu töreni layıkıyla tamamlamayı bir borç bildik.
Dayınız çok çalışkan ve zeki biri aynı zamanda da. Bu yüzden ona hayranlığımız üst seviyededir. Fakat işlerin yoğunluğu dolayısıyla kendini epey yoruyordu. Bir de biliyorsunuzdur sanırım bazen bayılma nöbetleri geçiriyordu. İnşa aşamasında nöbetleri sıklaşmaya başlamıştı. Bize inşaat çizimlerini önceden gösterdiği için az çok neyi nasıl yapmak istediğini kafamızda canlandırmıştık. Geçirdiği nöbet aralarında bazen günlerce bilincini yitiriyor, toparlanması uzun süre alıyordu. Biz üzerinden iş yükünü almak için elimizden geldiğince plana sadık kalarak binaların yapım işlemini tamamlamayı başardık. Kendisi çok iyi niyetli bir insandı. Bizim yorulmamızı istemiyordu. O bu köye en fazla nasıl yardımım dokunur düşüncesinden hiçbir zaman sapmadı. Bizi hep kardeşi gibi gördü. Hasta yatağında bile köyümüzü sayıklıyordu. Bizim yapabildiğimiz tek şey ise kas gücümüzle onun dehasına destek olmaktı. Biz okumuş insanlar değiliz. Fakat bize yapılan iyiliğin nankörü de değiliz. Bizim dar günümüzde yerini yurdunu bırakıp bize destek olan bir adamın yaptığı iyilikleri hiçbir zaman unutmayız.”
Dayısının mektubundan tanıdığı kaba saba ve dahi cahil köylünün buradakilerle alakası bile yoktu. Bunlar sıradan denecek kadar özensiz giyinmiş fakat kelimeleri seçerken kendilerinden beklenmeyen özeni gösteren nezih insanlardı. Muhtar dörde katlanmış bir kâğıt çıkarıp verdi genç adama. Bu dayısının köy projesiydi. Kâğıttaki planlamada olan çoğu şey yoktu belki burada ama insanları hayata bağlayan pek çok şey eklenmişti. Bir müze vardı mesela planda, onun yerine bir mezarlık yapılmıştı. ”Bir şehrin kime ait olduğu ölülerinden belli olur” diye bir cümle duymuştu bir keresinde. ” Ne kadar manidar” diye geçirdi içinden. Çocuk parkı, zafer anıtının yerine yapılmıştı. Okulun karşısına eklenmesi planlanan opera binası yerinde küçük bir ibadethane vardı.
“Peki, dayım neden gelmedi daha?” diye sordu genç adam muhtara.” Şimdi gelir “ cevabı kalabalığın arasında oluşan gürültüyü bastırmaya yetmedi. Bir kargaşa olduğunu sandı evvela. Herkes başını arkasına çevirmiş, bekledikleri bu sahne karşısında nasıl tepki verecekleri muhtar tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, hiç alışık olmadıkları bir usulü uygulayacak olmalarının verdiği öz güvensizlikle, yavaş yavaş alkışlamaya başladılar. Kalabalığı yararak ilerleyen dört kişinin omuzunda bir tabut vardı. Ve şimdi, az önce konuşma yapılan kürsünün önündeki masanın üzerine bırakılıyordu.
Genç adam tabuta doğru yaklaştı. İçindeki cenazeye doğru bakışlarını uzattı. Tabutun içinde sakin ve huzur içinde yatan adam dayısıydı. Muhtar zorlama bir tebessümle yeğenin yüzüne baktı.” Doktor çağırdık ama yetişemedi” dedi. Genç adam, dayısının çok hasta olduğunu biliyordu. Mektubu alır almaz yanına gitmek istemesinin en büyük sebebi de buydu. Ömrünü köy kent formülleri üzerine kurmuş biriydi dayısı. Öğretmenlik vazifesini bırakıp duvarcı ustalığına soyunması, hastalığının ilerlediğini öğrendiği zamana denk düşüyordu. Genç adam, dayısının medeniyet öğretmek için geldiği köyden, yeni bir bakış açısı kazanmış olarak dönüyordu. Hayat bizim kendimize sunduğumuzdan başkası değil. Bazen başkasının gözünden bakmalı ve bize sunulandan fazlasına talip olmalı. Genç adam şehre dönerken lüks otomobilinin bagajını biraz köy peyniri, bahçe domatesi, taze tereyağı ve ötelediği insanların aşina olmadığı dualarıyla doldurmuştu. Bu köy artık onun da köyüydü. Çünkü “bir şehrin kime ait olduğu mezarlıklarında yatan ölülerinden belli olur”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.