- 457 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
SOHBET
MAZİYE YOLCULUKLAR – 55
Sana geldim babacığım. Yine sana geldim güzel Kâhtalım…
Acılarla yoğrulmuş bedenin yerine, ot kaplamış mezarının toprağına sarıldım… Özlemle kucakladım… Kokladım… Öptüm… Tane tane damlayan gözyaşlarımla suladım… Mezar taşında adını birinci sınıf öğrencisi gibi heceledim… Yüzümü mezar taşının yüzüne yapıştırdım…
Maziye uzandım… Üççeyrek asrı geçen bir ömrün acılarını, sevinçlerini düşündüm…
Doğduğun ortamı, çocukluğunu, medrese yaşamını, gençliğini, dört yıl askerliğini, demircilik günlerini gözlerimin önüne getirdim…
Zaten sen beni görüyorsundur babacığım… Sesimi de duyarsın… Sen beni duymazsan kimse yüreğimin sesini duymaz…
Benim canım Kâhtalım, bu güne dek senden başka kim anladı ki beni… Yüreğimi açtıklarım bir bütünü görmek istemediler… Hesaplarına geleni aldılar… İşleri bitince o yüreğe acılar saldılar…
Babacığım, ben de senin gibi içten hesaplı olamadım… Hz. Mevlana’nın dediği gibi içimden geçen dilimdedir… Riyakâr olmadım… Riyakâr olmayı da düşünmüyorum… Dobra dobra doğruları söylemeye devam edeceğim… “Allah’ın en büyük düşmanı yalancılardır,” derdin…
Hiç unutmadım…
Sen beni duyuyorsun babacığım…
Ömrünün son günlerindeydin… Camiden eve dönerken düşmüştün. Dostlar seni eve götürmüştü…
Evdekiler senden umudu kestikten sonra beni aramışlardı… “Baban hasta” demişlerdi…
Korkmuştum… Seni kaybetmekten korkmuştum… Haberi alır almaz kiraladığım taksi ile Kâhta’ya gelmiştim. Odada sessizce yatıyordun… Gözlerin kapalıydı… Gül yüzün solmuş, dudakların kurumuştu… Başında Kuran okunuyordu… Odayı ölüm ağırlığı basmıştı… Annem sessiz sessiz ağlıyordu…
Manzara beni sarsmıştı…
Yorganı fırlatmış, beden bulduğum bedenine sarılmıştım… “Baba” “baba” diye ağlamıştım…
Sen beni duymuştun babacığım… Sesimi duymuştun… Sesime ses vermiştin… Hatırlarsın “ bu Mahmut’umun sesi” demiştin… Kurumuş dudaklarının arasında çıkan kısık bir sesle “Mahmut’um sen mi geldin” demiştin… Kuran dinleyenler şaşırmıştı… Kuran okuyanlar şaşırmıştı…
Bir tas su ile pamuk istemiştim… Pamuğu suya batırıp büyük bir özenle dudaklarını ıslatmıştım… Ağzına su damlatmıştım…
Konuşmaya başlamıştın… Sohbet etmiştik bir süre… Biz sohbet ederken çorba pişmişti… Sana ellerimle çorba içirmiştim…
Dünya’ya yeniden merhaba demiştin… On gün yan yana güzel vakit geçirmiştik… “Çoluk çocuğunun yanına, işinin başına git” demiştin…
Yanında kalmak için çok ısrar etmiştim… “Ben iyiyim” diye beni zorla göndermiştin…
Mersin’e indiğimde seni aramıştım… Uyuyordun… Evdekiler iyi olduğunu söylemişlerdi…
Aradan iki saat geçmeden vefat haberini aldım… Kâhta’ya geri döndüm…
Ölüm döşeğinde beni duyan babam, beni yine duyuyorsundur…
Tekrar dirilmeni beklemiyorum…
Zaten Dünya eski Dünya değil, Kâhta eski Kâhta değil…
Sen beni duyarsın, sesimi tanırsın babacığım…
Dinle beni babacığım, sana Kâhta’dan birkaç haber vereyim…
Yaptırdığın, senin adını verdikleri Mustafa Cami’nin ön tarafına bir mermer üstüne “Yapım Yılı 1952” yazdırıp yapıştırmışlar…
Cami duvarında yalan olur mu?
Biliyorsun benim doğum tarihim 1952. Caminin betonu döküldükten sonra beton yanmasın diye kaç kez suladığımı bu gün gibi hatırlıyorum…
Sen Malatya ilinden çimento ve buzlu cam getirmiştin. Kamyon kapımızın önünde duruyordu. Sen şoföre içerde yemek yedirirken, biz duvarın dibinde arkadaşlarla sohbet ediyorduk… El freni çekilmemiş kamyon aşağı doğru gitmiş, şoför gelene kadar Mustafa’yı Geje’nin bizim sokaktaki duvarına çarparak durmuştu…
Yıkılan duvarı sen yaptırmıştın…
Caminin inşaatı yarım kalmasın diye ağabeyimin benim dediği sarı ineği, bu da benim dediğim siyah ineği satmıştın…
Siyah ineği alan adamı, ineğimi götürüyor diye taşlamıştım… Sen bana kızmıştın…
Yatılı okulun altında bulunan bin beş yüz asmalık bağımızı satmıştın…
Büyük demirci dükkânımızı ikiye bölmüş, yarısını satmıştın… Para yetmeyince annemin altınlarını, kullanılmamış yedi yün yorgan ve döşeği Hası Delal aracılığı ile bir Cuma günü satmıştın…
Camiye aldığın hasırları ikimiz birlikte sermiştik. Cami tamamlanınca anahtarı götürüp müftüye vermiştin…
Müftü, resmi görevli atanana kadar sana ücretli imamlık teklif etmişti… Kabul etmiştin… Dört ay imamlık yaptığın halde o zamanın müftüsü ücretini ödememişti…
Yapım yılı 1952 olamaz… 1952 doğumlu olan ben bebekken anlattıklarımı yapamazdım… Cami duvarına yazılan yanlış tarih beni üzdü babacığım… Kaç yıl önce hangi akıllı bu ezbere tarihi yazdırmışsa silmelerini istiyorum…
Şimdiki Sayın Müftü efendiden, bağış yapılan yılın tarihini kayıt defterinden bularak doğru tarihi yazdırmasını rica ediyorum…
Sevgili Babacığım, senden sonra ki Kâhta’yı anlatayım…
Çocukluğumun 5 – 6 binlik Kâhta’sı yok artık.
Kâhta nüfusu 50000’i geçti. 5 – 6 binlik herkesin birbirini tanıdığı o büyük aileden iz yok artık.
Hatırlarsın esnafları tek tek sayardım. İki berber, altı demirci, dört semerci, üç fırın, üç nalbant, şu kadar bakkal, bu kadar manifaturacı, birkaç kalaycı, marangoz, iki kahvehane…
Kâhta büyüdü babacığım. Esnaf çoğaldı. Artık parmakla saymak mümkün değil.
İşsizlik büyük bir sorun oldu. İşsizlerle orantılı olarak kahvehaneler çoğaldı. Her taraf kahve dolmuş.
Kâhta nüfusundan fazla insanımız gurbet ellerine gitti… Ekmek için memleket hasreti çekiyor.
Kâhta sevdası bir başka sevda babacığım. Kâhtalı Kâhta’yı unutmuyor. Kâhtalı yine vefalı. Vefa sorunların çözümüne yetmiyor…
Benim gönlümden geçenleri sana anlatayım babacığım…
Sen cami yaptın. Olanaklarım olsa Kâhta’da fabrika yapmak isterdim. Tek bir işsiz kalmayana kadar fabrikalar yapmak… Okullar, kütüphaneler, parklar yapmak isterdim... Bilirsin ki insanların mutluluğundan büyük mutluluk duyan bir kalbim var benim…
Sevgili babacığım beni üzen şeyleri seninle paylaşmak istiyorum.
Demokrat geçinen çoğu insan kendine demokrat olmuş. Halktan kopuk aydınlar birer darbe sever olmuş. Mangalda kül bırakmadan arka arkaya yalanlar diziyorlar televizyon ekranlarında, gazetelerde… İnsanları yanlış yönlendiriyorlar… Demokratım demeye utanıyorum artık.
Darbeye ortam hazırlamak için mitinglerde saf insanları yürütüyorlar. İnsanların iyi niyetini suiistimal ediyorlar.
Üniversitelere bin bir umutla giden gençleri kendi kirli emellerini gerçekleştirmek için yine birbirine kırdırmaya çalışıyorlar… Anneler, babalar ağlayacak… Acılar kabuk bile bağlamayacak… Kandan medet umanlar ellerine kına yakacaklar… Gençlerimize yazık olacak…
Parklarda, kalabalık yerlerde bombalar patlatılıyor. Çocuklar, gençler, yolda geçen insanlar ölüyor.
İnsanlık erdemlerini birer birer yok etmeye çalışıyorlar. Tahammülsüz, hırçın, kaba insanlar olduk. Haberler, diziler insanlarımızı insanlıklarından uzaklaştırıyor. Sevgi, saygı, hoşgörü, dayanışma duyguları yok edilmeye çalışılıyor.
Bu duruma öyle üzülüyorum ki babacığım kelimelerle anlatamam.
Çocukluğumda sizlerden gördüğüm güzellikleri özlüyorum.
Hacı Üzeyir sağ olsaydı gidip elini öper bu durumu tahlil etmesini isterdim…
Hamit Evci sağ olsaydı onun güzel öğütleriyle doğan güne bakardım…
Ayhan Terzi yaşasaydı bu duruma ne diyorsun diye görüşlerini öğrenirdim…
Mehmet Şahin aramızda olsaydı karşılıklı durum değerlendirmesi yapardık…
Kime gideyim babacığım. Çok yalnızım. Sana geldim. Yüreğimi sana açtım. İçimi sana döktüm. Sevinçlerimin, üzüntülerimin bir kısmını dile getirdim.
Sen beni anlarsın babacığım. Sana yine geleceğim…
Seni çok seviyorum…