- 714 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DİRENİŞ YAZILARI
Büruc Suresi’nin edasıyla…
Kahrolsun o ashabı uhdud… Kahrolsun beni İsrail…
“Yemin olsun bürûc (burçlar) sahibi göğe!
va‘d edilen güne (kıyamete)!” (büruc-1,2)
Tarihlerden iman ve küfür savaşının en anlamlı mücadelesinde varılan hakkın hâkimiyet zaferi. Yere damlayan bir kandamlasının, hendeklerle bitirilemeyen iman dolu yürekleri. İzzetli duruşun şerefle şehadete namzet oluşunun bitmeyen filizleri.
Ya şebab! Kaçımız hesap ettik yere düşünce yerdekileri diriltmeyi? Direniş ölümle başlayan bir kavramdı gençlerimizin alınlarında. Meydana çıkan bir yiğit! Son nefesiyle yaptığı anlaşmanın şeref verici sonunu görememenin hüznüdür belkide sadece gözlerindeki. Ya sonra? Artık Rahmanın müdahalesinin vaktiydi… Her şeye şahit olmaya kitlenmiş gözler ve şahit olunan gerçek “Lailaheillallah”
“Hem (o günde) şahit olana ve şahit olunana!” (büruc-3)
“Gencin rabbi olan Allan’ın adıyla."” demişti zulmün soluğu! Boğazına dayanacağını nerden bilebilirdi ki! Rabbin o soluğu kesip, katından kalplere nüfuz edecek bir imanı emir buyurmuştu artık. Yağan nurdu gökten kalplere. Yere düşense Zulme vurulan darbeydi şehadetle!
Ve meydanlarda ilahi kelamın ifadesiyle şahit olanlar! Tek bir kelimede can bulmuştu, o gencin Rabbinin adına! Davasına! Birliğine! Tevhide! Kula kulluktan kurtulmuştu tüm bedenler, yere düşen genç bedenin kefaretiyle. Ama hayır! Bitmemişti, bedel ödemek gereksindi.
Herkesin bakışları kan bulanmış ard’ın, o en yaşam dolu noktasında buluşmuştu. Ve sözleştiler o yerde, and ettiler. Kurutmayacaklardı bu kanı. Alınlara değmişti bir kere “Aziz ve Hamid” olan ilahın sevdası. Bilinmişti artık, ölüm beklenir kılınmıştı, bir tek bilinmeyendi ne yandan geleceği.
“Kahrolsun Ashab-ı Uhdûd
Yakıt dolu ateşin (sahipleri).” (büruc-4,5)
Kahroluyordu şimdi bir ashab göklerden gelen emirle! Kahrolasıya kazdıkları çukurların sahipleri oldular. Yeryüzünde var edeceklerini sandıkları bir cehennem! Biz o çukurun ehliyiz demişlerdi artık. Ve mühür vurulmuştu; “kahrolsun ashab-ı uhdud”.
Bakın şu gence; Ölüm nedir ki, bırakın biz atlarız bu çukurlara “bismillah”… Ve şimdi bir anne çukurun başında, kucağında minnacık yavrusu. Şefkat ve korkuyla bağrında saklamak istercesine tutuşu. Getiriyorlar, kucağındakine henüz göz dikmemiş firavunların emriyle diğer çocuğunu. Dön dininden bana iman et yoksa çaprazlama kesip ateşe atarız tehditleri çınlıyor kulaklarında annenin. Dua ediyor dursun diye kalbi, görmesin gözü, işitmesin evladının acısını. Dağlar yıkılsındı üstüne… Dönmüyordu dininden, şimdi dönüp de zulme dur dahi diyemeyen alçak şahsiyetlerine bürüdükleri Müslüman kimlikleriyle erkek olamayan yöneticilere inat!
Bitmemişti, kucağında sıkıca tuttuğu yavrusundaydı gözleri. Yapamazdı, canını düşünmüyordu dahi, ama yapamazdı, bu yavruyu ateşe atamazdı. Yanmasını seyredemezdi, küçücük masum bu bedene çok ağırdı bu ateş. Habersizdi yavrucak, o kendini annesine emanet etmişti. Anne bu emanete ihanet edemezdi. Durup bakmıştı yüzüne, gözünden düşen yaştan sakınıyordu yavrusunu ateşe nasıl atsındı. Çaresizdi, gayrı ferman belliydi. Ya dönecek ya da ateşe bulayacaktı ciğer paresini. Kararını verdi, dönecekti dininden kalbi doluyken imanla. Ama hayır! Kalbine uzanmıştı bir ses kucağından; "Anneciğim sabret, çünkü sen hak üzeresin" diyordu… Ve atlıyordu…
“Ki onlar, onun (ateşin) etrafında oturmuşlardı.
Ve onlar, mü’minlere yaptıkları şeyleri seyrediyorlardı.
Ve onlardan intikam almaları, Aziz ve Hamîd olan Allah’a iman etmelerinden başka bir şey için değildi.” (büruc-6,7 ve 8)
Ateşin içinde bir sevda, anne ve yavrusu… Belki ilk defa bu kadar sevilmişti bir ateş. İlk defa değerliydi yaratıldığından o güne.
Yazıklar olsun! Yavrusunu bahane edip hak yoldan beri kalana! Yazıklar olsun! Bağrımızda katledilen yavrulara mukabil, evlatlarıyla dünyaya dalanlara. Yazıklar olsun! Kalplerini eğlenerek öldürenlere. Yazıklar olsun! Kulaklarını hak yoluna yapılan çağrılara tıkayanlara… Yazıklar olsun! Yazıklar olsun! Yazıklar olsun!
Utanın! Utanmayı unuttuğunuzdan. Utanın! Tertemiz kardeşlerimizin ırzına geçilmesine. Utanın! Müslümanların izzetini teslim edişinize. Utanın! Meydanlara düşen bir değil binlerce gencin çağrısıyla dirilmeyişinize. Utanın! Yavruların bedenlerindeki her bir mermiden. Utanın! Başınız ağrıdığında ah etmekten. Utanın! Mücahit ve mücahideyiz diye gezinmekten! Utanın! Her bir annenin feryadından. Utanın! Utanın! Utanın!
Gözümüze uyku girmesin! Bunca şehidin ardından dirilmediysek. Gözümüze uyku girmesin! Hala tek bir damla gözyaşı dökemediysek. Gözümüze uyku girmesin! Ellerimiz bebelerin katli son bulsun diye kalkmıyorsa Sema’ya ve kırılsın o ellerimiz! Gözümüze uyku girmesin! Ümmetin bu acısı dinmeden. Gözümüze uyku girmesin! Uykusunu kabirde tamamlayan yavruların ardından sessiz kalırsak.
“Muhakkak ki Rabbinin yakalaması elbette çok şiddetlidir.” (büruc-)
Ölenlere vefa borcunuzu ifa etmek istiyorsanız eğer, kalkın ve dirildik deyin. Diriltecek bir genci yetiştirin yitirdiklerimize inat. Unutmayın sakın! Biz hiç yenilmeyiz! Ölsek de zafer bizim dirilsek de. Ne Gazzemizi ne Suriye’mizi ne Mısırımızı ne Doğu Türkistan’ımızı ne de Afganistan’ımızı vermeyiz. Yetiştirdiğimiz her bir genç, zalimlere vuracağımız en büyük darbedir. Ahmet Yasin bir tanedir, Hasan el-benna bir tanedir, Abdullah azzam bir tanedir, şeyh şamil bir tanedir. Bu birler milyonların önderi kâfirlerin korkusu olmuştur. Ya bu birlerden ol, ya onları yetiştirenlerden ya da onların yanında olanlardan. Eğer hiçbiri değilsen zalimin ta kendisi, zulmün tarafısındır… Unutma “zulme rıza zulümdür”
“Zulme Karşı Tek Başına Olsan Dahi, Yürüyeceksin!" Hz. Ömer(r.a.)
Hazır olun! Eğer gerçekten iman etmişseniz, başınıza geleceklere hazır olun…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.