- 482 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Oda (1)
“ Baba, baba,. Kimse benimle ilgilenmiyor. Ben sıkıldım”
Kendi odamda okuduğum metine öyle dalmıştım ki kızımın kırılgan sesle söylediği bu cümleleri kaç kere tekrarlayıp durduğundan sonra farkettim. Onun sesini duyunca ekrandan kafamı hemen kaldırıp odasına gittim.
- Ne oldu tatlım? Niye bu kadar üzgünsün?
- Baba, sabahtan beri tek başıma odamdayım. Sıkıldım artık.
- Neden canım benim? Annen var. Abin var. Git onların yanına.
- Annem mutfakta yemek yapıyor. Abim de kendi odasında cep telefonunu kurcalıyor. Hadi baba ne olur, dışarı çıkalım.
- Peki senin ödevin yok mu?
- Dün gece hepsini bitirdim.
Kızımın üzgün halini görünce haklı olduğunu düşündüm. Zavallı çocuk haftanın tüm günlerini okul ve okul ödevleriyle geçiriyor. Ona sadece hafta sonu kalıyor.
Aslında başından beri bu eğitim sisteminin ve öğretmenlerin çocuklara yüklü miktarda ödev vermelerine hep karşı olmuşum. Okulu bir fabrika ve çocukları da oranın işçileri gibi sanan eğitim sisteminin yanlış olduğunu düşünmüşüm. Fabrika ürünü gibi ödev yapmaları çocukların zeka ve yeteneklerini geliştiremez ve yaratıcılık güçlerinin takviye edemez.
Aşırı ev ödevlerinin yanı sıra performans adlı ödevler de çocukların ve ailelerin gereksiz yere boşu boşuna zamanlarını harcıyorlar. Performans ödevinin adını ilk duyduğumda aklıma gelen şey çocukların sınıfta takım halinde bir araya gelip belli bir konu üzerinde çalışmalarını düşünmüştüm. Ama sonunda bu ödevin öğrencinin kendisi tarafından değil belki anne babaların kırtasiyelerden gereken malzemeleri bulup evde yaptıkları mantıksız bir iş olduğunu öğrendim maalesef.
Bu yüzden kızımın o hafta sonu odasında üzgün kalmasının nedenini azdan çoktan anladım. Ve tüm hafta içi günlerini ödev yapmakla geçiren bir çocuğun en azından hafta sonu aile üyeleriyle birlikte zaman geçirip eğlenmesini doğal bir hakkı olarak düşündüm.
Hemen odama geçip laptopumu kapattım. Üstümü değiştirerek odasında kendisiyle meşgul olan oğluma da seslendim ve hep birlikte dışarı çıkacağımızı ona söyledim.
“Ben gitmiyorum. İşim var” diye bağırdı.
Hemen odasına geçip dedim:
- Olmaz. Cep telefonunla oynamayı bırak. hemen bizimle gel.
- Baba, Allah aşkına, yalnız hafta sonum var onu da elimden alma lütfen.
Eşim mutfaktan bizim tartışmamızı duyunca yüksek sesle dedi:
- Siz ikiniz gidin. Oğlan evde kalsın. Ne olur tartışmayın. Bırakın beş gün telaşın ardından hafta sonu kafamız dinç olsun.
Tamam dedim ve kızımı da alıp evden dışarı çıktım. Asansörde aşağı inerken sanki kendi çocukluğuma iniyordum. O küçük evimize, kardeşlerimle beraber yaşadığım odamıza.
Küçük evimizde bir oda vardı. Okuldan döndüğümüz andan itibaren oda bizim olurdu ve ortasında yastıklardan karşı karşıya cepheler kurardık. Cephelerin arkasında gizlenip birbirimize karşı düşman olurduk. Okuldan sonra oda biz kardeşler için dünyanın en eğlenceli oyun alanı olurdu. Yastıkların arkasından çoraplardan yaptığımız el bombalarını fırlatmak sanki bir gerçek savaş meydanını biz çocuklara hissettiriyordu.
Of, ne kadar de özlemişim o odayı. Birbirimize yakın olan günlerimizi, hem de çok çok yakın.
Binanın dış kapısından çıkarken düşündüm de acaba değer miydi bu kadar evden uzak kalmak, çoluk çocuğunu yanına alıp kendi memleketinden ayrılmak? Belki de gelecekteki başına gelenleri kabul edeceksin. Alnındaki belli o yazıyla anlaşıp olduğun yerde kalacaksın ve bilmediğin bir talihin peşinde koşmayacaksın. Anlamaya çalıştığım şey şudur ki acaba bunca koşup koşup kovalamalar bir gün işimize yarayacaklar mı? Nereye kadar, ne zamana dek bu koşuşturmalar devam edecekler?
Kaldırımda parka doğru yürüdüğümüzde temiz havayı solumak ikimizi de canlandırdı. Biraz önce odasında solmuş bir çiçek gibi oturan kızım önümde zıplayarak koşup duruyordu. Kaldırımın ortasında ince uzun havuzun yanından geçerken fıskiyelerin su sesi ruhumun en derin noktasına kadar sızıyordu. Suyun sesi sonbaharda esen rüzgar gibi beynimdeki ağacın kurumuş yapraklarını koparıp yere döküyordu ve onu gereksiz düşüncelerden arındırıyordu.
Ama kuru yapraklar dallarından ayrılsalar bile yine dallarının üzerinde bıraktığı izler öyle kolay kolay silinemezler. Güvenimizi kazanıp hayatımızdan bir şeyler koparan insanları nasıl da unuturuz? Yüreğimizi sevgisiyle beslediğimiz kişinin mahvettiği her şeyi ve bizi terkettiğini nasıl unutabiliriz?
O kişileri ne kadar da düşünmemeye çalışsak ve onları beynimizden silsek de yine zaman zaman onlarla yaşadıklarımız hoş ve kötü günler aklımıza gelir.
Kızım susamıştı. Havuzun yanındaki büfeden ona istediği teneke kutu Ice Tea’yi aldım. Havuzun kenarındaki bankta oturduk. O içeceğini içmeye başladı. Bense fıskiyeden akan suyun sesiyle içimdeki izleri silmeye çalıştım....
Birinci bölümün sonu.
Muhammed Ahmedizade
Oda (1) Yazısına Yorum Yap
"Oda (1)" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
muhammed1347
@muhammed1347
Sevgili hocam, sıkıntılardan ve yaşamın iniş çikişlarından çok şeyler öğrenebiliriz. Değil mi? Şimdiki nesil bir kurşun kalemin de ne kadar kıymetli bir şey olduğunun bile farkında değil. Okuduğunuza sevindim. Saygılar