- 507 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ BAYRAMLAR GERÇEKTEN DAHA MI GÜZELDİ ?
Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir. Mevlâna
Televizyonda özellikle dinî bayramlar kutlanırken, yaşlı insanlarla çeşitli söyleşiler gerçekleştirilir. Bu söyleşilerde hep eski bayramlar şöyle nezihti, böyle hoştu gibi anlatılar dileriz. Ellili-altmışlı yılları yaşamış biri olarak hayrete düşmekteyim; acaba bu bahsedilen bayramlar padişah dönemlerine mi aitti (?) diye düşünmeden edemiyorum. Abartmayı seven bir yapımız var millet olarak sanırım. İstanbul’da yaşamayanlar bu anlatılanları dinledikleri zaman; “Vay be İstanbul’ da bayramlar ne kadar güzel yaşanırmış” dediklerini duyar gibiyim. Benim de çocukluğum, gençliğim, İstanbul’un küçük bir mahallesinde geçti. Acaba, başka bir İstanbul’dan mı bahsediliyor diyorum kendi kendime. Ayfer Tunç hanımefendinin, “Bir mâniniz yoksa, akşam annemler size gelecek” adlı kitabında 1970 li yıllarıın yaşamından çok güzel kesitlerini hepimiz okumuşuzdur sanırım.
Neyse bende kendi bayram hatıralarımı sizlerle paylaşayım.
Efendim, insanların bu kadar abarttığı kadar bir hoşluk içerisinde hiç olmazdık. Bayramlar bugünkünden farklı değildi. Bence tek fark; imkânsızlıkların yaşandığı bu yıllarda, bayramlarda imkânların zorlanmasından başka bir şey değildi. Örneklersek eğer: Bayram tıraşı denilen olay çok daha eskilere dayanırmış. Daha eskiden: Yokluk yıllarının çok daha etkili olduğu yıllarda, insanlar ancak bayramdan bayrama tıraş olabilirlermiş. “Bayram tıraşı” deyimi o yıllardan kalma olsa gerek. Ellibeşli-altmışlı yıllarda o kadar olmasa bile, gene de sık sık berbere gidilmezdi. Sebebi de mâlum; maddi yetersizlik.
Keza;” Bayramlık Kıyafet” olayı da aynı şekilde idi. İnsanların yeni ayakkabı almaları ancak ayakkabılarının tamiri (gizli pençe denilen; tabanının değiştirilmesi, topukların değişimi, topuklara kabara çakılması) artık olanaksızlaştığı zaman gerçekleşebilirdi. Elbiseler, ceketler, pantolonlar iyice eskiyinceye kadar kullanılır, yırtılınca ördürülerek tekrar be tekrar giyilirdi. O zamanlar mahallelerde örücüler vardı. Yırtılan elbiseleri makinası ile itina ile tamir ederlerdi. Tabii gene de belli olurdu tamir yeri, ne kadar itina ile yapılırsa yapılsın. O yıllarda konfeksiyon bu kadar gelişmemişti henüz. Mahalle terzileri sanatlarını konuştururlardı. Böyle bir ortamda bayramda çocuklara alınan yeni her şeyin çok değerli olarak görülmesi gayet doğaldı. Yoklukların yarattığı, bayramda yeni ayakkabı veya elbise sahibi olma sevincinden başka bir şey değildi bayram sevinci.
Bayramlarda yapılan börek, kadayıf, baklava evlerde annelerimiz, ninelerimiz tarafından imâl edilirdi. Zaten dışarıdan almak, dediğim gibi maddi açıdan insanların olanakları haricin-deydi ve yaygın değildi. Keza bayram ziyaretlerinde genellikle; kağıtlı şeker, akide şekeri, badem şekeri veya lokum ikram edilirdi. Sık sıkta, özellikle yazın limonata başlıca içecek olurdu. Çikolata nadirattan ve kıymetli idi; bayramda her çocuğa kısmet olmazdı çikolata tat-mak. Hediye olarak mendil verilirdi genellikle. Maddi durumu iyi olanlar ise, mendilin içerisin harçlık koyarlardı. Biraz hâli vakti yerinde olanların bayram ikrâmı, likör ve yanında çikolata olurdu. Çocukların bayram eğlencesi sokakta oynamaktı. Çocuklar için eğlence aşağıda anlatacağım şekilde yaşanırdı çoğu kez. Bu anlatacaklarım sadece bayrama has olmayıp her gün veya iki- üç günde bir yaşanılan gündelik olaylardı. Bayram da biraz daha sık olarak gerçekleşirdi tabii ki.
Macuncularımız vardı: Macuncunun mahalleye geldiğini, zurna veya klârnet sesinden anlardık. Eritilmiş şekerin boyanması ile yapılmış macun şeklinde bir tür şekerleme olan rengârenk macunları; macuncu, bir tahta çubuğa elindeki tornavida ile dolayıp bizlere satardı. Çoğu kez macuncunun elinde bir zurna veya klârnet olurdu; sokak başında durur bir iki melodi çalardı. Arkasından, elma şekeri ve horoz şekeri satan şekerci dolaşmaya başlardı. Simitçileri saymıyorum, onlar bugün de varlıklarını hâlâ sürdürebiliyorlar. Günümüzde de devam eden kâğıt helva, pamuk helva satıcıları da mahallenin müdâvimlerindendi.
Sanırım en ilginci olanı, ayı oynatan Çingenelerdi. Ayı oynatıcıları çocukların en fazla ilgisini çeken göstericilerdi. Çoğu Çingenelerden oluşan ayı oynatıcıları, arkalarında bir sürü çocuk ile mahalleye girerler ve tam sokağın orta kesiminde sanatını göstermeye başlarlardı. O dönemde hayvan hakları olmadığından ( ! ) zavallı ayılar, burnundaki halkayı çeken Çingene tarafından zorla ayağa kaldırılarak, iki ayağı üzerinde hareket etmesi sağlanır; bu arada oynatıcı def’ini çalarak şarkı söylerdi . Hadi bakalım: “Ayşe teyze hamamda nasıl bayılır” deyip hayvanı sırt üstü yere yatırır, ”Ayşe teyzem hamamda nasıl oynar “deyip hayvanı iki ayak üzerinde sağa sola hareket ettirir ve zıplattırırdı.Tabii bu işlemi, zavallı hayvanın burnundaki halkayı çekerek, acı verdirerek sağlardı. Hiç unutamadığım bir anım da, sırtı ağrıyanlar yere yatar, ayı iki ayağı ile o kişinin sırtını ezer, yatan kişi: “Oh, kulunçlarıma iyi geldi “ derdi. Daha sonra, günün sevilen şarkılarını söyleyen mahalle şarkıcıları mahalleye gelirdi. Köşede durur, şarkı söylemeye başlar, sonra elinde şarkı sözlerinin yazıldığı kâğıtları satmaya çalışırdı. Bayramda mahallenin postacısı, bekçisi, çopcüsü en iyi kıyafetlerini giyerek kapıları çalar ve bahşiş toplamaya başlarlardı; ama bunlar biz çocukların ilgisini hiç çekmezdi.
Öyle, atlı karınca, dönme dolap her yerde yoktu; İstanbul’ un sayılı yerlerinde kurulurdu. Ancak o civara yakın oturanlar çocuklarını oraya götürebilirlerdi. Örneğin İstanbul’un Kadıköy yakasında “Kuşdili” denilen mevkide vardı bu tür etkinlikler. İstanbul’un Avrupa yakasını hiç mi hiç bilmezdik. Büyük kentte yaşamanın bir ayrıcalığı olarak sinemaya götürürlerdi bizleri annelerimiz babalarımız; bize uygun filmler olunca tabii. İşte, biz çocukların tüm eğlencesi bunlardı. Sinemaya gitmek, macun şekeri, kâğıt helva, pamuk helva, simit ve halka satıcıları, şarkı sözü satanlar, ayı oynatıcıları sadece bayramlara has değildi; her zamanki aktivitelerdi; bunu da tekrar belirtmekte yarar var. Tabii bayramlarda daha sık gerçekleşirdi.
İstanbul da ulaşım zor olduğundan, bayram ziyaretine uzak yerlerdeki akrabalarımıza gi-demezdik, hele Avrupa yakasındakilere gitmek çok seyrek olurdu .Yollarda trafik sıkışıklığı söz konusu değildi, çünkü ulaşım araçları çok kısıtlı idi. Halkın en çok kullandığı ulaşım aracı tramvaylardı. Tramvay güzergâhları da belli ana yolları takip ettiğinden, her yere ulaşmak zor olurdu. Minibüs ve dolmuş az sayıdaydı. Damalı taksilere ise halk pek kolaylıkla binemezdi. İnsanlar zaten genellikle belli bir çevrenin dışına pek çıkmazlardı. Herkesin belli bir mahallesi vardı ve oraya aitti. Bayram ziyaretleri, insanları çevrelerinin dışına çıkmaya zorladığı zamanlar olduğundan, biz çocuklar için, bir yere gitmek heyecan verici olurdu. Komşuluk ilişkileri, sayı azlığından dolayı, mecburen daha sıcak olmak zorundaydı. Her gün mahallede birbirlerini gören, tanıyan insanların bayramlarda birbirlerini ziyarete gitmelerinden daha doğal bir şey olamazdı; fazla bir seçenekleri de yoktu insanların. Televizyonda anlatılanlar, o dönemin maddi olanakları fazla olanların yaşadıkları olsa gerek. Büyük bir çoğunluk anlattığım şartlarda bayramları kutlardı.
O dönemde telefon yaygın olmadığından, bayram tebrikleri, veya kartpostallar el yazısıyla –dolma kalemle- itina ile yazılır ve bayramdan çok önce postaya verilirdi. Babamın, annemin yazdığı bu tebrik kartlarını postahaneye götürmek bizlerin görevi idi. En büyük zevkimiz eve gelen tebrik kartlarını beklemek ve okumak olurdu; hele hele kendi adımıza geldiği zaman bir başka hissederdik kendimizi. Mahallemizin postacı amcasını beklerdik her gün, aynı saatte. Belki artık adam yerine konduğumuzun, belki de büyüdüğümüzün bir işaretiydi bizim için adımıza tebrik, mektup, kart gelmesi. O zaman küçük tebrik kartları modaydı (boyutları yaklaşık kredi kartları büyüklüğünde, düz beyaz kartondan yapılmış, aynı boyutta zarfları olan kartlar), gençler ise daha çok kartpostalları tercih ederlerdi.
Çocuklar için en güzel olan, serbestçe mahallede arkadaşları ile oynayabilmekti. Oyun alanları, yani bomboş kocaman arsalarla doluydu her taraf: Yani her yer oyun sahası idi bizler için. O dönemlerin en güzel, en aranan yönü bu tarafıydı sanırım. Her yaş gurubundan çocuğun hep birlikte oynadıkları, ilişkilerin bugünkünden çok daha ileri olduğu zamanlar. Abilik ve ablalık kavramlarının tam anlamıyla yaşandığı yıllar. Arkadaşlıkların çok daha can-dan yaşandığı, paylaşımın çok daha ileri düzeyde olduğu bu yıllarda, topu olanın tek ayrı-alığı kendi takımını kurabilme hakkını kazanmasıydı. Zaten, mahallelerdeki aileler arasın- da hayat standardı birbirlerine çok benzerdi; arada büyük uçurumlar yoktu. Bisiklet sahibi olmak en büyük hayalimizdi. Bayramlarda toplanan harçlıklarla bisiklet kiralamak bir diğer eğlenceli olaydı. O zaman, bahçeli evlerimizde yetişen meyveleri gizlice toplayıp yemek ayrı bir heyecan verirdi bizlere. Bahçe olgusu, toprakla, çayır, çimenle haşır neşir olmak kentli çocuklar için aranıp da bulunmaz bir nimetti. Tabii, tüm bunların bayramla bir ilgisi yok ama, gene de değinmeden geçemedim.
Eski ramazanlar içinde, anlatılanları hiç yaşayamadık. Belki bizim İstanbul’un Asya yakasında oturmamızdan kaynaklanıyor olabilir. Ramazanda radyodan karagöz hacıvat dinlemek tek eğlencemizdi: O da radyo parazit yapmazsa tabii.
Yani Türkçesi; bugün geriye dönüp baktığımda bayramların çok sade bir şekilde kutlanmış olduğudur. Yanılmıyorsam asıl özlem duyulan bayramlar değil, yaşanılan o yaş devreleridir. Çocukluk, gençlik çağlarına duyulan özlemin başka bir tarzda ifadesi olsa gerek. Ballandıra ballandıra anlatılanlar, aslında bayramlar değil çocukluk ve gençlik yıllarının o heyecanları. İnsan zihni burada da kendi kendine yalan söylemeyi becerebiliyor. Televizyonlarda anlatılanları dinleyenlerin zihninde o eski devirler âdeta ulaşılmaz, efsunlu (sihirli) özellikler çağırıştırıyor. Bende acaba başka bir İstanbul daha mı var diye şaşırıp kalıyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.