- 1034 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
İlk Kaçış
Bin dokuz yüz yetmiş sekiz yılının büyülü yazıydı.
Henüz on beş yaşın baharındaydık...Umutlarımız, hayallerimiz, sabahtan akşama unutulan aşklarımız vardı.Okul bitmiş, hummalı bir harman kaldırma telaşıdır başlamıştı.
Bir şiirimde: "Babam ki görklü bir dağ idi Maraş elinde" dizelerinde vücut bulan muhterem pederim Dirgenoğlu İsa, Demokrat Parti’nin hızlı yıllarında "Her mahallede bir zengin, her köyde bir ağa" yaratma politikasından nasiplenmiş, eski külhanbeyi, bütün zamanların en yakışıklı köy ağası, Mahzuni Şerif’in en yakın dostu, sesi İbo’ya beş basan yöresel ozan, iki hatundan yirmi kadar çocuğunu aşiret yetiştirir gibi yetiştiren Erol Taş serti bir adamdı.
Babam, sırtında *Karabina’sı ( *Kore Savaşı’ndan yadigâr, otuz iki mermi alabilen Amerikan piyade tüfeği.), belinde domdom kurşunlu (değdiği yerde bomba etkisi yapıp bir daha patlayan) Rus malı Takarof tabancası, atının heybesinin bir gözünde bağlaması, diğer gözünde tüfekleri olduğu halde yaylaya revan olmuş mütevekkil bir köylüden çok, sefere giden tam techizatlı bir askeri andıran o çılgın adam, sekiz oğluna da bir gıdım acımaz, onları gece gündüz tarlalarda ırgat gibi çalıştırırdı.Haydi, ağabeylerin bir şekilde askerliği, okumayı, sınavları bahane edip işten kaytardıkları oluyordu ama iki Memet’in anasından emdiği süt burnundan fitil fitil geliyordu.
Kardeşimin de adı Memet’ti.Sanki başka ad’a kıran girmiş gibi annelerin, birbirlerine inat olsun için, ikisi de çocuklarına Memet ismini koymuştu.Havalide çocuklara ad koyma laf olsun türünden, tesadüfen yapılan bir şey değildi elbette. Bir çocuğa ad koymadan önce "adı sahibi" dedikleri zat-ı muhteremin düşman taraftan (kanlılardan) en az birinin kulağını, kuyruğunu kesmesi ya da onu öldürmesi şarttı.Kan davasında racon buydu: Bir sizden-bir bizden...Gerçi birçok konuda olduğu gibi bu mevzuda da kuralı kendine yontan,takmayan,bir batında üç-beş cinayet doğuranlar da yok değildi.Örneğin bizim adımız da meşhur yiğit Dirgen oğlu Muhammed amcamızdan bize yadigar kalmıştı.
Ad sahibimiz Muhammed Ağa,sülaleye tebelleş olan fanilerden üç beşini temizleyip yıllarca Antep Cezaevinde yatmış, babası Dirgen Ali’nin Maraş Kuva-yı Milliye’sine mensup hatırı sayılır bir çete reisi ve Mustafa Kemal Paşa’nın uzaktan da olsa sevgisine mazhar olması hasebiyle, Ulu Önder’in emriyle bu davalardan affedilmiş, cezaevinden çıktıktan sonra Halep’te Dar-ül Fünun okumuş alim bir kişiydi.Dolayısıyla sülalede elli altmış kadar Memet adlı çocuğun bulunması çok da şaşırtıcı değildi.Bu durumda elemanlar karışmasın diye, çocukların fiziksel yapısı da dikkate alınarak gizli bir el tarafından ha babam lakaplar (takma adlar)konuluyordu çocuklara.Bu cümleden, anacığım beni "Paşam" diye sevdiği için bana "Paşa Memet", üvey biradere de çın çın çınlayan bir sesi olduğu için "Çın Memet, sonraları Cin memet" lakabı uygun görülmüştü.
Cin memet’le sanki kardeş değil de çok samimi iki arkadaştık.Zaten kasaba bizi "Memetler" diye bilirdi.Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, aramızda bir yaş olsa da adeta ikiz gibi birbirimizi kollardık.Harman gelip çatmış, İsa Ağa (babam) bize Çin işkencesi yapıyor, harmanı bitirsek, saman taşımaya, samanı bitirsek, pancar sulamaya, o işi bitirsek başka bir işe milim şaşmaz bir hızla bizi konuşlandırıyor, çanımıza ot tıkıyordu.Bu işleri bitirmek saatler sürüyor, Cin Memet’le dağda koyun otlatırken okuduğumuz romanlardaki kahramanlara öykünüyor, büyük şehir hayalleri kuruyorduk. Ah ah... Tıpkı filmlerdeki gibi büyük şehre varıp hemen bir iş bulacağız, iyi okullarda okuyacağız, okuyup doktor, mühendis olup ve çok para kazanacaktık.
Bunları gerçekleştirmek hiç de zor görünmüyordu.Ben bir plan yapmıştım:
Nohut harmanını sürüp, nohutları çıkarıp gizliden satacak ve o parayla büyük şehre kaçacaktık.Babamın Sarız tarafında Afşar köylerinden birine düğüne gittiğini öğrenir öğrenmez harekete geçtik.O gün, Allah’tan, ağabeyler de evde yoktu.Cin Memet Aziz Mustafa Amca’dan öküzleri ve döveni almış, ben de harmanı sürmeye hazır hale getirmiştim. Çok hızlı hareket ediyor, zavallı hayvanları uzun ve ucunda iğne bulunan ve adına "mesez" denilen değneklerle dürtüp her yerini kan içinde bırakıyorduk.
Nihayet öğleye doğru harmanı çıkardık, ceç halindeki nohudu savurduk, daneler çil çil altınlar gibi ayrışmıştı.İki kocaman çuvala doldurduğumuz nohutları ıhlaya tıslaya köy meydanına getirdik, zahireciye sekiz yüz yetmiş beş liraya sattık.
Parayı cebe indirmiştim.Şimdi Cin Memet’ten kurtulmanın bir yolunu bulmalıydım.Eski, tahta bir bavula yırtık pırtık pantolonlar, eprimiş gömlekler, havı dökülmüş kazaklar filan yerleştiriken, anneler bizi caydırmaya çalışıyordu.
---Oğlum, yavrum siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz, bak birazdan babanız gelir ve sizi eşek sudan gelinceye kadar döver, bu büyük şehre kaçmak da neyin nesi?
---Karışma lütfen anne, biz kafaya koyduk, bu adamın zulmüne daha fazla dayanamayacağız. Şamar oğlanına döndük, elinde kırbaç ha bire sopa atıyor bize, yetti yahu!
Annem ne dediyse dinlemedik. "Köyden İndim Şehire" artistleri gibi bir yaz ikindisinde ilçeye doğru yayan yapıldak yürüyen, umutları filizlenmiş iki delikanlıydık şimdi.
Hiç mi vasıta geçmezdi bu Allah’ın belası yoldan.Saatlerdir ne bir traktör ne de bir yeşil tenteli jip denk gelmişti.Sanki her şey yolundaymış gibi geçtiğimiz köylerde ne kadar köpek varsa peşimize düşüyor, bizi perişan ediyordu namıssızlar.(Allah bilir bu sebepten Eskişehir sokaklarında köpek gezdiren entel dantel takımına sinir oluyorum:))
Hava kararırken ilçeye ulaşmıştık.İlkten Ankara’ya otobüs bileti aldık.Otobüsümüz akşam dokuzda hareket edecekti, ama ben Cin Memet’e otobüsün kalkış saatini söylemiyordum.Elbette ki hain bir planım vardı:)) Cin Memet’i yıkanıp temizlenmesi ve karnını doyurması için halamlara göderirken otobüsün onda kalkacağını söylemiştim.Bu bir saat bana epey yol aldırırdı,o zamana kadar Göksun’u bulurdum.Para bendeydi,şimdi yapılması gereken Ankara’yı bilen iyi bir kılavuz bulmaktı.
Eveeet, tabi ya, nasıl düşünemedim? Hala oğlu Emin...Emin hemen hemen her ay Ankara’ya gidiyor, sakat bacaklarını tedavi ettiriyordu.Bir koşu Töbder’e gittim, komunuküsler bir yandan vatan kurtarıyor, bir yandan da ciddi bir şekilde okey oynuyorlardı.Emin’i buldum, mevzuyu anlattım, Cin memet’i ekip Ankara hülyalarına kapılmamamız için hiçbir sebep kalmamıştı.Oh be! "Bekle Ankara üleyyynnn! Sen mi büyüksün ben mi?" tiradını haykırmadan evvel otobüsümüze bir güzel kurulmuştuk.Saat akşamın dokuzuydu, Cin Memet otobüsün onda kalkacağını sanıyor, "ha ha ha keriz işte":)) demeden camda "tık tık tık! yapan kocaman bir el gördük.Eyvahtı,vay kâfir gominis nereden çıktı bu Cin oğlan şimdi? Muavini tembihledim, aman ağabey, dedim; sakın bindirme, bak bu oğlan evden kaçıyor, tinerci olur maazallah!
Cin Memet aşağıdan bize hesap sorar gibi hareketler yapıyor, biz gayet rahat, hoşça kal kardeş, der gibi ona el sallıyorduk ki oğlan yine cinliğini yapmış ve otobüs tam hareket edecekken kıvrak bir cinlemeyle içeriye atmıştı kendini.Epey kızıp köpürdü bize. Dakikalarca Cin Memet’i sakinleştirmeye çalıştık, sonunda pes etmişti.Şimdi yola üç kişi devam ediyorduk.
Yolcular üstümüzün başımızın kepazeliğinden bir haltlar karıştırdığımızı seziyor ama aldırmıyorlardı.Otobüsümüz üç saat sonra Pınarbaşı ilçesinde mola vermiş, vatandaş yemeğe inmişti.Ben kesinlikle para harcamıyordum, oğlanlar açlıktan geberiyordu.Emin bir ara sırıttı:
--Dayı oğulları gelin benle, istediğinizi yiyin, için hesabı ben hallederim ama bir şartla:"Bir paket Marlboro alacaksınız." Eee ne yapalım kabuldü.Emin masayı kebaplarla, tatlılarla donattı, karnımızı doyurmuştuk Oh be, dünya varmış!.. İyi de bu çocuk bu hesabı nasıl ödeyecekti. Bizi ısrarla lokantadan dışarıya gönderdi, zaten otobüs kalkmak üzereydi, cırlak bir ses anlaşılmaz ve feminen bir edayla otobüsümüze binmemizi öğütlüyordu.
Neyse Emin de son anda gelmişti, yeniden tatlı hayallere dalmıştık.
Sabaha karşı bir mola daha: Bu defa Kırşehir-Mucur’a gelmiştik.Emin yine aynı muhabbetleri tekrarladı, biz lokantada ne var ne yok tıkınıp tam yerimize oturduğumuzda, otobüs kalkışa hazırlanıyordu.Fakat Emin görünürde yoktu, bekle Allah bekle...Gelmez...Yahu nereye gitti bu oğlan, tuvaletlere baktık, sağa sola sorduk yok.Derken karşıdan ağzı burnu kan içinde Emin göründü,ağlıyor, bir yandan da bize veryansın ediyordu, ben telaşla:
--Len oğlum ne oldu nedir bu halin?
--Ne olacak olan oldu.
--Siz o pirzolaları nasıl yediğinizi biliyor musunuz?
--Hayır.
-- Siz zıkkımlanıp gittikten sonra ben kasadaki görevliye yemek yiyen fiyakalı bir adamı işaret edip "Babamdır, hesabı o verecek." deyip tüyüyordum.
--Eeee?
--E’si bu kez işaret ettiğim adam meğerse lokantanın patronuymuş, beni mutfağa götürüp işte böyle benzettiler...Ah anam ah oy dişim, of kaşım...
dedikçe gülme krizlerine tutuluyorduk...
Mehmet Binboğa
Eskişehir