- 1007 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
İKİ GÖNÜL
Muammanın puslu dünyasından, umudun yolunda ağır aksak yol almaya başlamıştı iki gönül. Ellerindeki tek ederleri sadece yüreklerinde taşıdıkları sevgi cevheriydi.
Birisi gurbet ellerinde ömür eskitmiş hakperest bir civan iken; diğeri ise çileyi ömründe bir nakkâşe inceliğinde nakış nakış işlemiş ve İslam inancını gönlüne içlemiş bir şuur âbidesi… Yine bu gönül, her türlü gailenin altından alnının akıyla çıkarak hayatı bütün yönleriyle tanıma fırsatını bulmuş bir müminenin tâ kendisiydi. Nitekim o gerçeğin zorlu ve bir o kadar peçeli yüzüne daha yakından şahit olmuştu.
Yalnızlar kervanı fecr şafağında, umuda doğru hafiften yol alırken; buram buram yanıyor, oldukları yerde kavruluyordu iki sevdalı gönül… Yanık buğdaylara dönmüşleri çile imtihanı devam edegelen silsilesinde.
Eksikliğini, yüreklerinin burcunda hissettikleri bir şey vardı ve onu yeryüzünde hakkaniyetin tecellisi adına bulmalıydılar. Onlar ki; kendilerini arıyorlardı şu yeryüzünün koskoca bilinmezlik deryasında.
Zaman kervanı yol alıyor, hayatın nasip köprüsünün altından çok sular akıyordu; durmadan ve yorulmadan. Bu kervanın, yükü sabır ve iffet ganimeti ise iffetin haramdan şiddetle arındırılması gereken çetin mi çetin bir sevgi imtihanıydı. Girdaplı yolların ahenk arayan akışında yollar kesişmeyi bekliyordu; nasip yazgısının olmazsa olmaz bir gereği olarak…
Nitekim hayat sonlu bir yolculuktu; bahtı umuda veyahut da nedamete uzanan… Bu uğur da insan ise sabrı mükâfat kâbilinden değerli kılmak kalıyordu geriye. Sonlu hayatın, sonsuz gayeli yolcuları olarak hayata doğumla gözlerini açmıştı insanlık..
Gönül rıhtımının her gün biraz daha sönmeye yüz tutan kızıllığı, ne yazık ki galebe çalıyordu hayallere. Ufuktaki büyülü düşler ötesini hüzün gözlerin ucundan perdeliyordu. Yolcular yorgun, kervan durgun ve iki gönül de çölde sevgiye ekmek gibi aç ve vahada su kadar susuzdu! Yolların sonsuzluk ve susuzluğu daha bir artıyordu yollar önlerinde kıvrım kıvrım uzandıkça… Her mola zaman kervanını biraz daha ileri sürüklüyor; geri dönüşümü imkânsız anları fısıldıyordu meltem usulca kulaklara.
İki gönül kader okyanusunda medcezir (git – gel) daireleri çizerken; farkında değildiler ki, yürek ufkunda günbegün yıllanan korku ve endişe yüzlü hasretin varlığından. Kaldı ki onlar; atan iki yüreğin, bir sevdada karar kılmasının değişmez timsaliydi.
Yürekten yana bir idiler onlar ve his aynasında kalben murada erdiler; sevgiye ziyadesiyle doyarak. Azıkları sevgi, yolları ise gözyaşının bir olsun eksik olmadığı hasret bulvarıydı. Vuslata aralanacak olan sevda kapısını bir çift hasretle bekliyordu tıpkı güneşe hasret duyan yanık buğday başakları gibi…
Gün geldi ve kervan visal şehrinin muştu beldesinde konakladı. Vakit kan kaybeden sevgide, ikmâl vaktiydi. Dinmek bilmeyen susuzluğun, ateşlenen fitili dağlıyordu şu sevdaya meftun iki yanık gönlü… Ela gözleri, yanık yürekler izliyor hava bahar esintisi kokuyordu. Tekmil verilen hisler, yerlerini alırken, vuslat panayırında iki gönüle, sadece bakış uzatmak kalıyordu. Çünkü mesele nasip meselesiydi. Gözbebeklerine sığışıp kalan bölük pörçük ümidin niyet tazelemesi ve yarınların sevgi ışığında saadet güneşi edasında doğmayı bekliyordu.
Dopdolu rıza-ı ilahi sevdalısıydı meftun iki gönül. Hakkın olmadığı yerde, doğrunun da olamayacağını ve helalin o mevzu bahis ortamında kol gezmesini çok iyi biliyordu. Gayeleri helal, prensipleri kibir putuna nefsâniyetle boyun eğmeden yeni ve tertemiz bir sayfa açabilmeliydiler hayata.
Bu mukaddes gaye ışığında iki gönül boyuna yol alma ve ayakta kalma sevdası güderken; Üstad Necip Fazıl dilinden nefis bir çift beyit dalgalanıyordu semalarda:
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgâr! Artık ne yandan esersen es!
Çünkü o iyi niyet ve kalbin rıza-ı ilahi anlayışı, hasletin kutlu bir habercisiydi. Tek dertleri haram bataklığından nem kapmamak, sevgide kalbe helalle maya tutturabilmekti gayeleri. Gaye mukaddes, hedef bünyesinde dikenli yollar barındıran zorlu bir yoldu.
Vâkarla başı dik yürümek icap ediyordu, bu kutlu rahman yolunda. Günbegün azalan yükün heyecanıyla kervan, vuslata kucak açıyordu adeta; dönüş yoluna düşerek… Aşılan yollar, vuslatın ‘’Gönül Rıhtımı’na’’ işaret ediyordu.
Evet, ufukta güneş vardı.. Tebessüme duran güleç yüzlü bahar çiçekleri güzelliğin ayrılmaz bir parçası gibi o gün bütünleşiyordu. Mavi benizli nazlı deniz, bugün bir başka heyecan dalgaları sunuyordu misafirlerine. Deyim yerindeyse, eşsiz bir iki dünya saadetini müjdeliyordu; susuzluğa yanık yürekleri ile yıllarını adamış iki gönüle…
Semada raksa şen şakrak şualarını savuran mütebessim yıldızların eşliğinde hedefe ramak kala, boğuk çaldı hüznün akordu. Çünkü verilen mühlet daralıyor ve ömür makarasını maziden istikbale sararken; buna mukâbil, kum saadeti kaderden yana anbean onların aleyhlerine işliyordu.
Vaktin çanları, artık vuslata çalıyordu. Umuda ve sevgiye susayan biçâre iki gönlün sevgi kandilini muhabbet ziyâsı ile aydınlatıyordu şüphe, korku ve endişe karanlıklarını. Vuslat kaldırımları, nasip iştiyâkının tezâhürüne mucize tadında şahit oluyordu.
Kalp merkezli mukaddes bir sevginin ışığında birleşen iki ( ayrı ) gönül, bir ömür silinmeyecek kutlu tevhid imzasının rüknüne tabi olmuştu. Bir ömür iyi ve kötü günde sevecek bu daimi gönül yoldaşlığının temelleri atılmıştı.
Kalemdâr 29.10.2015 / 01.37
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.