7
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1594
Okunma
MAZİYE YOLCULUKLAR - 42
Çocukluğumun Kâhta’sı şipşirindi… Yemyeşildi… Bağları ve bahçeleri ile övünürdük…
Benim için Paris’ten değerli bir ilçeydi…
Yetmişli yıllarda Kâhta’da kitapçılık yaptığım dönemde haftalık bir gazete çıkarırdım. Gazetenin adını bile “Yeşil Kâhta” koymuştum…
Çocukluğumda Kâhta Adıyaman arasında ulaşım, belediyenin aldığı ve çalıştırdığı bir kamyon ile şahıslara ait iki ciple yapılıyordu…
Adıyaman’dan Kâhta’ya gelirken Süsyan düzüne kavuştuğumuzda, toz-topraktan renk değiştiren yüzümüzdeki iki göz pırıl pırıl parlardı…
Doğduğumuz, sokaklarında koşturduğumuz, okulunda okuduğumuz canım Kâhta, yeşillikler içinde karşıda görünürdü… Sevinirdik. Sevincimiz gözlerimizden belli olurdu…
Ariket köyüne geldiğimizde, yeşillikler içindeki bu küçük yerleşim birimi bize gülümserdi…
Ariket’i geçince Kâhta’nın güzelim bağları başlardı.
Bağlar bitince kenarlarından gökyüzüne doğru uzanan ağaçların bulunduğu bahçelerimiz vardı…
Omuz omuza vermiş kerpiç evler, avlularındaki yemyeşil ağaçların içinde kartpostal olacak güzellikte evlerdi… Yuvalarımızdı…
Doğanın bu güzelliği, Kâhta’da ve köylerinde yaşayan insanların büyük çoğunluğunun yüreklerine dostluk, komşuluk, dürüstlük, mertlik, konukseverlik, yardımseverlik olarak yansımıştı…
Kâhta’da çocukluğumun geçtiği cami mahallesinde yaşayan güzel insanlardan biri de öğretmen Mehmet Şahin’di…
Bizim evden caddeye kadar Dedo Selçuk, Hatice Uluçay, Mustafa Işık ve Semerci Osman’ın evleri vardı…
Karşı sokağın köşesinde Bedriye Kırre’nin evi, bitişiği Terzi Halil, Osman’ı Körik, Hafızı Goje, Birecikli Şekerler, Bekçi Hemo, Mamı Kesım, Bedir Can’ın evini geçince Mehmet Şahin’in oturduğu evin önüne gelirdik…
Günde birkaç kez bu sokaktan geçerdim. Mehmet Şahin’i ve sevgili eşi Bedriye ablayı görürdüm. Güler yüzlü, iyi kalpli iki güzel insandı…
Küçük yerleşim birimlerinde herkes birbirini iyi tanır…
Böyle küçük yerlerde okumuş aydın kişiler “danışman” olarak görülürler… İnsanlar bilmedikleri konularda bu kişilere danışırlar…
Rahmetli annemin ve babamın en güvendiği danışmanı MEHMET ŞAHİN öğretmendi…
Devlet dairelerindeki işlerimiz için, başka çoğu işimiz için “Mehmet Şahin bilir, ona bir soralım” derlerdi.
Annemin ve babamın Mehmet Şahin’e güvenmesi, bizi de etkilemişti. Hepimiz onu “efendi, dürüst, iyi bir dost, güvenilir komşu, bilgili kişi” olarak görüyorduk.
Sonsuz saygı duyuyorduk…
Bu kişilikte olan bir insana, Mahmut Cantekin büyüse de saygıda kusur etmezdi… Edemezdi…
Sevgiye ve saygıya dayanan dostluklar ölümsüzdür…
Çocukluğumdan beri hep saygı duydum… Ağabey olarak gördüm…
Çocukluğumda, gençliğimde Kâhta sokaklarında Mehmet Şahin ile karşılaştığımda önümü iliklerdim, ondan sonra selam verirdim…
Bir gün olsun siyasi konularda konuşmadık…
O bizim komşumuzdu. Annemin ve babamın danıştığı bilge kişiydi… O canımız, büyüğümüz Mehmet Şahin’di…
Ölüm haberini okuduğumda arkasından gözyaşlarımı tutamadığım güzel Kâhtalılardan biridir…
Ölümü beni çok etkiledi… Çok üzüldüm… Gurbetin gözü çıksın… Tabutuna omuz veremedim… Mezarına iki kürek toprak atamadım… İki kürek toprak yerine Mehmet Şahin’in anısına iki şiir yazdım… Şiirler yazmaya devam edeceğim…
Sizinle bir anımı paylaşmak istiyorum…
Besni’de öğretmen okulunda okurken uydurma bir dava ile hakkımda gıyabi tutuklama kararı çıktı… Besni’den ayrılmak zorunda kaldım…
Sevdiğim arkadaşlarımla ilişkim kopmuştu… Aranıyordum… Gideceğim bir yer de yoktu…
Ankara’ya gittim. Siyasal Bilgiler fakültesinde bir asistan arkadaş, ideolojik düşüncesine katılmadığım Doğu Perinçek’le beni görüştürdü…
Doğu Perinçek beni İzmir’e gönderdi.
Aylarca İzmir, Aydın, Muğla illerinde, ilçelerinde ve köylerinde çalışmalar yaptık.
Arkadaşlıkları, tavırları, çalışmaları hiç hoşuma gitmiyordu. Gidecek yerim olmadığından belli bir süre katlandım. Daha fazla tahammül edemedim… Kendi arkadaşlarımı bulurum ümidi ile ayrılıp İstanbul’a gittim…
İstanbul’da ucuzuna işçi çalıştırmak için işyerinin camında “İşçi Aranıyor” yazısı hiç inmeyen bir yayınevinde iş buldum. Orada çalışmaya başladım…
Üsküdar Selamsızda tek oda kiraladım. Bir sünger yatak, battaniye ile bir piknik tüpü, bir tencere, bir kaşık ve iki tabak olan evim oldu…
İki-üç ay bu evde kaldım. Yıllar sonra İşçi Partisi genel başkanı olacak Ferit İlsever çalıştığım işyerine geldi… (Doğu Perinçek’in, çalıştığım işyerinin adresini kimden aldığını ve adamı Ferit İlsever’i neden gönderdiğini hala çözmüş değilim.) Filistin’e gitmek isteyip istemediğimi sordu. Arkadaşlarımın çoğu oradaydı. “Evet” dedim.
Beni Siverek’e gönderdiler. Şimdi yazar, şair ve ressam olan Muzaffer Oruçoğlu, benim Siverek’te kalıp birlikte çalışmamızı önerdi. Siverek’te kaldım.
Tunceli’den gelen İbrahim Kaypakkaya ile görüştük… Bir aylık çalışmadan sonra Muzaffer beni Ankara’ya “malzeme” almak için gönderdi… Ankara’ya gittim…
Adres Doğu Perinçek’in tuzak evlerinden biriymiş. Kapıyı çalıp içeri girdiğimde kafama üç silah dayandı:
— Eller yukarı!
Ankara’yı iyi bilmeyen 18 yaşında bir gençtim. Verilen adresi zor bulmuştum. (Bülbül Deresi 99/1)
Tuzağa düştüğümü anladım…
Polislerin elleri titriyordu. Kapıyı da kapatmışlardı. Her an tetiğe basabilirlerdi.
Sakin olmak zorundaydım. Sivil giyimli polislere kızdım.
—Haydut musunuz? Ankara’da misafirleri silahla mı karşılıyorsunuz…
—Polis!
Benden önce aynı evde 27 kişi yakalanmış. Ben 28. kişiydim… Emniyete götürdüler. Yedinci katta 14 gün bir sandalyede uykusuz bırakarak, bazen gündüz bazen de gece işkence ettiler. İşkenceci başı Ümit Erdal’dı…
İşkence izleri geçsin diye 30 gün gözaltında beklettiler…
Gözaltında birinci gün gelen gazeteler hepimizi şaşırttı… Parmak izine götürülürken gizlice resimlerimiz çekilmişti.
Günaydın gazetesi kocaman harflerle manşet atmıştı: “SİYAH LALE ÖRGÜTÜ YAKALANDI”
Gazetenin yarısına tam boy resmimi koymuşlardı. 18 yaşındaydım. Resmin altına örgüt lideri yazmışlardı… Başkalarını kurtarmak için gazete beni kurban seçmişti. 18 yaşında örgüt lideri diye tanıtıyordu…
Bir-iki resim daha vardı. Haber tamamen uydurmaydı: “Eskişehir’de silah kaçakçıları yakalandı” Ne ben, ne diğer kişiler Eskişehir’i görmemiştik.
30 gün sonra savcıya çıkarttılar. Savcı meşhur Baki Tuğ’du. Beni şöyle tepeden tırnağa süzdü. Boğazını temizledi… Konuşmaya başladı:
—Bu sabah 18 kişiye idam cezası verdik. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idam edeceğiz. Sen sorguda boşuna direnmişsin… Bu işin sonu yok. Bizimle işbirliği (ajanlık) yap. İstediğim bilgileri ver. Seni bırakayım…
Düşündüm. Hiçbir namuslu Kâhtalı kendi canı için, çıkarı için arkadaşını, dostunu satmazdı… Satmaması gerekirdi…
Hele benim on dört gün gördüğüm işkenceden sonra konuşmam aptallık olurdu…
Birden patladım:
—Ben senin gibi Amerikan uşağına canımı kurtarmak için isim vermem. Ben Kâhtalıyım!
Savcı şaşırdı. Ayağa kalktı. Sinirinden titriyordu:
—Seni tutukluyorum!
—Beni tutuklamazsan…
Askerler döve döve dışarı çıkardılar…
Tutuklandım. Mamak askeri cezaevine böylece ilk girişimi yaptım. 6. koğuşa verdiler. Bizim koğuşun penceresi Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının volta attıkları, halay çektikleri, voleybol oynadıkları, toplu halde marş söyledikleri havalandırmaya bakıyordu.
Besni Öğretmen okulunda okurken, evimde kalan üç arkadaş beni görünce şaşırdılar. Geldiler. Konuştuk. Deniz Gezmiş’e haber verdiler. Deniz ile Yusuf geldi. Hüseyin volta atıyordu… Deniz ile sohbet ederken idam kararına üzüldüğümü söyledim.
Deniz Gezmiş’in cevabı netti:
—Bizim canımız Mehmet Cantekin’in canından kıymetli değildir. Hepimiz emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadele ettik.
Günler Uğur Mumcu, Uğur Alacakaptan, Mümtaz Soysal, Erdal Öz ve daha birçok aydın ve üniversite öğrencileri ile birlikte geçiyordu.
Kâhta’yı, annemi, babamı, komşularımı çok özlemiştim. Aradan yıllar geçmişti. Günlerce düşündükten sonra anneme- babama bir mektup yazmaya karar verdim.
Cezaevinde olduğumu yazarsam üzülürlerdi… Ankara’da bir fabrikada çalıştığımı yazdım. İdareye teslim ettim.
Annem mektubu alır. Kardeşlerime okutur. Mektubun içinde fabrikada çalıştığım yazılıdır. Zarfın üstüne “Mamak Askeri Cezaevi – Görülmüştür” kırmızı mürekkepli mühür basılmıştır… Ailem şaşırır. Bu işe bir anlam veremezler…
Annem mektubu alır, Mehmet Şahin’e götürür.
Mehmet Şahin öğretmendir. Zekidir… Zarfa bakar, kırmızı mürekkepli cezaevi mührünü görür. İçini okur. Olayı kavrar:
—Mahmut Ankara’da Mamak Askeri cezaevindedir… Sizi üzmemek için fabrikada çalışıyorum diye yazmıştır…
Uzun zamandır cezaevindeydim. Kimseye tutuklandığımı yazmamıştım… Hiç görüşmecim gelmemişti… Yeşil bir soğan bile getirenim yoktu…
Bir görüşme günü benim adım okununca şaşırdım.
Görüşme yerine gittim. Annem ile kardeşim Ahmet gelmişti. Konuştuk. “Mehmet Şahin senin burada olduğunu söyledi” dediler… Mehmet Şahin’e Mamak’tan selamlar, saygılar gönderdim…
Emekli olduğumda Kâhta’ya gittim. Yıllar önce kitapçılık yaptığım dükkânda Mehmet Şahin arzuhalcilik yapıyordu. Uğradım. Kucaklaştık. Çayını içtim.
Yerel bir gazetede yayınlanan “Çocukluğumun Kâhta Çarşısı” isimli şiirimi kesmiş, arkasındaki panoya asmıştı. Eliyle göstererek:
— Bu şiirin dünümüzü çok güzel anlatıyor. Sevdim. Panoya astım. Gelen konuklarıma okuyorum…
Sevindim. Teşekkür ettim.
“Buram Buram Özlemsin Kâhta’m” isimli şiir kitabımdan 10 adet bıraktım. Tekrar görüşmek üzere ayrıldım…
Aradan yıllar geçti…
Kâhta ile ilgili web sayfalarını sık kullananlara eklemişim. Günde 4–5 sefer giriş yaparım.
Kâhta Belediyesi Web sayfasında Mehmet Şahin’in vefat ettiğini öğrendim…
İnanamadım… Damla damla yanağımda süzülen gözyaşlarını gören ailem yanıma geldi. Ne olduğunu sordular. Sevdiği akrabasını, arkadaşını, dostunu kaybetmiş insanın çaresizliği içinde ağzımdan bir cümle döküldü:
— Mehmet Şahin ağabey vefat etmiş…
Güzel insan Mehmet Şahin, seni çok sevdim…
Merttin… Dürüsttün… Yardımseverdin… Herkesin yardımına koşardın… İyi bir komşuydun… Örnek bir aile babasıydın… Çalışkan bir öğretmen ve yöneticiydin. Aydın kişiliğinle bir güneştin…
Ailene, akrabalarına, arkadaşlarına, seni seven herkese sabır diliyorum…
Allah gani gani rahmet eylesin…
Son nefesimi verene kadar seni saygıyla anmaya devam edeceğim…