sen hangisisin
Sen hangisisin
Kayapınar Telinin güney doğusunda bir tarafında Karahisar bir tarafında Tepecik bir tarafında Tıhmın köylerinin bulunduğu Maraş’ın Elbistan sınırına yakın bir küçük yayla. Yaylada üç ailenin yazları Guguk giller, Heloğaşır giller ve en sonda biz yani Gala giller baharda koyunlarla gelir yazı orda geçirdikten sonra güz gelende köye inerdik. Yaylada koyun ağılları, havsalar ve birer gözde bizim yattığımız yerler vardı. Su dersen az ama hiç kesilmeyen buz gibi bir kaynak suyu vardı. Bu suyu kovalarla ağılların yanında bulunan kürünler davar gelmesine yakın doldururduk. Bazen içine biraz ayran katardık. Kesin olarak hatırlamıyorum ama bu ayran hayvanların hastalanmasını önlemek içindi sanırım.
Koyunlar gece dağda yatar, sabah sağım ve kuzu emzirmek için saat 9 gibi gelir, saat 3-5 e kadar gölge varsa gölgede yoksa ağıllarda sağım emzirme işi biter ve tekrardan dağa yaylıma çıkardı. Bizde çoban yoktu, koyun ve kuzuları da kendimiz yayıyorduk. O nedenle de davarları ağıla yerleştirdikten sonra Teline bağa bahçeye gider’ orda yapılacak işleri yapar (dut toplamak, pekmez çıkarmak, elma dökmek, kayısı yarmak vs.)sonrada Gökpınarın suyunda bir çimer, Ordan yaylaya gidecek bir şeyler varsa onu da alır yola koyulurduk. Günlük kat ettiğimiz yol sanırım bazı günler 20-25 km geçerdi. Yaz sıcakları bastırdığında kenger sakızı kesmeye gelenler dolaşırlardı yayla çevresinde. Kenger bitkisi sanırım o yöreye mahsus bir bitki. İlkbaharda yülüme denen sürgünü toplanıp yenir, yazın sürgünü kurumaya başlayınca kök kısmı eşilerek kesilir ve kengerin kökünden kar beyaz bir sür çıkar. Süt güneşte kısa bir sürede sertleşir. Bunlar toplanarak kısa bir işlemden sonra kenger sakızı olarak satılılar. Mideye iyi geldiği söylenmektedir. Oldukça pahalı olan bu sakız bazı kişiler içinde bir gelir kaynağı olmuştur. Ancak tüm diğer işlerimizde olduğu gibi bilinçsizce yapılan uygulamalar nedeniyle (kengeri keserken veya toplarken kökünden sökülmesi bitkinin azalmasına sebep olmaktadır.)yıldan yıla bitki azalmakta ve sakızda pahalanmaktadır. Bu doğa harikası sürgünlerinin tohumundan savaş yıllarında kahve olarak yararlanılmıştır. Öyle ki türkülere konu olmuştur.
Gülüm seni alır dağa kaçarım
Yüce dağ başında çadır açarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Nasıl olsa gülüm seni beslerim
.Bu iş aslında oldukça zahmetli çünkü sakız toplamaya gelenler yaklaşık bir, bir buçuk ay dağlarda gezer, dağda yatarlar. Sezon bittiğinde de bu sakızı yöre tüccarlarına satarlar.
Yaylada hiçbir sosyal faaliyet olmaz. Sadece koyun sağ, kuzu emzir, yağ yap, peynir yap. Bu belirli yaştaki insanlar için çok sıkıcı olmasa da gençler için çok sıkıcı bir durumdur.
Ekin derilmesi ve harman zamanı hareketlilik biraz artar. Bu işlemler de bitip harmanlar kaldırıldı mı yine tek düze hayat devam eder.
Geldiğim noktada yol ikiye ayrılıyordu. Karşımda oldukça büyük bir alan vardı. Alanın güneyinde kocaman bir Atatürk Heykeli vardı. Reşat’ın söylemesine göre bu heykelin tam karşısında yani kuzeyinde dayımın iş yeri bulunuyordu. Biraz yorulmuştum ama taksi parası da cebimde kalmıştı. Sen günde 2025 km yol yürü burada 23 km için taksi parası ver. Hiç olacak iş mi bu. Sol tarafa doğru yürüyerek tarif edilen binayı aramaya başladım. Ama öyle çok aramam gerekmedi. İki üç dakika içinde binanın önüne varmıştım. Şöyle binaya bir göz attım, üç giriş kapısı vardı. Bunlardan batı tarafında yer alan kapının üstünde İl Milli Eğitim Müdürlüğü yazıyordu. O kapıdan içeri girdim. Davranışımdan şüphelenmiş olmalı ki bir görevli hemen yanıma gelerek biraz sert bir ifade tarzıyla kime bakmıştınız? Dedi. Ben dayım burada çalışıyor da onu ziyarete gelmiştim dedim. Görevlinin adı ne, ne iş yapıyor demesine fırsat kalmadan, o kaba üslubuna kızdığımdan olsa gerek Y.Ş. dedim. Adam cağız şöyle bir afalladı, kendine hafif bir çeki düzen verir gibi ettikten sonra sesini biraz yumuşatarak, millî Eğitim Müdürü Y.Ş mi dedi. Evet deyince adam kızardı bozardı pek de belli etmemeye çalışarak buyurun üstatta sizi götüreyim dedi ve önüme düşerek merdivenlerden çıkmaya başladık. Ben sizin gelmenize gerek yok zahmet etmeyin ben bulurum dedim. Aman efendim hiç zahmet olur mu bu bizim vazifemiz dedi. Üçüncü katta koridorun doğusunda bir odanın önünde durduk. Kapının önünde de bir görevli vardı. Beni girişte karşılayıp getiren le kapıdaki görevli benim duyamayacağım bir sesle kısa bir konuşma yaptıktan sonra bana dönerek hoş geldiniz efendim dedi. İçerde bir ziyaretçisi var ama ben yine de bir bakayım sizi biraz bekleteceğim, istersen biraz otur diyerek kendi sandalyesini bana verdi ben teşekkür ederim beklerim önemli değil dedim. Öbür görevli benim görevimin başına dönmem lazım dedikten sonra biraz mahcup halde ayrıldı. İçeri giren görevli çok kısa bir süre sonra döndü. Sizi bekliyor buyrun dedi. Ben böyle yerlere girip çıkmaya çok alışık değildim. Kapıyı çalarken içimde belli belirsiz ne olduğunu pek anlayamadığım bir his vardı. Kapıyı açtığımda, odanın doğu tarafında büyük bir ahşap masa önünde iki koltuk, onların da önünde güzel çiçeklerle süslü sehpalar vardı. Masanın arka tarafında ise oldukça karizmatik kır saçlı biri ve öndeki koltukta da o na benzer biri vardı. İkisi birden beni süzüyorlardı. Ne ben dayımı görmüştüm ne de dayım beni. Aslında iki yabancının buluşması gibi bir şey. Birkaç adım attım masanın yanına vardığımda ayağa kalktı çok hafif bir tebessümle hafif eğilerek hoş geldin sen hangisisin dedi. Ben Sultanın oğlu Ekrem dedim. O arada ön koltuk da oturan beye açıklama yapma gereği duymuş olmalı ki, Ekremler on kardeş, uzun zamandır görüşmeyince böyle oluyor, biz dede unutkanlık var diyerek işi geçiştirmeyi iyi başardı doğrusu. Ama sonradan Halk Eğitim Müdürü olduğunu öğrendiğim H.Ö karşılamanın dayı yeğen arasındaki karşılamaya benzemediği hissine kapıldığı belliydi. H. bey dayımdan daha çok ilgi gösteriyordu. Sürekli sorular soruyordu. Ben kısaca durumumu anlattım. Kaydımı yaptırdığımı. Birde iş bula bilirsem çok iyi olacağını söyledim. Bey dayıma dönerek tam bireyler söylemek üzereydi ki dayım bir iki gün geçsin bir çevreyi tanı bakalım dedi. Bu ifadeden sonra adamcağız bir daha ağzını açmadı. Sanırım mesai saati de dolmuştu. H. Bey Müdürüm iyi akşamlar dedikten sonra çıktı. Dayım ablam nasıl köyde ne var ne yok gibi kısa birkaç soru sordu. Verdiğim cevapları sanki hiç dinlemiyor gibiydi. Masasını toplar gibi yapıyordu. Ben dayımla ilgili birtakım bilgilere sahiptim o nedenle de çok samimi bir karşılama zaten beklemiyordum ama yinele içimden belki buyur eve gidelim teklifini beklemedim desem yalan olur. Dayımla ilgili edindiğim bilgilerden biride herkes mesaisini bitirip eve gittikten sonra onun dairesinde kalıp işleri planladığını görevine çok bağlı olduğu idi. Yan odalardaki müdür yardımcıları ve diğer mesai arkadaşları kapıdan kafalarını uzatıp iyi akşamlar deyip gidiyorlardı. En son kapıdaki görevlide efendim bende gidebilir miyim dedi. Dayım tamam… Efendi iyi akşamlar dedi. Bende dayıcığım bende gideyim artık size iyi akşamlar dedim. İyi akşamlar yine görüşelim dedi.
Evet, belki sizler şaşırmış olabilirsiniz am ben hiçte şaşırmadım. Bu beklediğim bir sonuçtu. Hani derler ya el elin aynasıdır. Anlatılanlar doğruydu herkes evinin yolunu tutarken o yarınki işleri planlamak üzere odasında çalışmaya devam ediyordu. Bu belki bir alışkanlık belki bir anlamda çalışanlarına güvensizlik yâda beceriksizlik. Neden beceriksizlik? Mesai arkadaşlarına işi bölüştürüp bir görevdeşlik oluşturarak işlerin zamanında yapılması sağlanamadığından işler yığılıyor sonun eşi çocukları ve diğer sosyal çevresindeki insanlara ayıracağı vakti burada boşa harcıyordu. Her ne kadar şaşırmadım desem de içimde bir burukluk olmadı diyemem. Kapıdan çıkıp merdivenleri aşağı doğru inerken, birden ne kadar yalnız olduğumu başım sıkıştığında bu koca şehirde yardım alabileceğim kimse yoktu. Ana dolunun tamda göbeğinde yetişmiş bir insanın nasıl bu hale geldiğini anlayamıyordum. Çünkü şehir yaşamını, sanayi toplumunu yaşam tarzını yeterince tanımıyordum. Bütün kıyaslamalarımı yaşadığım dar çevrenin ahlaki değerleri üzerinden yapıyordum. Tabi bu davranışı sıvasın ilçelerinde, hele hele köylerinde yapmış olsanız, bir daha sizin kapınızı asla kimsenin çalmayacağı gibi, el âleme de rezil olursunuz. Konu birazda abartılarak dilden dile anlatılır ve ayıplanır. Kadınlar kendi aralarında; kız bak kimseye laf aramızda kalsın falancalara, bir misafir gelmiş ama evine buyur edip ağırlayamamışlar. Yok, canım bir yanlışlık olmasın. Yok, valla doğru gı, koskoca… Garı yalan mı söyleyecek. Abooo ocağın bata insan tanrı misafiri olsa böyle yapmaz gı. Bir tas çorbayı ısıtıp önüne koyamamış mı? Ben de… Bir adam sanırdım. Sohbet uzar gider. Kendisinin bu kaç kişiyi ağırladığından tutunda, gelen misafirlere yün döşekleri nasıl ikişer ikişer serdiğini, abdest alırken üşümesin diye nasıl sıcak su döktüğünü, peşgirin en yenisini, en beyazını yüzünü silsin diye verdiğini anlatır. Tabi kimse duymasın der ama biraz sonra köyde kimi görse aynı şeyi söyler kimse duymasın aramız da kaslınla başlayan bu garipsediği, belki de içine sindiremediği olayı anlatmaya. Ertesi gün bütün köy bu konuyu duymuş ve notunu vermiş olur. O nedenle de köy yerlerinde misafir karşılamak, ağırlamak bir mertlik, bir sosyal statü, bir övünç, bir onur meselesidir. Birini evine misafir gelmesi onun zenginliğinin işareti olarak görülür ve algılanır. Ayaküstü sohbetlerde; anam bakıyrımda maşallah kapınızdan misafiriniz eksik olmayır.He bacım Allah eksikliğini vermesin. Biz babamızdan böyle gördük.
O zamanlarda şimdiki gibi ulaşım araçları olmadığından, yakın köyler bile olsa, insanlar ziyarete gittiklerinde aynı gün geri dönme imkânları yok. Mutlaka geceyi gittikleri evde geçirmek zorundalar. Dolayısıyla her evde birkaç döşek misafir için hazırda bekler.
Eğer misafirin çokluğu yüzünden naçar kalırlarsa komşularla paylaşırlar. Tabi böyle bir ortamdan kent yaşamına gelindiğinde aynı davranışı aynı ilgiyi bulamayınca bir hayal kırıklığı yaşıyorsunuz. Anadolu’da bil hassa köylerde, komşunu ekmeği senin ekmeğin, komşunun çocukları senin çocuğun gibidir. Ekmeğin bittiğinde… Ana anam biraz ekmek isteyir. Yâda sokakta oynayan, tarlada çalışan bir çocuk hata yaparsa komşu hemen ona müdahale eder. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendine göre bir yolla anlatır. Bazen kulağını bile çeker. Yani köy sanki kalabalık bir aile gibidir.
İşlerini imece usulü ortak yaptıkları gibi, acılarını ve sevinçlerini de sonuna kadar paylaşırlar. Düğün mü var kendinin bütün işlerini bırakı yardıma koşarlar. Cenaze mi var? İki eli kanda olsa gider o ailenin acısını paylaşırlar. Misafir karşılar, taziye bitene kadar yemeğini pişirip götürürler.
Kent yaşamında alt katta oturan üs kattaki komşunun dertleriyle ilgilenmeyi bırakın tanımaz bile.
Köy yerlerinde kapılarda kilit olmaz çünkü herkes bir birini malını canını korur ve gözetir. Bu kent yaşamında ise apartman ya da site toplantılarının dışında kimse kimseye gidip gelmez. Öyle ki; adam evin kapısını açıp merdivenlere çıktığında bakıyor ki biri kucağında bir büyük televizyon, taşımakta zorlanıyor. İçinden yardım etmek geliyor, adama yardıma ihtiyacın var mı diye sesleniyor. Adam kısa süreli bir terettüpten sonra ya iyi olur, diyor bir el atı ver. TV yi beraberce indiriyorlar. Kapıda bekleyen bir araca yükleyip hızla uzaklaşıyor. Biraz sonra üst katın camından bir ses yetişin hırsız var diye bağırıyor. Adam komşusunun evini soyan hırsıza yardım etmiş. Bu tabi korkunç bir olay ama günümüzün gerçeği.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.