- 1079 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
Susacak Şeyler
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Aklımın kuşları, burnumun çiçeği, hangi bahara geç kaldı da, soldu? Ne renk donduğumu bilmeden bekledim, soludum, soluklanamadan. Tek nefeslik canımı bir bahara hibe ettim, şimdi susacak şeyleri yazıyorum. Sustuklarım da içimde birbiriyle kavga ediyor, uzun zamandır ruh gibi dolaşıyorum, tüy gibi hafiflemiş hissediyorum, bu dünyada az daha kalmışlığın göstergesi bu, derecesi yok acı çekmenin ve suskunluğun.
Yaşadığım zaman bir sezon finali, bardağı ağzımdan önce şakağıma dayadım, çok içli sesler duydum içinden, içimden duyduklarımı sustum. Çiçeği burnumdan önce boynuma değdirdim, hayatta değmeyecek şeylere önemli bir miktar değer verdim, sonra bir gün hayatın birdenbire saçma sapan biteceğini öğrendim, bir gün ansızın boğazıma takılan herhangi bir şeyin kabuğuyla, böyle saçma sapan bir zamanda öleceğim, sonra saçmalık olacak bu, son saçmalık.
Bir gün birisi gelecek, tüm gidenlere inatla ve ben ondan soracağım tüm hesapları, tüm sorgularımın cevabını verecek ve o da geçip gidecek herkes gibi. Geçmiş zaman eklerimin arasına karışacak.
Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu, kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici. İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum, sokaklar dâhil.
Yanımda öylesine durduğunu, en çok iğreti duran bira şişesi biliyordu, ona soran olsa anlatırdı ama kimse sormadı, o da sallanmaya devam etti. İçinde bir şeyler çalkalanıyordu, kalbi durdu duracaktı, biten şişenin en dibindeki o tümseğin üzerindeki son atışlık kalbini bir kez daha tuttu, sonra şişeyi kırıp, bir adama vermeyi düşündü, düşünür düşünmez hata ettiği anlayıp vazgeçti, zaten hayatında birçok şeyi yapmaktan çok vazgeçmesiyle tanımlardı kendini. Kalbini bir adam yerine bir kitaba verdi, tek bir kitaba, yüzlerce sayfası olan, sayfa sayıları ömrüne eşit bir kitap. Sanki her şey layığını dulmuş, her şey eşitlenmişti…
Gülmekle ağlamak arasında, tam neresinde olduğumu bilemediğim bir yerdeyim, sanırım gülmeye biraz daha uzağım. Kalem ucuyla sigara yapan çocuklardık, parmak uçlarımda yürümekten bastığım yerin ne olduğunu bilemedim. Her şeyin ucunda ya da sonunda gibiyim. Birilerinin arta kalan hayatını sürdürüyorum, bizim fikrimiz ne olursa olsun, hayat açılmamış bir kutu olduğunu zannediyor ve biz hep o ezberi yaşıyoruz, yaşanılan ezberi, hâlâ saçma umutlarla uyuyup, sabah uyandığımızda bambaşka bir hayatımız olduğunu zannediyoruz, her sabah yeni bir umutsuzluk, eski bir hayal kırıklığı… Yine de vazgeçemiyoruz, umut etmekten, çünkü her ne kadar bize rastlamasa da bir yerlerde birinin üzerine umutlardan dilekler yağıyor, dünkü hayat, bugün ağlamamalı, yağmur hariç yüzümüz ıslanmamalı.
Bizim yüzümüz yolgeçen ağlaması değil ki. Duvarlarımda saklanıyorum, dünyaya ters bakan biriyim ben, yönüm farklı olabilir ama kimseye yüzümü, sözümü çevirmedim. Yastığımda kelebekler uyuyabilir, yüzümde balıklar ıslanabilir, beyaz göğsümde kuşlar yuva yapabilir, sadece bu kadar, evcil olmayan duyguları öğrenmeye çalışıyorum, yaşadığım, yaşayamadığım şeylerin şimdilik provası.
İçimdeki tereddüde roman yazılırken, acısız ve yarım ağızla anlatabilir misin beni, hiç dokunmadan?
Her bir gelişin aslında gitmek demek olduğunu, sırf bu yüzden seni delice beklerken, aslında hiçte gelmeni istemiyordum içimden. Gelmekle beklemenin bakiyesi ödenemeyecekti hiçbir zaman. “Tekirdir o” dediğim bir tekerlemenin yuvarladığı bir şey gibi hissediyorum kendimi. Uzunca bir süre balıkları izledim, sonra her yağmur yağdığında, dışarı çıkan salyangozların, çoğunlukla uğradığı kazaları, tükenmez kalemle avucuma çizdiğim her şey tükendi, içime kadar tükendi, ne yoksuldu ellerim, ne kimsesiz, zavallı bileklerim, aklımı da işin içine sokup neler yapmadılar…
Vücudumda duygular fazla, vitaminler eksik. O yüzden bir şeylerden, bazı şeylere fırsat kalmıyor, bazı şeyler sığmıyor bünyeme, hazmedememek bu olsa gerek. Hâlâ bir kuşun sessizce beni alıp, gökyüzüne götürmesini bekliyorum, burası uzun zamandır son durak ve kuşlar geçmiyor.
Çok içtim, çok kustum, bir sürü sustum, biraz da ağladım. Geriye parçalanmayan tek şey, dövmelerim ve hüznüm kaldı, biraz da rezilliklerim. İçecek bir şey kalmayınca, susacak da bir şey kalmıyor…
Zavallı aklım, kalbim devreye girdiğinde nasıl da kaçacak yer arıyor, aklımı kaçırıyorum kalbimle. Mesafelerin en yenilmez çağı bu, bir bedenin içinde iki ayrı dünya, iki kişiden olur da ayrı dünyanın insanı, tek kişiden de olur muymuş? Köprünün ışıklarına bıraktım aklımı, karşıya geçerken, içim geçiyormuş gibiydi. İçimdeki köprüleri önce yakmıştım, onlar da hâliyle yıkılmıştı, bir şey yaparken, iki şeye sebebiyet vermenin meselesi bu, tıpkı insanın kalbi kırılırken başka yerlerinin de sızlaması gibi, kalpte bir çarpıntı, bir patırtı, bir dışarı taşma hevesi ama ağrılar, onlar tam da belirgin işte, görünür gibi geziniyorlar.
Aklıma dövülmüş kurşun sıktım, kalbim tam da onu sevdiğim anda girdiği şoktan kurtulamamış gibi öylece kaldı, başka bir şey yapmadı. Yaşanılanlar fotoğraf gibi kaldı, anılar hâlâ canlı, can çekişme gibi olsa da, bir hayret, bir başkalık oturdu yüzüme, ellerim uzun zamandır tedirgin, gözlerine merhamet uğramamışlardan imdat dilenmek gibi, çaresizliğin keşke bir sözlüğü olsaydı, tabiri caiz olmayan. Ölürken tam o son hayali yutmuş da doymuş gibi bir açlık içimdeki, neyin devamını yaşarken, neleri bitirdiğimin hesabından yoksunum ve ondan vazgeçemediğim şeyler var, insanlar konuşunca anlamıyorum ama şarkı söyleyince anlıyorum. O yüzden göğüs kafesimde beslediğim kuşa durmadan şarkılar öğretiyorum.
İçimdeki ilhamdan müsveddeler oluştu. İçimdeki delilik öylece oturuyor, acımı çektiğimden beri, daha uslu isyankar yanlarım, sessizce makarna yapmak istiyorum, bu defa mutfağı birbirine katmadan, ama katlamak istiyorum kalbimin sivri köşelerini, sarmak istiyorum bir yumuşak toz bezi, mutfaktaki metaller hariç hiçbir şey yumuşak değil, metalik sesler bana beyaz önlüklü hastaneleri hatırlatıyor, nefret etmek için büyük nedenlerim vardı ama susuyorum, içimdeki deli gitti, oysa ne güzel bölünmüştük, kendi içimi yerken adil bir bölüşme işlemi yapmıştım, güzel payı içime düşmüştü, içimde her şeyi sezen başka bir şey olduğuna inanıyordum hep ama o bana hiçbir şey söylemiyordu. O içimde otururken, daha ne kadar susacaktık böyle... Uzun zamandır aşırı kelimeler kullanmıyorum, en ya da çok gibi. Hiçbir şey aşırı gelmiyor artık, içimdeki sezen ben, birçok şeye alıştırdı beni, hem de çok kere. Yaşadığım hayattan arta kalan, provası yapılmamış müsveddeler, zamanı kalmamış da acele çıkmak zorunda kalmış gibi kalbimin kapısı, biri çıkarken kapatmayı unutmuş. Ben uzun zamandır acıttıklarınla oyun oynuyorum.
Uzun hava ve annemin keki… Uzunca bir süredir nefes alamıyorum onun yerine uzun melodilerle kalbim çarpıyor, hızla. Tanımlayamadığım resimler ve bilindik kelimeler. Ruhaniyetim öyle böyle. Öyle olmasaydı böyle olmazdı ya da sadece bana öyle geliyor. İçim dışlanmış sert bir kabuk. Gözlerim çocuklar ülkesinde bir gülümseyiş olarak kaldı. Tek güzel yanım bu, yoksa önümü, adımı bilemem...
Kendi ellerimle çizdiğim, olmamış bir şiirdi gözlerin. Gözlerimle göremediğimi kulaklarıma ezberlettiğim orantıda olgundum ve yanlıştı kelimelerimin gözlerine çarpması, göz ucu teması neyimize yetmiyordu ki yirmi birinci yüzyılda? Göz görerek rıza gösterdiğim bir durum değildi bu, ağrıyan yerlerim ağrımayan yerlerimle kavga hâlinde, içinden çıkamadığım şeylerin içindeyim, kendimle iç içe geçmiş gibi, zamanın hiçbir yerinde değil gibiyim, oysa birazdan yine akşam olacak. İçim bu kadar ölüyken, sen de içime iyi gelmezsin biliyorum, zaten bu iyilik, kötülük mevzusu da değil, çokça kötü olmuş, nadir zamanlarda iyi hissetmiş birisi olarak, o kadar da iyi hissetmeyi bundan sonraki hayatımda arayacak değilim, sadece geçen zamanın katlanılabilir olabilmesi, tüm mesele bu. Yoksa razı değilim, içimdekilerin ölmesine, suskunluğa, ama başka türlü olmuyor, öldürmeden yaşanmıyor.
Yirmi Üç Ekim İki Bin On Beş 16 20
Nevin Akbulut
Not: Yazımı Gün’e lâyık gören, Değerli Seçki Kuruluna sonsuz teşekkürlerimle,
YORUMLAR
Susacak ne çok şey var aslında. Susup gülünecek, susup ağlanacak ya da sadece susulacak ne çok şey! Derecesi yok acı çekmenin, peki ya suskunluğun? Tüm hayatın hesabını yüklenen olur mu bilmem, varsa böyle biri, bize denk gelir mi? Bir şarkı dinlemeli şimdi, diyorum.
Pencereler, perdeler kapatılır da; ya sokaklar, işte bu çok zor. Bir biz değiliz zira o sokakların yaşayanları. Kendi sokaklarımızın bile. Bir şarkı dinlemeli şimdi, diyorum.
Gülmekle ağlamak arası yerlerde gezinmek bir çağrıysa, hüznün mü yoksa hüzünlü bir şarkının melodisi mi uymalı çağrıya? Eğer “Birilerinin arta kalan hayatını sürdürüyorsak” kendi hayatlarımızın ardına düşmenin zamanı gelmez mi hiç? Ya kaybettiğimiz hayat değil de sadece yolumuzsa? Keşke hapsetteysek bir yerlere hüznü. Bir şarkı dinlemeli şimdi, diyorum.
Dereddütten bir roman çıkarsa, okuru bulunur mu bu romanın, bilmem? İçecek bir şey kalmasa da, susulacak ne çok şey var, aslında. Yeter ki yağmurda ıslansın yüzümüz. Bir şarkı dinlemeli şimdi, diyorum.
Akıl ve kalp; yüzyıllarca süren kavganın barışmaz tarafları. Biri, eğer uyarsan mutsuzluk, diğeri, eğer uyarsan mutsuzluk. Hep mutsuzluk anlayacağın. Ve hemen yanlarında hüzün. Bir şarkı dinlemeli şimdi, diyorum.
Şarkıları öğretmeli kuşlara ve bunu için göğüs kafesinde kuş beslemeli. Ne kuşlar ne de o kuşların konduğu ağaçlar yok artık, belki de biz yolumuzu kaybettik! Bir şarkı dinlemeli şimdi, diyorum.
Sanki, razı olunsa bile ölür mü suskunluk? Ama haklısınız, zira öldürmeden yaşanmıyor. Bir şarkı dinlemeli şimdi, diyorum. Hüzünlü bir şarkı.
Güzeldi, çarpıcıydı.
Kaleminize sağlık,
''aklımın kuşları, burnumun çiçeği... ''
diye başlayan soru işaretli ilk cümlenin peşinden giriverdim buraya...
iki kanadının ikisi de sonuna kadar açık çocukluğumun kuzulu ahşap kapısından geçer gibi hem de...
iyi ki de girmişim...
hangi ara okudum hangi ara bitiverdi bu yazı anlamadım...
tanıdık tanımadık bir sürü yüz arasında
çocukluğuma rastladım içeride, bileğine saat dişliyordu
annemi gördüm sonra, ellerini mutfak önlüğüne kurulayıp gel diyordu bak tazecik kek var fırında
gözlerim doldu ağlayacak gibi oldum
bir ses geldi derinden:
''Bizim yüzümüz yolgeçen ağlaması değil ki''
sustum....
dolu dolu muhteşem bir yazı bu Nevin Hanım..
kocaman tebrikler
sonsuz teşekkür ve sevgilerle...