- 592 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ölü Ölmemiş
(Latekmenden Büyüklere Masallar)
“Kapalı yerde sigara içmek yasak! Bilmiyor musun efendi?”
“Tövbe estağfurullah!”
“Cezası 68 Lira!”
“Tövbe estağfurullah!”
“Tövbe çekip durma! Ağzına bile yakışmıyor.”
“Git başımdan!”
“Gitmiyorum efendi! Duvar silmekten, tavan badana etmekten, perde yıkayıp ütülemekten yıldım ben. Artık yapamıyorum da. Belim, dizim, sırtım; her yerim sızım sızım. Yaptıramıyorum da! Yapmıyorsanız içeride sigara içmeyeceksiniz. Ne oğlun, ne küçük oğlun, ne de sen... Ya da cezayı ödeyeceksiniz. 68 lira…”
Kahvesi fincanında, sigarası elinde kalakalmıştı adamın. Karısı Azrail gibi gelip dikilmişti başına. Hem söyleniyor, hem de omzundan tutup çekeliyor; “Balkona, balkona” diyor boyuna. “Balkona... Ya da merdiven sahanlığına… Küllük koydum, sandalye koydum; kap kahveni, sigaranı yallah oraya!”
“La havle vela…”
“İster havla, ister miyavla…”
“La havle…”
Kahveyle sigara birlikte ne için içilir?
Keyif için.
Karısına sorarsan kanser olmak için...
Kanseri boş ver ama cırcır çekirge cır cır edip beynini kemirirken keyif mi edilir? Kahvesini, sigarasını alıp hızla masadan kalktı. Peşi peşine üç kapı açtıktan sonra arka balkona vardı. Varır varmaz da şaşakaldı...
Dışarısı ne gündüze benziyordu, ne geceye; ne aydınlığa benziyordu, ne de karanlığa. Gök griydi ve gün ışığı yoktu. Yer kül rengi bir sisin içindeydi ki, başkaca bir renk yoktu. Oysa gündüz vaktiydi ve daha öğlen bile olmamıştı...
Fincanı masaya, sigarayı kül tabağına bıraktıktan sonra avuçlarıyla balkon mermerine dayanıp arka bahçeye baktı. Bakar bakmaz da şaşkınlığı bir kat daha arttı…
Yıllar önce bir fabrikada çalışmaya, maaş almaya başlayınca kardeşiyle birlik olup şehrin kenar yerinden ucuz sayılacak fiyata bir arsa almışlardı. Merkez yerdekilere göre ucuzdu ama onlar için o da pahalıydı.
Karısının altınlarını satıp yarısını peşin ödemişler, kalan yarısını da dokuz takside bölüştürmüşlerdi. Taksitleri ödemek de zordu ama ikisi birlik olunca baş edebilirlerdi.
Edebilmişlerdi de…
Dokuz ay sonra bir arsaları olmuştu. Arsaları olmuştu ama içine ev yapmayı hayal bile edememişlerdi. Ama bir sene temel atmışlar, bir sene birinin kabası, bir sene ötekinin derken ikisi bir olunca dört sene sonunda ev sahibi de olmuşlardı.
Bu şaşılası bir şeydi onlar için. İnanamıyorlardı...
Temel ortaya çıkıp sınırlar belli olunca yedi tane meyve ağacı almıştı pazardan. Dördü ön tarafta, ikisi arka tarafta, biri de güney yanda olmak üzere yedi çukur kazıp yedi fidanı dikmişti.
Ön taraftakiler sırayla; şeftali, elma, kayısı ve ayva ağaçlarıydı. Bu şehrin kepir toprağı kuvvetliydi. Bol bol da su verince birkaç senede büyüyüvermişlerdi...
Kardeşi araba alınca garaj yapmak için arsanın güneybatı köşesindeki şeftaliyi kesmek zorunda kalmışlardı. Kayısı da kocaman ağaç olduktan sonra bir yaz günü üzerindeki yapraklarıyla, meyveleriyle birlikte birkaç gün içinde kuruyup gidivermişti.
Kimisi hastalıktan diyordu. Kimisi de, kadınlarınızın dibine döktüğü deterjanlı çamaşır suyundan. Her ne ise…
Ön tarafta bir elma, bir de ayva olmak üzere iki tane meyve ağacı kalmıştı ve yirmi dört yıl sonrasında hala yaşıyorlardı.
Şeftalinin ömrü zaten kısaymış, kesilmese bile bu günlere kadar çoktan ölmüş olacakmış. Yan taraftaki kiraz ağacı da yıllar önce kurumuştu. Onun dibine deterjanlı su gitmemişti ama onun ömrü de o kadarmış...
Bunca yıla rağmen arka bahçedeki erik ve armut ağaçları hala ayaktaydı ve hala yaşıyorlardı.
Armudun bazı dalları kıştan yaza canlı çıkamayıp kuruyordu. Mart geldiğinde merdiven dayayıp üzerine biniyor, kuruyan dalları testereyle budayarak gençlerin önünü açıyordu.
Erik ağacı arsanın güneydoğu köşesindeydi. Gövdesi kalınlaşmış, boyu uzamış, dallanıp budaklanarak harman yeri genişliğinde yer kapamış; orman ağacı gibi bir şey olmuştu…
Kahve fincanını masaya, sigarayı kül tabağına bıraktıktan sonra avuçlarıyla balkon mermerine dayanıp aşağıya baktı. O zaman iyice şaşaladı. Erik ağacının altında insan kalabalığı vardı.
Bir sürü şalvarlı kadın dizlerini dikip toprak yere oturmuşlar, sessiz sessiz duruyorlardı. Bir sürü adam da duvar dibine çökmüş püfür püfür sigara içiyorlardı. Hemen çekilip içeriye koştu. Üç kapı geçtikten sonra mutfaktaydı.
“Ne oluyor Menekşe? Arkada neler oluyor? Dilini yutmuş bir sürü kadın, dudakları düdük gibi büzüşmüş bir sürü adam! Hiçbirini tanımıyorum. Hepsi de yabancı. Gün gündüz ama aydınlık değil. Gök yere inmiş ama mavi değil. Yaz günü sis mi olur Menekşe? Bir anlam veremiyorum…”
Ama karısı mutfakta değildi. Oysa daha bir dakika öncesi sigara yüzünden başının etini yiyordu.
Bir kapı açıp salona gitti, çıktı oturma odasına gitti, telaşla ev içinde gezinip durdu ama ne tuvalet, ne banyo, ne yatak odası; Menekşe hiçbir yerde değildi...
Tekrar balkona çıktı. Balkon mermerine dayanıp ikinci kattan aşağıya tekrar baktı. Bu sefer kadınların dikili dizleri üzerinde plastik tabaklar; plastik kaşıkları batıra çıkara pilav yiyorlardı. Erkekler de sigaraları atmış, plastik bardakları ağızlarına dike dike ayran içiyorlardı...
Karısı Menekşe mevlit mi okutuyordu?
Kime?
Kime olacak; tabii ki ölmüş kaynanasına...
İyi de kendisinin niye haberi yoktu bundan?
Pilav için pirinci kim aldı? Üzerine serpeledikleri haşlanmış tavuk etlerini kim aldı? Koli koli ayranlar diziliydi erik ağacının altında; onları oraya kim taşıdı?
Oğulları mı?
Ne fincandaki kahve, ne küllükteki sigara, ne keyif, ne kanser; ayağına terlikleri geçirip kendini dışarıya attı. Pilavdan sonra helva yiyen kadınların, ayrandan sonra şerbet içen adamların arasından geçip sınır ötesindeki yüksek apartmanın bahçesine gitti. Orada da bir sürü insan vardı. Öndekilerin aksine oradakilerin hepsi tanıdıktı. Komşular vardı, köyden gelenler vardı, akraba olanlardan vardı...
Onlar neden oradaydılar?
Kendisi neden dosdoğru oraya gitmişti?
Bilmiyordu.
Oysa annesiyle babasına yaptığı yer evinin kapısı orada değil, kendi bahçelerinin içindeydi.
Kıçlarını yere verip dizlerini dikmiş şalvarlı suskun kadınlar, sırtlarını duvara verip dikilmiş suskun adamlar…
Mevlitten sonra pilav yiyip ayran içen kadın ve adamlar, ölü gömüldükten sonra helva yiyip şerbet içen kadın ve adamlar…
Hadi mevlit yıllar önce ölen anası içindi, ya ölü?
Kim ölmüştü ki?
Tanış kalabalığın içinde karısı Menekşe vardı, büyük ablası Songül vardı. O telaş ve endişe içindeyken gözüne ilişenler sadece bu kadardı. Onlar da suspustu ve kapalı tahta kapının önünde bekleşiyorlardı.
Tanış kalabalıktan biri kendisiyle konuştu:
“Açılmıyor.” dedi. “Kilitli…”
“Burada kapı yoktu ki! Bunu buraya kim yaptı, kim kilitledi?”
Karısı Menekşe:
“Salak salak konuşma Oğuz!” dedi ona. “Sen yaptın elbet. Başka kim yapacak? Anan öleli on üç sene oldu. O günden bu güne de hep kilitli. Baban kilitledi elbet. Ondan başka kim kilitleyecek?”
Kapısı elin bahçesine açılan ev mi olur?
On üç senedir kilitli duran kapı mı olur?
Anası ölmüştü ama babası hala sağdı. Yakın zamanda Azrail iki kez gelip kapısına dayanmışsa da eli boş dönmek zorunda kalmıştı.
Kapı bu yüzden mi kilitliydi?
Yönelip kapıya doğru yürürken oradakiler kenara çekilip yol verdiler. Eliyle dokunup hafifçe itti ki kapı açılıverdi. Orada dikilip bekleşenler şaşırıp kaldılar. O içeri girince peşinden ablası da gitti.
Girip gittiler ama içeride nefes aldırmaz bir koku vardı. Elleriyle burunlarını sıkıp çabucak geri geldiler.
Ölmüş babalarının ruhu kapı aralığından geçip göğe gitmiş ama görülüp gömülmeyen ölü bedeni leşe dönüşmüş.
Ablası bağırmaya, ağlamaya, kendini yerden yere vurmaya başladı.
“Fakir babam, zavallı babam, kimsesiz babam!”
Onun tepinmesini gören, feryadını işiten oradakiler de dayanamayıp sessiz gözyaşlarını akıtmaya başladılar. Hem de söylendiler.
“Hayırsız evlatlar, hayırsız gelinler, hayırsız torunlar… Adamcık ölüp leş olmuş, bir uğrayıp da kapısını açmamışlar!”
Menekşe:
“Git Oğuz” dedi ona “Camı aç. Kapı da açık kalsın ki içerideki koku boşalsın.”
Derin nefes alıp ciğerlerini havayla doldurunca burnunu sıkıp gitti. Camı açınca da hızla geri geldi.
Ölü beden on üç sene boyunca bütün kalabilir mi? Mümkün değil. Etleri çoktan dökülmüştür. Dökülen etleri kurtlar yiyip çoktan tüketmişlerdir...
Koku on üç sene boyunca bir ev içinde öylece kalabilir mi? Etsiz kalmış iskelet leş gibi kokmaz ki! Hem daha dün görmüştü onu. Marketten alış veriş yapmış, iki elinde iki poşetle eve geliyordu.
Duramayıp gene içeriye girdi. Babası duvar dibindeki yatağında yatıyordu. Her yeri yorgan altında olduğu için göremedi ama bedeni iskelete hiç benzemiyordu. Gene dışarıya çıktı. Oysa bu girişinde içeriyi saran kokudan eser yoktu. Dönüp tekrardan yürüdü. Peşinden ablası da…
Kendisi yatağın başucunda dikilirken ablası yorganı açtı. Ölü, yatağında sırtüstü yatıyordu. Bedeni zayıftı ama bütündü. Üstünde çizgili pijamaları vardı. Gözleri yumuktu ama ölü değil uyur biri gibiydi.
Abla Songül:
“Tut.” dedi kardeş Oğuz’a. Kendisi çarşafın ayak tarafındaki iki ucundan tutarken baş tarafını gösteriyordu. “Kaldırıp taşıyalım.”
Niye kaldıracaklar, nereye taşıyacaklardı ki ölmüş adamı?
Gene de dinledi onu. İki eliyle çarşafın baş tarafındaki iki ucundan da o tuttu. “Haydi hop, hep birlikte” demediler ama göz göze gelince demiş gibi hep birlikte kaldırdılar. Kaldırıp biraz çektikleri gibi de çarşaf elinden kayınca ölü babasının yere düşen başı “küt” yaptı.
Çarşaf elinden kaydı, çünkü hiç gücü kuvveti kalmamıştı. Sallanıyor, ayakta durmakta zorlanıyordu. Öyle kalakaldığında şaşkınlığı bin kat daha arttı. Çünkü onun ablası geçen yaz beyin kanaması geçirip ölmüştü.
Ölmüş biriyle konuşulur mu?
Birlikte bir işe tutuşulur mu?
O mu dirilip geri geldi, kendisi mi öldü de onun yanına gitti?
Ya dışarıdaki insanlar?
Onlar hangi dünyadalar?
O böylesi bir şaşkınlığı yaşarken düşüp başı yere vuran ölü baba kıpırdandı. Hem geçen yaz beyin kanamasından ölen ablası, hem de az önce sigara dumanı yüzünden karısıyla şaka yollu tartışan kendisi toparlanıp tekrar çarşaf uçlarına yapıştılar. Kaldırıp çekyat üstüne taşıyacaklardı ki, öldü sandıkları ölmemiş babaları birden kusmaya başladı. Böğürüp böğürüp kustu. Öyle çok kustu ki, odanın orta yerinde kusmuktan koca bir tepe oluştu. Kusmuğun hepsi de az çiğnenmiş domates ve biber parçalarından ibaretti. Onlar, bu kadar çok biber, domates yenir mi şaşkınlığı içindeyken odayı kusmuk kokusu doldurdu.
Kusma işi bitince “Oh” dedi ölmemiş ölü. “Rahatladım. Azrail’i iki kez çevirdim ama bu sefer ölecektim.”
Sonra hiçbir şeyi yokmuş gibi ayaklanıp kalktı. Gene aklı gayette yerindeymiş gibi; “sen git oğlum.” dedi Oğuz’a. “Ben bunları temizlerim. Balkonda bıraktığın kahven soğumuştur şimdi. Sigaran da tüte tüte bitip tükenmiştir…”
Tevfik Tekmen. Ekim/2015/Lüleburgaz