- 347 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARACI KABUL EDİLMEZ
MAZİYE YOLCULUKLAR -32
Bundan tam 32 yıl önceydi.
Düşünce suçlusu olarak zindanı eskitmiştim…
Zindan bedenimi çürütmüştü…
Zindan günleri bilgi, tecrübe ve kültür seviyemi arttırmıştı…
Yeniden özgürlüğün dağ kokulu havasını ciğerlerime yudum yudum çekiyordum…
Güneşi kucaklıyordum…
Bu 5 yıl mecburi ayrılıktan sonra düşlerimin ve rüyalarımın baş konuğu Kâhta’ya dönmüştüm. Sevinç içindeydim.
Annem, babam, kardeşlerim sevinç içindeydi.
Dostlarım, arkadaşlarım sevinç içindeydi…
Kâhta büyümüştü. Nüfusu artmıştı.
Eski güzellikleri boğacak şekilde değildi bu değişim…
Herkesi tanıyordum. Seviyordum.
Kâhta’nın havasını özlemiştim. İnsanın içini ısıtan dostluğu özlemiştim.
Mezarlığını, ziyaretlerini, bağlarını, bahçelerini, Kâhta çayında kulaç atmayı özlemiştim…
Fırına domates, biber vermeyi, sıcak pidelerle 5 -10 arkadaş birlikte yemeyi özlemiştim…
Kâhta sevdamdı.
İşte Kâhta’ya gelmiştim…
Mutlu sona ulaşmıştım…
Öğretmenlik diploması için iki dersim vardı. Derslere izin verdim...
Öğretmenlik gurbet demekti. Gurbete çıkmaya hiç niyetim yoktu.
Beş yıl zaten gurbet havası solumuştum…
Kâhta’da kalacaktım… Ekmek paramı burada çıkaracaktım.
Kâhta için yapmak istediklerim, pembe düşlerim vardı…
İlk günler babamın iş yerine gidip geldim.
Babama yardım etmeye başladım.
Sıcak demircilikte eski iş yoktu. Tekniği dükkâna sokmak lazımdı. Babamın yaşı ilerlemişti.
Benim de demircilikte gözüm yoktu…
Kâhta’da ayrı kaldığım beş yılı okumakla geçirmiştim.
Günde on iki gazete, dergiler, bilimsel eserler, şiirler, hikâyeler, romanlar…
Dört ciltlik, iki bin sayfa tutan romanları bir haftada bitiriyordum.
Çok okuyordum. Okumayı çok seviyordum.
Bu okuma alışkanlığı yüzünden, aynı koğuşta kaldığımız, film müziği yapacak kadar iyi bir müzisyen koğuş arkadaşımın “bağlama öğretme” önerisini kabul etmedim:
— Çok güzel şiir yazıyorsun. Türkü yazıyorsun. Yazdığın türküleri çalarsın. Sana bağlama çalmayı öğretmek istiyorum.
Bu güzel öneriyi şöyle yanıtlamıştım:
— Ben sazla zaman öldüremem. Okumak istiyorum.
Kuran kursu günlerimdeki gibi okumuştum. Hafız gibiydim.
Beş yıl durmadan okumuştum.
Keşke saz çalmayı da öğrenseydim… Bu hata pişmanlıklarım arasında yerini aldı.
Öğretmen okulunda mandolin çalma zorunluluğu olduğundan, mızrapla ve tellerle arkadaşlığım da vardı.
Halk ozanlarının bağlama sesine de âşıktım…
Ortaokul yıllarında, yaz tatilinde üç tane langırt masası (cincan, masa topu) almıştım. O zaman çok iyi para kazanmıştım.
Öğretmenlerimin bir yılda kazandığını bir ayda kazanıyordum.
İki katlı evimizin birinci katında, odaların birinde üç masa topu yıllardır boş bekliyordu…
Dükkân açmak istediğimi babama söyledim. Her zaman ki demokrat tavrıyla soruma yanıt verdi:
— Sen bilirsin oğlum, dedi.
Eski ziraat bankasının karşısında bir dükkân kiraladım.
Masaları temizledim. Futbolcuların olduğu çubukları yağladım. Dükkâna götürdüm.
İlk günde üç masa da boş kalmıyordu. İyi para kazanmaya başladım.
Kâhta’da evlere yeni yeni elektrik çekilmişti.
Bizim ev gaz lambası ile idare ediyordu.
Eve elektrik çektirdim. Kâhta’da tek beyaz eşya satan iş yerinin sahibi Dedo Yurdakul’dan bir buzdolabı aldım…
Langırt işi okumama zaman bırakmıyordu.
Ben okumalıydım. Hem de Kâhtalılar okumalıydı…
Kâhta’da kitapçı yoktu. Kırtasiye eşyalarını bütün bakkallar satardı.
Ders kitaplarını da Ramazan Metiner ve Ahmet Selçuk, okul zamanlarında ek iş olarak getirir, satarlardı…
Kitap kırtasiye işi yapmaya karar verdim. Langırt masası dükkânını bir arkadaşa teslim ettim.
Kendisine günlük ücret ödüyordum.
Yeni ziraat bankasının karşısında “CANTEKİN KİTAPEVİ’Nİ” açtım.
Ankara’ya, İstanbul’a gittim. Kitap ve kırtasiye malzemeleri aldım. Getirdim… İşe başladım…
CANTEKİN KİTAPEVİ iş yapmaya başladı.
İki iş yerim vardı.
Ben sigara, içki kullanmıyordum. Kahvelerde zaman öldürmüyordum. Halkımızın kötü alışkanlıklar dediği hiçbir alışkanlığım yoktu…
Kâhtalılara nasıl yararlı olabilirim diye düşünüyordum.
Tam bu günlerin birinde, bir arkadaşın askerlik işlemleri vardı. Birlikte Askerlik şubesine uğradık.
Kapıdan girdiğimizde karşımızdaki yazı dikkatimi çekti: “ARACI KABUL EDİLMEZ.”
Büyük harflerle, dikkat çekilecek şekilde yazılmış ve dikkat çekecek yere asılmıştı. Tanıdık memura sorduk:
— Bu yazı niye asıldı?
Aldığımız yanıt bizi sevindirdi:
— Yeni gelen subay halkın askerlik şubesine çekinmeden gelmesini, zaten yoksul olan insanların aracılara para vermelerini istemiyor.
Bu güzel davranış beni düşünmeye itti...
Hükümet konağındaki devlet daireleri, hapishane duvarları kadar soğuktu.
Okuması, yazması olmayanlar, dil bilmeyenler ve köylülerin yüzde doksan dokuzu, bir aracı bularak dairelere gidip işini yaptırıyordu…
Köyden gelenler aracılara tereyağı, peynir, sebze, meyve yani neyi varsa getiriyordu.
Bir nüfus cüzdanı çıkarmak için bile aracıyla daireye gidiyordu.
Bu iyi yürekli subay, ilham kaynağım oldu…
CANTEKİN KİTAPEVİ’NİN camlarını yazılarla doldurdum:
Ücretsiz dilekçe yazılır.
Asker mektupları ücretsiz yazılır.
Havale kâğıtları ücretsiz doldurulur.
Devlet dairelerindeki bütün işlerinize ücretsiz yardımcı olunur.
Yoksul ailelerin çocuklarının okul masrafları, Cantekin Kitapevi tarafından karşılanır…
Benim küçük bir daktilom vardı. Tezgâha koydum.
PTT yakındı. Çoğu insanlar askerdeki çocuklarına mektup yazacak, göndereceği eşyanın ya da paranın havale kâğıdını dolduracak adam bulamıyordu.
Camlardaki yazılarımız çok büyük yankı yaptı.
Gencecik ortaokul ve lise öğrencileri, o güzel yürekleri ile bana destek oldular.
Kimi köylünün asker mektubunu yazdı.
Kimi havale kâğıdını doldurdu.
Kimi işi olanlarla birlikte devlet dairelerine koşturdu.
Boşuna dememişler: Cezaevleri halk üniversiteleridir.
Beş yıl dilekçe yazıp okumuştum. Hukukçularla aynı çatı altında ömür çürütmüştüm…
Ben, işyerimde dilekçeleri yazıyordum.
Bu zevkli koşuşturma görülmeye değerdi. Gelenlere sonsuz saygı gösterirdik. Oturturduk. Çayını ısmarlardık. İşini yapardık…
Para teklif ederlerdi. Almazdık.
Yoğurt getirirlerdi. Hacı Üzeyir Efendi’den öğrendiğimizi (yoğurdu boşalt, içini değerinden yüksek şeylerle doldur) yapardık.
O insanların dualarını, mutluluklarını unutamam…
Memnuniyetlerini bir madalya olarak hala taşırım.
O güzel insanlara yüreğimden geçen bütün güzellikleri sunamadığım için üzgünüm.
O güzel insanlara yeryüzünde cennet yaratmak isterdim.
Ben O güzel insanların duaları ile binlerce derdi, belayı yendim.
Allah’ım, O güzel insanlar için gönlümden geçenleri sen bilirsin…
Ben istediğimi veremedim… O ortamı arkadaşlarımla birlikte yaratamadık…
Düşlerimiz potinlerin altında un ufak oldu…
Darbeler bizi ezdi…
Sen onları kimselere muhtaç etme…
Yürekleri yanmasın…
Çocukları eğitimsiz, işsiz kalmasın…
Hastalıklardan, afetlerden, kendini bilmezlerden onları korumalısın.
O günlerde, genç arkadaşların yardımları ile aracılık sistemine iyi bir darbe vurduk…
Bu gün o eski aracılar kalmamış…
Onlar diplomasız avukat, işyeri olmayan siyasetçi, asalak takımıydı…
Hey gidi günler hey…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.