- 611 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
YAĞMUR ÇOCUK
YAĞMUR ÇOCUK
(Yetim çocuk )
Gök gürültüsünün sesiyle uyandım birden. Etrafa baktım, oda arkadaşım yatağında yoktu, korktum birden. “Ah” dedim kendi kendime “Bu akşam akrabasında kalacaktı ya” .Rahatladım. Biraz kızgınlık hissettim gene de, böyle yağmurlu fırtınalı bir gecede beni yapayalnız bırakmıştı öğrenci evinde.
Hep korkardım ben, karanlıktan, yalnızlıktan ve gök gürültüsünden. Yağmuru severdim evet ama, cama hızlı hızlı vuruşu yok mu, ürkütüyordu çok.
Ezan sesi gelmeye başladı, rahatladım. Neden sonra yalnızlık hissim geçti.
Abdest aldım, namaz elbisemi giydim ve usulca kıvrıldım seccademe. Uzaklardan gelen ezan sesleri duruluncaya kadar böylece dua edeyim dedim.
Ve yeniden gök gürültüsünün sesi. Yağmur damlaları sertçe çarpıyordu cama.
Ve bir ses.. bir ses.. bir ses daha. Tık tık tık tık... Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Sese doğru yönlendi gözlerim, dış kapı. Biri var sanki, biri kapıya vuruyordu.
Hızla kalktım, odamın kapısını kapattım ve kilitledim. Seccademe oturdum yeniden. Yüreğim yerinden çıkacak sanki, ve titriyorum. Karanlık, yağmur, fırtına sesi ve tık tık... Hala tıklıyor biri kapıya, kim bu daha gün doğmadan, kim olabilir? Neden zile basmıyordu hem, acaba kimse değil de bir şey mi çarpıyordu. Evet evet, öyle olmalı, rüzgardan mesela, yerdeki bir şişe uçmuş gelmiştir, tık tık çarpıyordur kapıya.
“Panik yok, Allah’a dayan, namazını kıl haydi” diyerek rahatlatmaya çalıştım kendi kendimi. Telefonumu seccademin yanına koydum ve ayağa kalktım, kıyama durdum.
Allahuekber, subhanekeallahumme vebi... tık tık.. tık tık
Korkuyorum Allahım, çok korkuyorum.
Namazım ilk defa böyle, ruhum çıkıyormuşçasına bir namaz. Fiziken neredeyim, ruhen neredeyim bilmeden. Ve selam verdim.
Tık tık... tıktıktık tık. Bir melodi yok evet, bir şey çarpıyor olsa, rutin bir ses gelmeli değil mi. Bu başka, sanki arada yoruluyor hafif vuruyor, sonra çift ve sertçe. Sonra bekliyor, ve sanki nefes alıyordu. Evet, nefes alıyor, kapıdaki her kimse, nefesini hissediyordum sanki.
Korkuyorum Allahım, çok korkuyorum.
Aramalı mıydım? Ayşegül’ü arasam, ne yapacak ki uzak gittiği yer, nasıl gelsin. Bakim şu rehbere komşu Havva teyzenin numarası, of ya, kaydedecektim, ertele ertele unutmuşum. Nasıl yaptım bu hatayı, kimsem yok arayacak. Babamlar... uzakta bir şehirde, arasam panik olacaklardı.
Polis?
Tık tık tık tık. Şiddetle vuruyor şimdi, peki ya önemli bir durumsa, belki de Ayşegül, bir aksilik oldu geldi, zil de bozulmuştur mesela?...
Yağmur şiddetle vuruyordu cama.
Neden sonra “Cesur olmalıyım ve kapıya bakmalıyım” diye ikna ettim kendimi.
Odamın kapısını araladım, yavaşça hole çıktım, gözlerim etrafta, sanki evin içinde birileri vardı. “Hayır bu benim zihnimin oyunu, kim nasıl girsin eve, korkma, git ve kapıya bak”
Kapı deliği buğulu, hiçbirşey görmüyordum.
“Kimsiniz?” dedim, korkumu belli etmesin diye kaba bir ses tonuyla, sertçe.
“Benim”
“Benim”
Ben... Ben de kim? bir çocuk sesiydi sanki, yumuşak, naif, tatlı bir ses.
“Açar mısın.”
Bu yağmurda bir çocuk dışarda. “Hay Allah, komşunun çocuğu olmasın! “
Zinciri indirdim, kilitleri çevirdim ve yavaşça araladım kapıyı. Bir metre boylarında bir çocuk, sarışın...
Tanımıyordum.
Ipıslak, sarı saçları başına yapışmış, sular damlıyordu, kirpikleri uzun uzun, ıslanmış parlak... Gözleri kahverengi, toprak gibi, dalga dalga motifler... Başını yukarı kaldırmadan gözlerini yukarı çevirmiş sadece, gözlerime bakıyordu, çok masum...
Minicik elleri birbirine sarılmış, mavi bir tişört ve eşofman, eski, paçası kısa, renkleri solmuş, kirli. Ve ıslak, ıpıslak, üşüyor mudur?
Ama tanımıyordum, ben bu çocuğu daha önce hiç görmedim.
“Sen kimsin” diyemedim. Seyrediyordum sadece.
Terliklerini çıkardı, ıslak ayaklarıyla evin içine adım attı, ve yanımdan geçti içeri doğru ilerledi. Yürüdü yürüdü, paçalarından sular damlıyordu parkeye, halıya bastı sonra başını yere eğdi, sonra döndü bana gülümsedi.
“Yumuşacık” dedi. Döndü yürümeye devam etti.
Ben şaşkındım, sadece seyrediyorum onu. Yürüdü yürüdü, etrafı bile incelemeden, önceden biliyormuşçasına oturma odasına girdi, tekli koltuğa oturdu.
Dış kapıyı kapattım. Yavaş yavaş yürüdüm içeriye, ürkekçe... Karşısına oturdum.
Bana bakıyordu, gözlerime. İncelemiyordu beni, tanıyormuş gibi gözlerime bakıyordu sadece, parlak ıslak gözleriyle.
“Nasılsın abla?” dedi, gülümsedi,
durdum, seyrettim bakışlarını biraz daha ve neden sonra
“İ-i-i-yi-i” diyebildim anca, gülümseyemeden, şaşkınca.
“Teşekkür ederim” dedi, daha bir genişledi kırmızı dudakları, gözleri küçüldü, dişleri gözüktü. Allahım ne tatlı gülüyor, dişleri minik minik sıralanmış, gözleri ne kadar içten bakıyor gözlerime.
Gülümsedim.
Bir tutam perçemi bir kaşını kapatmıştı, aynıydı rengi saçlarının ve kaşlarının, sarı. Gördüğüm en güzel sarı. Bir damla damladı perçeminden, gözünden aşağı iniyordu ki, kırpıştırdı gözlerini, elleriyle ovuşturdu.
Kalktım ona bir havlu getirmeliydim, kıyafetlerini değiştirmeliydim.
“Bekle beni” dedim. Odama gittim dolabin alt çekmecesinden katlı havlulara baktım, kokladım, en mis kokanını seçtim, peki kıyafet, hmm şu poşette, Allahım ne büyüksün, kısmete bak, geçen gün arkadaşların topladığı yetim kıyafetleri, daha teslim edilmemiş vakfa. İşte kısmetiymiş bu tatlı çocuğun. Gülümsedim, poşetten bir tişört ve bir pantolon seçtim en beğendiğim. Kucağıma aldım havluyu ve kıyafetleri, camdan dışarı baktım, güneş doğmuş ama hala kara bulutlar var, yağmur hala hızlı hızlı çarpıyor cama, camdan da damlalar akıyor, gülümsedim, “Ne tatlı” dedim,
“Damlalar ne tatlı, bu çocuk gibi, gözlerinin parıltısı gibi her biri”
Sahi kimdi bu çocuk?
Gülümsemem durdu, gene bir korku içimde.
Oturma odasına yürüdüm, ayaklarım ıslandı. Ne de çok ıslanmış halı. Odaya baktım, koltukta yoktu, baktım baktım, etrafta çocuğu aradım gözlerimle inceledim her bir köşeyi. Zaten küçücük oda. Yoktu, evet yoktu. Panikle koştum dış kapıya doğru, kapalıydı, ellerimdeki eşyaları koltuk altıma aldım, sol elimle dış kapıyı açıyordum ki:
“Sen de bir şeyler yer misin?” dedi o ses. Onun sesi. Sağdaydı hemen, mutfakta. Buzdolabından iki kap çıkarmış, ellerinde, kapaklarını açıyor masaya koyuyordu.
Şaşkınca onu seyrettim bir süre, ve sonra:
“Olabilir” Dedim.
Yanaştım yanına,
“Sen açıktın herhalde, ben hazırlayayım yemek, sen de al bunları” dedim, uzattım ona koltuğumun altına sıkıştırdığım eşyaları.
Elindeki iki çatalı sofraya yerleştirdi. Bana baktı, sonra havluyu aldı eline. Dokundu, gülümsedi.
“Yumuşacıkmış” dedi, gözlerime baktı.
“Bu benim olsun”
Gülümsedim ben de, onay verdiğimi belli etmek için başımı salladım.
“Hadi benim odama geç, bu havluyla kurulan, bu kıyafetleri giy.” dedim.
“Giymeme gerek yok ki” dedi.
“Ama hasta olursun, hadi giy” dedim.
Neden sonra beni kaale almadiğinı hissettim. Havluyu kenardaki sandalyenin üzerine koydu, üzerini okşadı tekrar, gülümsedi kendi kendine. “Bu ne” dedi ve gözlerime baktı, “ havlu “ dedim .
Geri döndü bakışları, okşadı tekrar. “Ne güzel ismin varmış senin” dedi, gülümsedi.
Ben de elimdeki eşyaları diğer sandalyeye koydum. Belki alır giyer diye bekledim. Kalktı, buzdolabına yaklaştı, kapağını zorlanarak açtı o minicik elleriyle.
Koşarak kalktım. “Ben hazırlayayım sana, ne istersen, ne seversen” dedim.
Durdu, bir süre baktı gözlerime “İsterim, severim “ dedi ve sonra sandalyelerden birine geçti, oturdu.
Gülümsedim. Hazırlamaya başladım, ne varsa koydum sofraya, Allahtan kalmış evde krem çikolata, market alışverişini yapacaktık geçenlerde, “hay Allah” dedim üzüldüm, azıcık var herşeyden. Ona belli etmemeye çalıştım. Sofraya her koyduğum yiyeceğe bakıyor gülümsüyordu.
Onun bu tatlı gülüşü bana da bulaşıyordu, birbirimize bakıyor, gülümsüyorduk habire.
“ne tatlı bir çocuksun sen” dedim. Başını eğdi.
Yemeğe başladık. Yavaş yavaş, her lokmayı aldığında önce bir süre inceliyor ve gülümseyerek, yiyordu. Ağzında çiğnerken de bana bakıyordu, gözlerime. Ve özel olarak gülümsüyordu tekrar.
“Ne güzel gözlerin var” dedi bana bir ara.
Tutamadım kendimi, çok şirin geldi bu cümleyi kurması, kahkahalarla güldüm, o da dişlerini göstererek güldü. Tanımıyordum bu çocuğu ama, çok yakın hissediyordum. Allahım bu ne güzel bir duyguydu, ona sevgiyle baktım baktım baktım.
“Gözlerimi beğenmezdim, çok sağol, sen öyle dediğin için mutlu oldum” dedim.
“Hayır” dedi, neden sonra üzgünce baktı yüzüme.
“evet evet, çok şükür, artık güzel gelecek” dedim ve üzgün yüzü değişti, gülümsedi, teşekkür etti.
Soramadım “Neden teşekkür etti”.
Sonra farkettim ki, büyük çatalmış elindeki.
“Hay Allah, çekmeceden küçük çatal vereyim sana”
Durdu, çatala baktı ve:
“Alışığım ki ben” dedi.
“Büyük çatala mı” dedim.
“Büyük olmaya.” Dedi. İrkildim, kalbim hızla çarpmaya başladı .
Çatalını peynir dilimine batırdı, ağzına yaklaştırdı, gülümsedi, çevirdi, inceledi, “Ne güzel bembeyaz” dedi, ve ağzına attı.
“Sen, kimsin” dedim.
Durdu, gülümsedi ve gözlerime bakarak:
“Yağmur” dedi.
“Nasıl, adın mı Yağmur” dedim.
“Hayır, adımmm hmmm” dedi, durdu düşündü, ıslak saçlarını kaşıdı.
Ve gülümsedi tekrar gözlerime bakarak:
“Olabilir, bilmiyorum. Ama ben yağmurum.”
“Anlayamadım” dedim
“dışarda yağıyor ya şimdi, onlardanız biz” dedi ciddiydi bu sefer.
Gülümsedim, çocuk işte, dedim içimden.
“Kimle yaşıyorsun sen?”
“Diğer damlalarla” dedi.
Durdum.Daha da sormadım bir şey, gülümsedim. O da gülümsedi ve yemeğe devam etti. O yiyor, ben onu seyrediyordum.
Ne mutluluk vericiydi, bu tatlı çocuğu seyretmek. Bitmesin istiyordum bu seyir, yesin yesin, ve hep gülümsesin. Hiçbir soru kurcalamıyordu zihnimi, kimdi, kimin çocuğuydu, nereliydi? Merak etmiyordum. Onu seyretmek o kadar güzeldi ki.
Az sonra, çatalı sofraya bıraktı. Camdan dışarıya baktı, bir süre öylece kaldı ve üzgünce bana döndürdü bakışlarını.
“Gidiyorum” dedi.
Ayağa kalktı.
Dış kapıya yürüdü, kapıyı açtı.
Ben şaşırdım. “Keşke kalsaydın biraz daha” dedim.
Terliklerini giydi.
“Evin nerede?” diye sordum üzgün sesimle.
Döndü, gözlerime baktı:
“Mavide”
“Mavi? Mavi dediğin neresi? hiç duymadım.”
“Hani siz gökyüzüne mavi diyosunuz ya”
dedi ve gülümsedi.
Rabbim bu ne içten gülüş.
Bir hüzün kapladı içimi, gülümseyemedim. Üzgünce baktım yüzüne.
Arkasını döndü, uzaklara baktı, düşünceli.
Hava artık normale dönmüş gibiydi, açık berrak gökyüzü.. kara bulutlar çekilmiş. Uzakta bir gökkuşağı. Ama hala yağmur çiseliyordu.
Üzgün yüzüyle tekrar bana döndü, baktı uzunca ve sonra gülümsedi:
“Bana geldiğin için, teşekkür ederim” dedi.
Ve tekrar arkasını döndü, yürüdü yürüdü yürüdü.
“Gelen sendin, ben teşekkür ederim” diyemedim. Tutuldum o an. Gözden ıraklaşana kadar onun gidişini seyrettim.
Yağmur iyice durmuştu artık, güneş kurutmaya başlamıştı ıslak zemini.
Kapıyı kapattım.
Gözyaşlarıma engel olamadım.
Mutfağa baktım, havluyu almamış, unutmuş mudur? Peşinden gidecek cesareti kendimde bulamadım.
Havluyu aldım, odama gittim, seccademe kıvrıldım. Dayanamadım ağladım, ağladım...
“Rabbim, Senden gelecek her türlü hayra muhtacım”
dedim.
Havluya baktım, onu da artık yetim eşyalarının olduğu poşete koymalıydım.
Dokundum
Ve gülümsedim.
Yumuşacıktı.
YORUMLAR
yağmurla ilgili bir şiir okumuş gibi oldum