- 503 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Demokratik Deliler Devleti-30
-Deli, kendi kendine konuştuğu için eleştiriliyor.
-İyi de onu dinleyecek, bundan da önemlisi onu anlayacak kimse bulamıyorsa ne yapsın?
***
Olaysız geçen üç gün. Ben de inanamıyorum, ama gerçek; çünkü bu üç gün içinde kayda değer herhangi bir olay meydana gelmedi. Adeta her şey yavaşladı hatta durdu. İnsanlar, hayvanlar ve belki de zaman... Düdük sesi duymadım, tabii tabanca da patlamadı. Kuşlar ötmedi, rüzgâr esmedi. Bağıran yok, ağlayan yok, kavga eden yok. Osurukçu osurmadı, İzmaritçi sevinç çığlıkları atmadı. Herkes suskun, herkes sessiz, adeta dilsiz... Bütün bunlar Tek Kulak darbe girişiminin yarattığı bir şok olmasın!
Bu üç günden sonraki gün, güzel bir sabaha uyandım. Kulağıma ciyak ciyak bağıran karga sesleri geliyor. İyi duyabilmek için nefes almamı bile yavaşlattım. Zevkle dinliyorum bu şahane sesleri.
Güneşin rengi sapsarı. Isıtıyor fakat yakmıyor. Göz alabildiğine mavi bir gökyüzü var. Hiç bulut yok. Tertemiz bir gök kubbe altındayım. Hafif bir rüzgâr ağaçların yapraklarını hışırdatıyor. Onları incitmeden esiyor, öyle ki kurumuş yapraklar bile ağacın dallarına tutanabiliyor. Güvendeler, düşme kaygıları yok.
Üzerleri çiy kaplı çiçekler ve çimenler güneşten aldıkları ışığı yansıtmada yarış içindeler. Onlardan gelen ışık gözlerime vuruyor; rahatsız edici değil aksine rahatlatıcı, dinlendirici.
Önümdeki bankın üzerinde bir adam yatmış, uyuyor. Horlamasını duyuyorum. Gülerek onu izliyorum. Bu adam hastaneye 3D ilan edilmeden birkaç gün önce gelmişti. Kendisiyle tanışmadım, adını o yüzden bilmiyorum. Daha doğrusu her gördüğümde uyuyor olduğundan tanışma fırsatı bulamadım. Bazen bankta bazen de çimenlerin üzerinde uyur. Birkaç kere ceviz ağacının altında yatarken de gördüm. Başına bir iş gelmesinden korktuğum için uyandırmak istedim, başaramadım. Ceviz ağacının altında gündüz uyumak tehlikelidir, diye duymuştum. Ceviz ağacı gündüzleri zehirli bir gaz salgılarmış. Bu gaz da oradaki kişiyi sersemletirmiş. Böylesine uykusu derin olan bu adam nedense yemekhanenin zilini duyar duymaz ayağa fırlıyor ve herkesten önce yemeğe koşturuyor. Gene herkesten önce yemeğini bitirip kendini dışarı atıyor ve uykuya devam ediyor.
Ben bu adama bakarken yanıma Kel Öğretmen geldi.
-Ne o Kargacı, sende mi özendin bu adamın keyfine?
-Baksana hocam, nasıl özenmesin insan, dünya yansa adamın hasırı yanmaz. Ondaki keyif kimde var?
-Hakiki, daha doğrusu gerçekten yaşamış Oblomov bu olmalı!
-Bu adı ilk defa duyuyorum.
-Oblomov, bir Rus yazarın romanı. Roman kahramanının adı. Bu adam Rus Derebeyi sınıfının en son soylularından biri. O nedenle Oblomov’un çiftliği ve köleleri var; buradan gelen gelirle hayatını sürdürüyor. Ancak köklerinden kopmuş bir soylu Oblomov. Çiftliğini bir başkası idare ediyor, ona bir miktar para gönderiyor. Oblomov ise çiftliğine hemen hemen hiç gitmiyor, şehirde yaşamını sürdürüyor. Tembel bir adam, iş yapmak istemez. Tembellik ona mutluluk verir. Öyle ki her fırsatta yatar, kolay kolay yataktan dışarı çıkmaz. Yatarken bir tarafından öteki tarafına dönmek bile ona zor gelir. Davetlere katılmamak için çok işleri olduğu bahanesini uydurur. Çok iş dediği de çiftliği ile ilgili yapmayı planladığı işleri düşünmekmiş. Çoraplarını bile kendi değil, uşağı çıkarır. Yani kısacası Oblomov uyuşuk, hareketsiz, tembel, miskin, üşengeç, mıymıntı bir adam.
-Bizim Oblomov’u yemek saatlerinin haricinde uyanıkken hiç görmedim hocam. Havaların iyi olduğu günlerde bahçede hep yatarken gördüm. Galiba bahçeye çıkamadığı günlerde de içeride yatıp uyuyordur.
-Evet öyle. Kaldığı oda bizim koridorda. Ben oradan geçerken Oblomov’u hep uyurken gördüm.
Kel öğretmen bu sohbeti kitap konusuna getirdi ve bana sordu:
-Kitap okuyor musun Kargacı?
Ne cevap vereceğimi bilemedim. Kem küm etmemden okumadığımı hemen anladı. Utandım. Yıllardır elime kitap almadığım aklıma geldi. Kel Öğretmen:
-Ben buradaki zamanımı çoğunlukla kitap okuyarak değerlendiriyorum. Dedi. Okumak bana biraz da terapi oluyor. Sana da okumanı tavsiye ederim, istersen bu konuda sana yardımcı da olurum. En son Yaşar Kemal’in İnce Memed romanını okudum. Beş cilt, iki bin iki yüz sayfadan fazla. Bir yayınevi beş cildi bir araya getirip eseri yayımlamış. Çok eskiden bu eserin birinci cildini okumuştum. Unutmuşum, tekrar okudum. Yaşar Kemal Çukurova yöresini çok iyi bildiği için oranın doğasını ve insanını çok güzel anlatmış. İnce Memed, uğradığı haksızlıklar nedeniyle Eşkiya olup dağa çıkıyor. Çok sayıda ağayı öldürüyor. Halkın sevdiği ve koruduğu bir eşkiya. Akıcı bir roman ama ikinci ciltten sonra olaylar adeta birbirinin tekrarı. Şöyle ki, İnce Memed bir köyde veya dağda jandarmalar tarafından kuşatılıyor, şiddetli çatışmalar oluyor; ama sonunda kurtulmayı başarıyor. Daha sonra gene benzer bir olay, daha daha sonra gene... Defalarca bu tür benzer olaylar geçiyor eserde. Kitapta yazarın doğa tasvirleri çok hoşuma gitti, zevkle okudum.
Kel Öğretmen daha konuşacaktı belki, ama birden sustu ve:
-Biz öğretmenler işte böyleyiz. Bir konuşmaya başlarsak hiç susmayız. Başını ağrıttıysam kusura bakma. Deyip yanımdan hızla ayrıldı. Öyle ki “Estafurullah!” sözcüğünü bile tamamlayamadım, sadece “Es...” diyebildim.
Hastanedeki bize yasak olan telle çevrili yere, bahçeye gitmeye karar verdim. Orada biraz kendimle kalmak istiyordum. İçeri alınıp alınmayacağım konusunda tereddütteydim. Kapıdaki görevli beni güler yüzle karşılanınca sevindim. İçeri girdim. Çalışanlarla selamlaştım, hepsi selamımı aldı ve bana gülümsedi.
Buranın çoğu ekili alandı. İlkönce domatesler karşıma çıktı. Dalında domates görmek bir insanı mutlu eder mi? Beni etti. Domateslerin çoğu daha yeşildi. Az sayıda kızarmışları da vardı. Domateslerin ilerisinde hıyarlar ekilmişti. Bunlar da çok küçüktü, ama yenebilirdi. Eğilip hıyarların köküne bakarken bir işçi:
-Kopar da yesene Kargacı, körpecik şimdi onlar. Çıtır çıtır, çok lezzetli olurlar. Deyince bir tane kopardım. Elimle hafifçe üzerindeki tozu sildiğim hıyarı ağzıma götürürken çok nefis bir koku da aldım.
Patlıcan, kabak, marul, nane, maydanoz ve soğan ile sarımsak... İleride de topraktan çıkmış yeşillikler vardı, ancak ne oldukları hakkında bir bilgim yoktu. Belki de patatesti ya da fasulye veya bakla...
Ekili alanlardan sonra çimlerle kaplı bir boşluk ve daha sonra da meyve bahçesi... Bir erik ağacının altına oturdum. Burada çalışan işçi yoktu. Tek başımayım, yani doğa ve ben vardık. Kuş sesleri duyuyorum. Bu seslerin hangi kuşa ait olduğu sorusunu kendime sormuyorum. Çünkü benim için fark etmez. Hepsi güzel, hepsi hoşuma gidiyor, hepsi beni dinlendiriyor, hepsi beni mutlu ediyor. Bir müddet gözlerimi kapatıp kuş seslerine yoğunlaşıyorum. Bu sırada kendimi hastalığa yakalanmadan önceki halimde gibi hissediyorum. İşte doğanın şifası, işte doğanın gücü!
Gözlerimi açtığımda benden oldukça uzakta bir leylek görüyorum. Bu görüntü burada benim için bir ilk. Evet, bu hastanede ilk defa bir leylek görüyorum. Gagasını otların içerisine doğru defalarca vurdu. Sonra kafasını havaya kaldırdı. Gagasında bir yiyecek var. Ne olduğunu bilmem mümkün değil. Belki bir fare, belki bir yılan, belki de başka bir şey... Ne olduğu aslında o kadar önemli de değil, karnını doyuracak bir yiyecek buldu ya, o yeter. Gagasındaki yiyecek kaybolduktan sonra başını iki-üç kere sağa sola salladı, demek ki yiyeceği yutuyor. Uzun ayaklarını tahta sopalar üzerinde adım atan bir cambaz gibi ata ata çok daha ileriye gitti ve gözden kayboldu.
Öğlen yemek zili çalınca yerimden kımıldamadım. Akşam yemek zili çalıncaya kadar burada kaldım. Akşamki zil sesini duyunca oradan ayrıldım.
Demek ki gerçekten de sabahı güzel olan bir güne uyanmışım. Dilerim akşamı/gecesi de güzel bir gün olur...
(Devam edecek....)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.