- 914 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
GÜN DÖNERKEN
GÜN DÖNERKEN
Bir göl gibiyim akşamlara dönmüş,
Yıldızları kendinden daha dipte.
Oktay Rıfat Horozcu
Kargalar kahvaltısını ederken uyandıramazsa martılar uyandırıyor. Martılar uyandıramazsa vapurlar, vapurlar uyandıramazsa çocuklar muhakkak uyandırıyor her sabah. Her biri önceden kurulmuş birer saat gibi, vakti gelen çalıyor.
Kargaların fütursuz bağırışları kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, yaşlı ve kocamış kadınları anımsatıyor. Martıların çığlıklarındaki derin hüzün kargaların bağırışlarında yok.
Bir yandan kargaları ve martıları dinlerken bir yandan da kartalları düşünüyorum, çığlık atar mı kartallar? İçlerini ne tür bir sesle dışarı vururlar? Ne bir kartal gördüm ne de duydum. Seslerini tahmin bile edemiyorum. Keskin gözleriyle kilometrelerce yükseklikten en küçük kıpırtıyı bile gördüklerini biliyorum ama.
Mutfaktan telaşlı tıkırtılar ve mis gibi kokular geliyor. Kapatıyorum gözlerimi. Dışarıyı dinlerken içeriyi kokluyorum. İnsan olmanın hazzını iliklerime kadar duyumsuyorum.
İnsan olmanın hazzı deyince; “İçinizdeki hayvanlarla konuşun,” diye bas bas bağıran Nietzsche geliyor aklıma. Geçenlerde tekrar izledim “Nietzsche Ağladığında” adlı filmi ve bu repliği takılıp kaldı aklımda.
Kahvaltıya çağırıyor kızım. Gözlerim kapalı kokuların izini sürerek buluyorum yolu. Valide sultan gibi kuruluyorum hazır kahvaltıya. Suratımda pişkin bir ifade. “Elini yüzünü yıkamadan mı yiyeceksin anne,” demese oturup bir güzel yiyeceğim. Dünya tersine dönmüş bugün. Kızım anne, ben çocuk olmuşum. Haylaz bir çocuk gibi elimi yüzümü yıkamadan kahvaltı sofrasına kurulmuşum.
Belli bir noktadan sonra kabak tadı veren günlük rutinler gibi, zor geliyor elimi yüzümü yıkamak. Gidip yıkıyorum zoraki.
Aynı pişkinlikle oturuyorum yeniden kahvaltıya. İçim gülerek, kızımın her bir hareketini izleyerek ediyorum kahvaltımı.
“Neyin var senin bugün anne, aşık mı oldun , nedir bu halin.”
“Baban istedi seni ama sefanı ben sürüyorum” diyorum gülerek.
“Ne yani sen istemedin mi beni.”
“İstemedim.”
“Söylemeseydin bari, bütün keyfim kaçtı.”
“Babanı daha çok sev diye söyledim. Çocuğunun annesi olmamı isteyecek kadar çok sevdi beni baban.”
“Sen sevmedin mi sanki onu.”
“Bilmiyorum.”
Bilmiyorum. Bir çocuk gibi mızmızlıklarıyla o kadar meşgul etti ki beni anlayamadım onu sevip sevmediğimi. Ama şimdi kızıma baktıkça seviyorum onu. Kızımda seviyorum. Bana kalsa ne evlenir ne de çocuk sahibi olurdum. Yavan yaşıt yaşamın içinde kaybolurdum. Babasına benzer de bir türlü büyümez diye oğlum olsun hiç istemedim. Her şeyiyle babasına benzeyen bir kzım oldu. Babası gibi çok kıskanıyor dokunduğum harfleri. Gün geçtikçe, yazmaya daha da fazla düştükçe anlıyorum ki yağmurdan kaçmışım ama doluya tutulmuşum .
Kadıköy Lisesi’nin teneffüs zili çalıyor. Okul değil guguklu bir saat. Vaktini hiç şaşmayan çocuklu bir saat. Vakit geldi. Çalıyor zil. Açılıyor kapılar pencereler. Çocukluyor lise.
“Çocuk! Çocuk! Çocuk!”
Kahvaltımızı bitirip kızımın saatler süren hazırlığından sonra çıkıyoruz birlikte. O okuluna gidecek, ben kitap peşine düşeceğim. Bazı kitaplar bulunmaz Bursa kumaşı gibi, bulabilmiş olmak bile son derece keyifli.
Yollarımızın ayrılacağı noktaya kadar birlikte yürüyoruz. O okulundan, ben uğraşımdan söz ede ede bitiriyoruz yolu. Birbirimize “rastgele” deyip ayrılıyoruz.
Doğduğum yer toprak kokardı. Nefes alıp verdikçe bolluk bereket dolardı ciğerlerime. Yaşadığım her semtin kendine has bir kokusu vardı. Doyduğum yer, iş, para, telaş, kavga, kokardı. Doyduktan sonra kaçıp sığındığım sahil kasabası ise huzur, dinginlik, teslimiyet kokardı.
Moda sanat kokuyor. Adım başı sanat atölyesi çıkıyor karşınıza. En çok evimin iki sokak ötesindeki resim atölyesinin önünden geçmeyi seviyorum. Kızılderili görünüşlü ressam bir kadının atölyesi orası. Çeşit çeşit Kızılderili portreleri yapıyor. Önünden her geçtiğimde durup izleme isteği uyandırıyor bende bu ressam kadının kendine özgü hali. Duruyorum ve izliyorum içeriyi. Elindeki fırça kadının bedeninin bir parçası olmuş, bir beden kadar canlı ve devinimli. Fırça kadının içindeki bütün renkleri tuvale akıtan bir çeşme gibi. Rengarenk akıyor, kırmızı, sarı, yeşil, mavi… Göreceğinden ürkmesem bütün gün izleyeceğim fırçadan oluk oluk akan renkleri.
Tam karşısındaki yaşlı bakımevinden yükselen müzik darmadağın ediyor meditatif halimi.
“Şu dünyada sevgi büyük ihtiyaç / Herkes sevmeye sevilmeye muhtaç.”
İçerden çıkarılan bir kaç yaşlı balkondaki masaya oturtulmaya çalışılıyor. Onların muhtaç halleri çalan müziği daha da içli kılıyor. Duyup da içlenmesinler, hüzünlenmesinler diye, “İnşallah duymuyorlardır, sağırlardır” diyorum ama sağır sultanın bile duyacağı kadar açmışlar sesi. İnadına açmışlar da dinletiyorlar gibi. Hüzün akıyor yaşlıların üzerinden. Görünmeyen bir hüzün seli üzerime doğru geliyor. Kaçıp kurtarmazsam kendimi alıp götürecek, boğacak beni.
Gözlerinde sevgiye dair hiçbir ize rastlayamadığım yaşlıları kendi hallerine bırakıp hızla kaçıyorum oradan. Sevmemişler, hep sevilmek istemişler, seven hüzünlü olmaz bu kadar.
Sürekli gittiğim kitabevine doğru yürüyorum.
Her gittiğimde yaptığım gibi, kitaplardan önce başka bir şeye bakıyorum. Beni kitaplardan bile daha fazla mutlu eden şeye. Kitap bakan, kitap soran, kitap alan beyleri onlara çaktırmadan, büyük bir mutlulukla tek tek gözden geçiriyorum.
Erkekler daha çok okursa daha çabuk iyileşecekmiş, daha çabuk aydınlanacakmış gibi geliyor bana dünya. Biliyorum çok kadınca bir duygu. Kadınca bir arzu. Kadınlar erkeksi dünyanın onlara ettikleriyle az çok aydınlanıyor ama erkeklere çok da dokunmuyor dünya. Ancak okumak yakabilir onların içindeki ışığı.
Kitabevi değil, bir kitap gezegeni. Bütün kitapları alacakmışım gibi turluyorum her köşesini. Dışarı çıkarsam kara bir delik yutacak, uzayın boşluklarına atacak beni. Çıkıyorum, kara bir deliğe yutulmadan dönüyorum evime.
Gün bitecek. Güneş göğü kanatarak batacak. Birazdan kızılca kıyamet kopmaya başlayacak. Başlıyor. Göğün yüzü kan revan. Esmer yüzlü, yıldız gözlü gece doğacak birazdan.
“Ben ölürsem akşamüstü ölürüm(1).” Kuşların günü bitirmeyi, yıldızların geceyi başlatmayı beklediği o arafda.
Günle birlikte ölüyorum. Ayın ateşinde demlenirken gece, gece tiryakisi bir kadın doğuyor içimde.
(1 / Ataol Behramoğlu)
Tante Rosa
***
Diyor ki:
Feridun Andaç: Okurken de, yazarken de edebî olana bakın.
***
YORUMLAR
O çok iyi bildiğim mekanları sizin mihmandarlığınızda ben de turladım. Acaba o ressam kadını görmüş olabilir miyim diye düşündüm. Hatırlayamadım. Nedense burnuma yazın kokusu geldi. Oralarda kış nasıl olur hepten unutmuşum. Kışın da gitmeliyim memlekete.
Sahi yaşlıların gözünde ne vardır çoğunlukla sevgi mi yoksa beklenti mi? Sanki, bir yaştan sonra beklentinin her türü yerleşir insanların gözlerine ve hep bir şeyleri bekleyerek yaşarlar.
Beğendim yazınızı, ardından sürükledi kucağıma verdiği duygularla.
Yazdıklarıyla eğer okuru eserinin içine çekebilmişse yazar, onun iç dünyasında karşılığını bulabilmiş demektir. Burada kastettiğim edebi eserler elbet. Yazarın anlattığını yanlış da anlayabilir okur. Yazara, yazmak için ilham olmuş yerden çok farklı bir yere savrulabilir. Bence bu çok doğal bir etkileşim.
Yazar kurgusunu dillendirirken cümlelerinde, sınırlarını yeteneği belirler evet, ama okurun ne anladığı hangi duygularla anlamlandırdığı da yine onun yeteneği, harekete geçirilmiş duygularıyla sınırlıdır. İki dünya arasında bir kesişim, farklılıklar içerse de bir ortak alandır eser.
Belli ki, girişte kullandığınız,
<<Bir göl gibiyim akşamlara dönmüş,
Yıldızları kendinden daha dipte.
Oktay Rıfat Horozcu>> mısrasıyla yazıda işlediğiniz konu arasında bir paralellik buldunuz ya da giriş için bir rahatlık sağladı size, belki de hem yazının temasına uygundu hem de okurun esere daha rahat intibak edeceğini hesapladınız. Bana çok aykırı gelmedi bu. Çünkü henüz yazınızla alakalı bir ortak alan ve duygular yumağı oluşmamıştı daha.
Fakat eserden, eserin içimde yarattığı duygulardan sonra Ataol Behramaoğ’luna yönlendirilmek bir ket vurmaya, bir mental duvara sebep olabilir gibi geldi. Zaten final yeterince vurucu ve yazının yarattığı duygulanımla örtüşür güzellikte.
Değerli Hakkın Sesi de dikkatimizi çekmiş, iyi de etmiş. Benim için de yol gösterici oldu.
Sağlıcakla,
Tante Rosa
Okurdaki yansımayı çok önemsiyorum ve merak ediyorum o ortak paydayı. HakkınSesi'nde dövmeci kadının çıkıp bellekten gelmesi buna çok güzel bir örnek.
Yazarken de daha önceden o konuyla ilgili yazılmış dizeler çıkıp geliyor bellekten. Geri göndermeye kıyamıyorum onları. Konuk oyuncular gibi onlar, konuk dizeler. Okurdaki etkisi üzerine hiç düşünmemiştim, yazılanı paylaşmanın böyle de bir yararı var, okur gözüyle, karşıt bir bakış açısıyla dönüp tekrar bakabiliyorsunuz yazdığınıza.
Bir kez daha dönüp baktım.
Çok teşekkürler.
(Kışın daha da güzel oluyor İstanbul, hava ne kadar soğuk olsa da üşümüyor insan İstanbul'da. Ansızın insanın içini ısıtacak bir şey mutlaka çıkıveriyor bir yerlerden.)
kızılderili resimleri yapan ressam bana dövmeci kadını hatırlattı. kendisini çok acı çekmiş, mahpus damında kalırken, eski eş dayağı güncelerinden kalan hüzünleriyle yine de dimdik (boylu poslu irice bir şeydi) hayatta olduğunu gösterir gibiydi. yazıdan sonra not dikkatimi çekti. edebi olana bakın kısmı önce mantıklı geliyor, çünkü uğraş edebiyat ama sonra yaşamanın işi edebi bakmak değil her şeye kısmı gelip tokat aşırıyor yüze. aydın olma kısmı, erkeklerin hani, günlerdir aydın ve entelektüel ayrımı üzerine düşünüyorum. aydın pek çok insan var kendince ama çoğu bencil. aydın olmak, ışığı görmek pek de etkili değil. sınırı aştırmıyor aydın olmak. sınırı aşıp, diğer insanlara da ışık olmak kısmına ulaşmak da herkesin harcı değil tabi. kitap almadan, kitap alanları seyretme hali tatlı bir durum.
yalnız hem yazıya başlarken hem de biterken alıntı mısralar yazının özgünlüğüne ve hürriyetine kısıtlama getirmiş gibi hissettiriyor. zaten yaptığımız şey aslında öncekileri taklit etmek ama yine de edebi olarak yazarken en azından kendi sözlerimiz arasına başkalarının sözlerini direk koymasak daha iyi gibi. bunu ben de yapıyorum. size söylerken aslında kendimi hatırladığım için söylüyorum.
Tante Rosa
Altını çizdiğiniz yerler üzerinde ben de düşüneceğim.