- 1105 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Ben ve Hekim İbni Sina (2)
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
..
...
Odanın her tarafına göz atıyorum. Giriş kapının sağ tarafında bir masa var. Masanın üstündeki kırmızı kapaklı boş kan örneği tüpleri ve enjektör kutuları dikkat çekiyor. Pencerenin önünde bir çalışma masası var ve onun önünde iki adet sandalye. Odanın sol tarafında duvara yaslanmış küçük bir buzdolabı ve yanındaki çöp kutusundan başka bir şey gözükmüyor. Buzdolabının üstünde duvara asılmış büyük bir saat, ve onun yanındaki duvarda asılı olan Atatürk’ün yana baktığı meşhur fotoğraf göze çarpıyor.
Genç doktorun gelmesi pek uzun sürmedi. Odaya girdiği an, masanın üstünden bir adet enjektör alıyor. Pistonunu çıkarıp çöpe atıyor. Ucuna taktığı iğnenin başını eğiyor ve hazırladığı enjektörü baş aşağı çevirip bana veriyor. Benden sandalyede oturup on beş dakika boyunca kendimi zorlamadan tükürüğümü enjektörün içine boşaltmamı istiyor.
Kol saatime bakıyorum, o da cep telefonuna. İkimiz de başlangıç dakikasını aklımızda tutuyoruz. On beş dakika sonra tekrar geri döneceğini söyleyip, odadan dışarı çıkıyor. Atatürk’te buzdolabının üstündeki duvar saatine bakıyor. Düşünüyorum da acaba o hangi başlangıcı aklında tutmuştu?
Sandalyede oturup yavaş yavaş tükürüğümü enjektörün içine boşaltıyorum. Odanın içinde duyduğum öksürük sesi beni şaşırtıyor.
Duvardaki fotoğraf varlığını bana anlatmaya çalışıyordu:
- Merhaba oğlum!
- Merhaba efendim.
- Ne işin var bu odada?
- Efendim hastayım. Tükürük tahlili için on beş dakikanın bitmesini bekliyorum. Peki efendim, sizin burada ne işiniz var?
- Ben de senin gibi bir şeylerin bitmesini bekliyorum.
- Neyin bitmesini?
- Şu sağ odadaki işlerin bitmesini ve odanın kapatılmasını
Şaşkın halde ona doğru bakıp soruyorum:
- Ama efendim, bu odada ne var ki? Onun açık ya da kapalı olması neden bu kadar önemli?
Tedirgin bakışla yüzünü kırmızı kapaklı boş tüplere çevirip yanıtlıyor:
- Sağ oda tehlikelidir oğlum! Hem de çok. Şu kan tüplerini görüyor musun? Bu oda, onlar dolmayana kadar kimseyi rahat bırakmayacaktır.
- Ama efendim, bu tüpler sadece hastaların kanları ile doldurulmak için buradalar.
- Evet, biliyorum. Ben de onu söylemek istiyorum. Kimseden kan alınmasını istemiyorum.
- Ama efendim, insanlar hastalanırlar ve kan almanın nedeni onların hastalığı ve hastalıklarının tedavisi içindir. Eğer insanlar hasta olamasalar, kan almaya da gerek kalmaz.
Sizce sol odada kan tüpleri yok mudur? Tabi ki orada da var. Orada da aynen burası gibi hastalardan kan alınıyor. Bence odanın kapanmasıyla işler bitmiyor. Sorun odanın sağ olması veya sol olması da değil. Sorun insanların hastalığındandır.
Derin bir oh çekip, son kez bana bakıyor. Sonra gözlerini benden ayırıp tekrar duvardaki saate çeviriyor.
Kol saatime göz atıyorum. On beş dakikanın son saniyelerinde ağzımda toplanan tükürüğümü enjektörün içine boşaltıyorum.
Ayağa kalkıp genç doktorun geri gelmesini bekliyorum. Ama hala gelen kimseden haber yok. Odada yürümekle zaman öldürmeye çalışıyorum.
Yol alıyorum. Karı Köprüsü’nün altından giden suyun akış yönünde Saman Meydanı’na doğru gidiyorum. Uzaktan Sahib-ül Emir Cami’sinin minareleri gözüküyor.
İçeri giriyorum. Caminin avlusu kalabalıktı. İnsanlar bir şeyin etrafına toplanıp çember oluşturmuşlardı. Ortada ne olduğunu öğrenmek için insanların arasına girip, çemberin merkezine yaklaşıyorum.
Üstü başı dağınık ince bir genç erkeği kalabalığın ortasında görüyorum. Elinden ak sakallı bir yaşlı dede tutmuştu. Başını aşağı eğip, sessizce yanında durmuştu.
Yaşlı dedeyi izliyorum. Yüzünden gözlerinden kederler yağıyor. Elinden tuttuğu genç arada bir kafasını kaldırıp yüksek sesle bağırıyor:
“ Möö, möö “
Yavaşça dedeye yaklaşıyorum.
- Dede! Ne oldu? Bu genç oğlan kim? Neden böyle bağırıp duruyor?
- Sorma kardeşim! Yüreğim dolu. Bu benim oğlum. Kaç müddettir hasta. Ne yiyor, ne içiyor. Ve daha da beteri, inek olduğunu düşünüyor. Sabahtan akşama kadar işi gücü inek gibi möö möö etmekti.
- Tanrı şifa versin dede. Burada ne işiniz var ama?
- Kardeşim onu her yere götürdüm, hiç bir doktor tedavisini bulamadı. Son umudun Hekim İbni Sina olduğunu düşündüm. Tedavisi için onu buraya getirdim.
Kalabalığın içinden sesler duyuluyor:
“ Geri çekilin. Hekim geldi.”
Kasap önlüğü giymiş, elinde bıçak taşıyan birisi bize yaklaşıyor. Onun İbni Sina olduğunu anlasam da, neden kasap gibi giyindiğini anlamadım.
Hekim yüzünü dedeye doğru çevirip herkesin duyabileceği biçimde bağırıyor:
- Acele et şu ineği yere yatır, kafasını keseyim.
Yaşlı dede, şaşkınlığa uğruyor. Ama hekimin bakışlarının ona verdiği güven, itaat etmesini sağlıyor. Hekim yere yatırılmış gencin yanına geliyor. Elini onun sırtına, kaslarına sürüyor. Yüzünü gözünü buruşturup, söylüyor:
- E bu sadece deri ve kemik. Bu inek henüz kesilmeye hazır değil. Dede! Götür bunu evine, bolca yedir, içir. Etli, canlı ve şişman olduğunda tekrar buraya getir.
Hekim İbni Sina, kendisini inek sanan gençten ayrılıyor. Etraftaki insanlar, oğlunu yedirmesi için yaşlı dedeye bir şeyler veriyorlar. Haftalardır günlerini aç ve susuz geçirmekte olan genç, babasının ona verdiği yemekleri hemen alıp, midesine dolduruyor. Yaşlı dedenin sevinçten gözyaşları akmaya başlıyor. Koşarak hekime doğru gidip, onun ellerinden, ayaklarından öpüyor. Hekim dedeyi ayağa kaldırıp cebinden çıkardığı küçük paketi ona veriyor.
- Dede! Şu paketin içindeki ilaçları her gün oğlunun yemeğine karıştır. Tanrı yardımcımız olursa iki üç haftadan sonra düzelecektir.
Yaşlı dede oğlunun elinden tutup, sevinçle oradan uzaklaşıyor.
Hekim İbni Sina, Sahib-ül Emir Camisi’nin içine gidiyor. Arkasından koşup ona yetişmeye çalışıyorum. Camide bulunan odaların birine giriyor. Merhaba deyip odaya girmek için izin istiyorum.
- İçeri girin! Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz?
- Ey yüce hekim! Ben bir romatizma hastasıyım. Karı Köprüsü’nün diğer tarafından geliyorum.
- Tanrı şifanı versin evladım. Söyle bana neren ağrıyor?
- Hekim! Bileklerimin ağrısı beni mahvediyor. Ağrılardan sazımı çalamıyorum.
- Demek kendisini inek sanan başka birisi daha varmış.
Hekimin sözlerine gülümseyip konuşmama devam ediyorum.
- Hayır hekim. Ben inek olduğumu düşünmüyorum. Fakat bilek ağrısından bir türlü sazımı elime alıp seslendiremiyorum.
- Bak evladım! Hayat aynen gördüğümüz fotoğraflar gibidir. Bildiğin gibi fotoğrafların siyah beyazı var eskileri gibi ve renkli olanları da var yenileri gibi.
Neden eski fotoğraflara bakmak insanları duygulandırır biliyor musun?
Hekimin ilk bana deli demesi, şimdi de gereksiz yere fotoğraflardan konuşması beni şaşırtıp, biraz da üzüyor. Ama yine de bir şey belli etmeden sorusunu yanıtlıyorum.
- Çünkü eski fotoğraflar insana geçmiş günlerini hatırlatır.
- Evet. Ama hiç düşünmedin mi geçmişin nesi var ki insanlar onlara hasretle bakıyorlar?
Bak benim evladım! Git gide hayat sadeliğini kaybediyor. Her gün renk sayısı çoğalıyor. Gittikçe hayattaki artan karışıklıklar ve çoğalan renkler insanları aldatıyor. Gördüğün şu çeşitli renkler insanların kafalarını o kadar bozmuş ki artık kim olduklarını bile hatırlamıyorlar.
İnsanların çoğu biraz önce caminin avlusunda gördüğün o genç gibi hastalanmışlar. Asıl kimliklerini kaybetmişler. Kendilerini içlerindeki düşüncelerine hakim olan boyalar sanıyorlar. Kendisini inek sanan sadece o genç değil. Belki bu dünya bir sürü düşünceleri ineklenşmiş hasta insanlarla dolu.
Örneğin sen! Eğer sazını kendin için çalarsan bu saflık ve sadelik demektir. Hayatta da insanın ruhunu ve vücudunu sağlıklı tutan şey saflıktır. Vücuttaki hastalıklar ve ruhsal denge bozukluklar düşüncelerdeki saflık ve sadeliğin kaybından dolayı ortaya çıkarlar. Ama eğer saz çalmak işini kendi ruhun için değil, para, alkış, şöhret gibi şeyler için yaparsan, içindeki bulunan isteğin ve sevginin üzerini boyamış gibi olursun. Gün gelir görürsün renksiz isteğinden artık hiç bir kalıntı yok, yerinde onun üzerine sürdüğün boya kalmış. İşte o zaman çeşitli hastalıklar ortaya çıkar. O gün artık sen, sen olmazsın. Belki romatizmadan sürekli bileklerini ovan ve sabahtan akşama kadar ona buna “möö möö” diyen bir inek olursun.
Evladım! Senin bileklerinin ağrısı romatizmadan değil, belki içindeki inekliğindendir.
İnsanların geçmiş günlerini hatırlayıp mutlu olmalarının nedeni ise, o günlerin sadeliği ve renk sayısının az olmasıdır. Ne kadar geçmişe dönersen, renkler de o kadar azalır. İnsanlar saflaşır. Daha da geriye gidersen eğer, sonunda renksiz bir dünyaya ulaşırsın. İşte saf sevgi ve isteğin var olduğu yer de orasıdır.
Bu yüzden çocukluk günleri insanların hayatları boyunca yaşadığı en güzel günler sayılır. Çocukluk saf, renklerin çoğundan yoksun ve katkısızdır. Çocuklar bir ağaç dalını eline alıp oynarken düşünmezler. Yaptığı işte para ve makam aramazlar. Kimseden alkış beklemezler. Çocuk, oynarken kendisini tamamen elindeki ağaç dalına bırakır ve yalnız bir şeyi düşünür o da oyundur. Bu, bahsettiğim o saf istek ve katkısız sevgidir. Eğer başka arkadaşını da oyununa dahil ederse yine düşündüğü şey oyundan zevk almak olacaktır. Ama insan yaşlandıkça sevgisine para, makam ve şöhret gibi renkler bulaştırır. Bu işi yaptığı andan itibaren kendi sevgisinden uzaklaşır ve inek olmaya ilk adımını atar.
Hekim konuşmasını bitiriyor. Etkileyici bir konuşmanın ardından bir süreliğine ona bakakalıyorum. Sonra elindeki kasap bıçağını bana doğru uzaltıp, diyor ki:
- Al şu bıçağı. Sen de git içinde ki ineğin kafasını kes. Git eski siyah beyaz fotoğraflarını düşün. Git çocukluğunda ve daha da geri günlerindeki renksiz ve katkısız sevgini bul. O zaman sağlıklı bir vücut ve ruhunu bulacaksın.
Keskin bıçağı sapından tutup inceliyorum. Kapı açılıyor ve genç doktor içeri giriyor. Elimdeki enjektörü alıyor ve üzerindeki derecelerden içine doldurduğum tükürük miktarını okuyor. Çalışma masasının üstünden küçük bir kağıt alıp 8.5 mililitre yazıyor. Kağıdı imzalayıp mühürledikten sonra bana veriyor.
- Şu kağıdı al, doktoruna ver.
Odadan dışarı çıkıyorum. Geldiğim yoldan geri dönüyorum. Geniş alandaki hastalar ve yanlarındakiler yine aynı şekilde sağa sola gidiyorlar. Salonun kalabalığı ve içindeki sesler baş ağrımı daha da arttırıyor. Ama sanki garip bir şeyler olmuş. Nedense seslerde bir tuhaflık hissediyorum. Her taraftan inek sesi duyuyorum. İneklerin “möö möö” sesleri salonu dolduruyor. Duyduğum seslerden birisi bana çok yakından geliyor. Yürümeye devam ediyorum.
İbni Sina Hastanesi’nin dördüncü katında uzun koridoru yürümekteyim. Ağrıyan bileklerimi ovuyorum. Hala başım ağrıyor. Hala bana yakın bir ineğin sesini duyuyorum. O ses benden hiç ayrılmıyor. Tam kafamın içinden geliyor ve benimle birlikte hastanenin çıkış kapısına doğru ilerliyor.
Muhammed Ahmedizade
Ben ve Hekim İbni Sina (2) Yazısına Yorum Yap
"Ben ve Hekim İbni Sina (2)" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
17 Ekim 2015 Cumartesi 14:33:44
Birinciyi de görmemiştim.
Güne gelişi nedeniyle bu yazınızın gidip onu da okudum.
Çok güzel kaleme alınmış bir yazı ve kıssadan hissesi de bir
o kadar güzel...
Tebrikler,
muhammed1347
@muhammed1347
Çok teşekkür ederim. Okuyup beğenmenizden mutluluk duydum. Saygılar
muhammed1347
@muhammed1347
Teşekkür ederim. Size de sağlıklı ve mutlu bir yaşam dilerim.