- 439 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
IRGAT
MAZİYE YOLCULUKLAR -26
İki yanında “mazi” yazılı bir gemi…
Geçmişin elinde geminin dümeni…
Nazlı nazlı yıldızlara gidiyor dumanı…
Yükü özlem, efkâr, sevgi, saygı harmanı…
Açmış kollarını, bekliyor Kâhta limanı…
Zaman diliminde 1960’lı yıllar, Mahmut’un çocukluk zamanı…
El sallıyor, nüfusu yirmi bini bile bulmayan dünün, dört yanı gül kokan Adıyaman’ı…
Elçiler yani işçi simsarları yılda iki kez Çukurova’ya işçi taşırlardı…
Birincisi, Çukurova’nın pamuk tarlalarının çapa zamanı…
İkincisi de bembeyaz pamuğun kozadan çekilerek, çuvallara doldurulma zamanı…
Elçiler, Çukurova’ya hangi ailelerin gideceğini bilirlerdi.
Adana’da toprak sahibinden istedikleri işçi sayısını öğrenir, o sayıya göre işçi toplarlardı…
Bir ailede bulunan anne, baba ve tüm çocuklar birlikte Adana’ya giderlerdi…
Her yıl aynı senaryo oynanırdı…
İki üç hafta önceden gidecek aileler tespit edilirdi. Gidilecek gün söylenirdi. Aileler o güne kadar hazırlıklarını yapar, burada bitirilmesi gereken işlerini bitirirlerdi.
Bu Adana yolculuğuna en çok çocuklar sevinirdi. En çok sevinen çocuklar, ilk kez Kâhta’nın dışına çıkacak, değişik yerler görecek olanlardı.
Bu yolculuğa çıkmayan arkadaşlarına heyecanla anlatırlardı:
— Adana’ya gidiyoruz, Adana’ya…
Bu gür çıkan ses, dönüşlerde pili tükenmekte olan radyo spikerinin zor duyulan sesine dönüşürdü.
Nereden geliyorsunuz diye sorulduğunda:
— Adana’dan… Adana’dan…
Çukurova sıcağında, güneşin altında tenler iyice kararırdı… Ellerde, yüzlerde çıkan yaralar fazla önemsenmezdi.
Önemli olan görülen değişik yerlerdi.
Seyhan, Ceyhan iki büyük nehirdi… Bunların üzerinde büyük köprüler vardı. Köprü üzerinde insanlar gidip gelirdi. Büyük binalar, fabrikalar, büyük ışıklı caddeler, kalabalık çarşılar ve ışıl ışıl parlayan dükkânlar…
Şalgam ve mayam şerbeti içilirdi…
Adana’yı anlatan çocuklar, ağzı açık dinleyen çocukları bulunca, gördüklerini daha heyecanla ve abartarak anlatırlardı.
Onlar anlattıkça Kâhta’dan başka yer görmeyen çocukların, gidip değişik yer görme arzusu kabardıkça kabarırdı…
O yerleri hayallerinde canlandırırlardı. Rüyalarında, bilinçaltına yerleştirdikleri o yerleri gezerlerdi.
Mahmut bir demircinin oğluydu.
İşi olanlar, Kâhta’da ekmeğini çıkaranlar Adana’ya gitmezlerdi. Esnaflar, dükkânlarında çalışırdı. Çoğunun üzüm bağları vardı. Müstakil evlerinin bahçelerinde maydanoz, soğan, domates, biber yetiştirirlerdi…
Mahmut anlatılan yerleri çok merak ederdi. Gidip gezme, görme hevesi her gün biraz daha artıyordu.
Her yıl üstü açık kamyonlara, yatak balyalarının yüklenmesini merakla seyrederdi. Balyaların üstünde arkadaşları, arkadaşlarının anneleri, babaları, kardeşleri otururlardı. Kamyonun üstünde kımıldanacak yer kalmazdı. İnsanlar üzüm salkımındaki taneler gibi sıkışırlardı. Çocuklar, o sıkışıklıkta bile geride kalan arkadaşlarına el sallarlardı.
Mahmut’ta her yıl gidenleri uğurlar, arkalarında imrenerek elini, kolunu sallardı.
Ortaokul öğrencisi Mahmut, kendi ilçelerinin dışında Adıyaman’ı görmüştü. Adıyaman’da liseyi okuyan ağabeyine, seleyle yufka ekmek götürürdü. Vali konağını geçmemişti.
Güzel ülkesinin diğer illerinin isimlerini ve yerlerini, ağabeyinden kalan eski atlastan öğreniyordu. Kıtalara, bu kıtaların üzerindeki ülkelere, eski atlasın sayfalarında turistik gezi yapıyordu. Gezmek, görmek, öğrenmek için yanıp tutuşuyordu.
Bu yıl “ırgat” olarak il dışına çıkmayı kafasına koymuştu. Babası, annesi gitmezlerdi ama arkadaşlarıyla birlikte gidebilirdi.
Beklenen gün geldi. Elçiler ırgat olarak gidecek aileleri tespit etmeye başladılar. Mahmut’un Cami mahallesinde, Abdullah isminde bir arkadaşı vardı… Babası vefat etmişti. Abdullah, annesiyle birlikte her yıl Adana’ya giderdi. Mahmut, Abdullah’a bu yıl Adana’ya gideceğini söyledi… Bu konuda yardımını istedi…
Abdullah bu karara çok sevindi. Sevdiği arkadaşı yanında olacaktı. “Gel gidelim, birlikte anneme söyleyelim,” dedi. Abdullah’ın evine gittiler. Annesi evdeydi.
Abdullah:
—Anne, Mahmut bizimle Adana’ya gelmek istiyor. Ben de bizimle gelmesini istiyorum.
Abdullah’ın annesi biraz düşündü:
—Mahmut, sen de benim oğlum sayılırsın. Seni severim. Bana faydan olur, zararın olmaz. Ama annen baban seni bırakmazlar.
Mahmut sevinçten uçacaktı. Arkadaşlarının anlattığı bütün yerleri gidip görecekti. Heyecanla başladı konuşmaya:
— Sen evet diyorsan, ben annemi, babamı ikna ederim.
— Annen, baban bırakırlarsa gel.
Mahmut, arkadaşının annesinin elini öptü. O da evladı gibi sarıldı.
Mahmut kalktı, koşa koşa evlerine gitti. Annesine durumu anlattı.
Annesi:
— Oğlum, ırgatlık zor iştir. Allah kimseyi muhtaç etmesin. Adana’da güneşin altında dayanamazsın. El işi zordur. Sen çapadan anlamazsın. Sana laf söylerler. Onların tek lafına dayanmaz, kaçar gelirsin.
— Laf söylerlerse, bırakır gelirim. O zamana kadar da birçok yeri görmüş olurum. Bu yaşa geldim ne tren gördüm ne uçak ne de başka şehir…
— Sen gitmeyi kafana koymuşsun. Ben karışmıyorum. Git, babandan izin al.
Mahmut evden çıktı. Koşarak babasının demirci dükkânına gitti.
Babası ikindi namazından gelmiş, dükkânının gölgesinde Kur’an okuyordu.
Mahmut, bir kürsü çekti. Sessizce babasının yanına oturdu. Bekledi.
Bir süre sonra babası Kuran’ı kapattı. Torbasına koydu.
Mahmut babasına sarıldı. Demirci Mustafa şaşırdı. Oğluna baktı. Öptü. Başını okşadı. Çok tatlı bir dille:
—Söyle oğlum. Bir derdin mi var? Bir şey mi istiyorsun?
Mahmut konuyu babasına anlattı. Abdullah’ın annesi Hatice Teyzeyle, annesiyle konuşmalarını anlattı. İzin istedi.
Babası:
—Bu yıl çapanın haftalığı kaç liraymış?
—54 liraymış.
— Sen benim yanımda çalış. Bu yaz haftalığın 500 lira. Adana ağalarının on katını oğluma vereceğim.
Mahmut para için gitmediğini, yeni yerler görmek için gittiğini heyecanla anlattı.
Babası Mahmut’un bu tavrı karşısında, Mahmut’u havalara fırlatan cümleyi söyledi.
—Git oğlum. Bir iki hafta kalır kalmaz gelirsin. Allah yardımcın olsun.
Mahmut uçuyordu. Büyük şehirler, uçaklar, trenler, ışıl ışıl parlayan çarşılar, köprüler görecekti.
Mahmut, yolculuk günü gelmeden hazırlıklara başladı. Bir kilimin içine döşek, yorgan, yastık, iki tabak, bir kaşık ve elbise koydu. Balya halinde sardı. Evlerinde kullanmadıkları odaya koydu…
Günler, Mahmut için yıllara dönmüştü. Bitmek bilmiyordu.
Nihayet o gün geldi.
Kamyonun kalkacağı saat ve yer belirlendi. Herkese haber verildi. Mahmut, balyası ile kamyonun yanına vardığında, üç dört aile eşyalarını kamyona yüklemişlerdi bile. Diğer aileler de tek tek gelmeye başladılar. Her gelen aile eşyasını kamyona koyuyordu. Elçi, bir komutan tavrıyla geldi. Cebinden yıpranmış isim listesi bulunan kâğıdı çıkardı. Tek tek ailelerin isimlerini okudu. Gelmeyen yoktu. Herkes eşyaların üstüne çıkıp oturana kadar bekledi. Kendisi şoförün yanına geçip kuruldu.
Kamyon Adıyaman, Gölbaşı, Pazarcık, Maraş, Osmaniye’yi geçti, Adana’ya girdi… Bu uzun yolculukta, Mahmut gözünü kırpmadı. Her girip geçtikleri yerleri dikkatli bir şekilde inceliyordu… Adana çok büyüktü. Yol kenarında fabrikalar vardı… Kâhta’da bir tek fabrikanın olmamasının nedenini, yanında oturan Abdullah’a sordu. “Bilmiyorum” yanıtını aldı.
Kamyon Taş köprüyü geçince, sağ tarafta Seyhan nehrinin kenarında bulunan boş tarlada durdu. Eşyalar indirilmeye başlandı… Kamyon tamamen boşaldı. Kamyoncu “Allah yardımcınız olsun” dedi ve gitti.
Her aile boş arsada kendine bir yer seçti. O yeri temizledi. Kilimler serildi. Irgatlar Seyhan nehrinin suyuyla elini yüzünü yıkadı. Kilimlerin üstüne dönüldü. Sofralar serildi. Azık torbalarından yiyecekler çıkarıldı. Çoluk çocuk karınlarını doyurmaya başladı.
Elçi, toprak sahipleriyle daha önce konuşmadığı için ırgat’ı buraya indirmişti. Direk çalışacakları köye gitmeleri gerekirken, üç gün burada yatıp kalktılar.
Elçi üçüncü günün sonunda Mercimek köyünde bir toprak sahibiyle anlaştı. Irgat köye götürüldü.
Köyün ortasında büyük bir çiftlik vardı. Kamyon eşyaları ve insanları çiftliğin avlusuna bıraktı. Çiftlik sahibinin kâhyası, gelen insanlara çiftliğin damını göstererek “burada kalacaksınız” dedi. Irgatlar, eşyalarını dama taşıdılar. Yerleştiler.
Mahmut ile Abdullah eşyalarını yerleştirdikten sonra köyün içine çıktılar. Köyün bakkallarının yerini, köyün girişini, çıkışını öğrendiler. Köyün içini iyice gezdikten sonra çiftliğe döndüler.
Irgat erkenden yattı.
Bir ezan sesiyle uyandılar.
Mahmut şaşırmıştı. Ortalık kapkaranlıktı. Ezan vakti değildi. Adana’da ezanlar niye böyle erken okunuyor diye düşünmeye başladı. Uyanan insanlar giyinmeye başladılar. Giyinenler aşağıya indi. Aşağıda tuvalet ihtiyaçlarını karşıladılar. Ellerini yüzlerini yıkadılar.
Hala ortalık aydınlanmamıştı.
Tekrar ezan okundu. Mahmut şaşırmıştı. Daha önce gelen işçilerden birine sordu.
— Bu köyde niye iki defa sabah ezanı okunuyor?
Tecrübeli işçi:
—Birinci ezan, ağanın ezanıydı. İkinci ezan Allah’ın ezanı… Ağanın kâhyası ırgatları erken uyandırmak için köyün delisine ezan okutur. Burada hep böyledir.
Mahmut ilk dersini almıştı.
Her sabah ağanın ezanıyla uyanacaktı…
Allah’ın ezanıyla yaya olarak tarlaya yürüyecekti.
Tarlaya vardıklarında, ortalık tam aydınlanmamış olurdu. Tarlanın başında otlar görülecek aydınlığa kavuşunca, çapaya başlarlardı.
Saat ona doğru, buğdayın ikiye bölünmesinden yapılan “mırmırık çorbası” ile kahvaltı yapılırdı. Saat bire doğru öğlen yemeği yenirdi. İkindi vakti, imansız ayran dedikleri yağsız ayran dağıtılırdı. Güneş batıncaya kadar tarlada çapa sürerdi.
İnsanlar yorgunluktan bitmiş halde yürüyerek köye dönerlerdi. Kadınlar ve kızlar o yorgunluk yetmezmiş gibi akşam yemeğini hazırlarlardı. Yemek yendikten sonra sofra toplanır, bulaşık yıkanırdı. Yatağa uzanan herkes uyamaya başlardı.
Mahmut iki hafta çalıştı.
Göreceklerini görmüştü. Canı sıkılmaya başladı. Bir de ağanın kâhyasının kendilerine tarlada emir vermesine, bir komutan gibi davranmasına canı sıkılıyordu.
İkinci haftanın son günüydü. Tarlada çapa yapıyorlardı. Arkaları sıra kendilerini takip eden ağanın kâhyası Mahmut’u çağırdı:
— Bak, burada ot kalmış. Bir daha ot bıraktığını görmeyeyim” dedi.
Mahmut’un yorgunluktan canı çıkmıştı.
Bu söz çok zoruna gitmişti:
— Senin de, ağanın da, tarlanın da, otun da Allah belasını versin, dedi.
Kazmayı fırlattı. İşi bıraktı. Çiftliğe döndü.
Ertesi gün çalıştığı günlerin parasını alan Mahmut, ırgatlık hayatına noktayı koydu. Hemşerileriyle vedalaşarak Kâhta’ya döndü.
Güneş’te kavrulmuş, kapkara olmuş oğullarını karşılarında gören Mahmut’un annesiyle babası, çocuklarına sarıldılar.
Mahmut tek bir şey söyledi:
—El işi zormuş. Fakirlik zormuş. Kâhta’dan ve sizden ayrılmak zormuş. İyi ki siz varsınız…