- 1734 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Şimdiden
Sanki içinde bulunduğum koşullara uyum sağlamayı başarabilirsem hayat biraz daha çekilir hale gelecekti. Her sabah uyanmak, insan seline dönüşmüş trenlerle, otobüslerle işe gitmek, saçma bir azınlığın içinde kendine dolanıp durarak akşamı dar etmek ne anlama geliyordu! Akşam olunca yalnızlığına dönmek, eve dönmek, boş duvarlara dönmek beyhude bir çırpınıştı işte.
Önce birer birer, sonra ikişer üçer gittiler. Gitmelerine seyirci kalmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu o an. Kahrolası bir gurur, inanılmayacak derecede ürkütücü bir kibir kaplamıştı ruhumu. İnsanlardan tiksindiğimi düşünüyordum bazen. Çılgınca bir fikirdi bu. Çünkü çoğu zaman onlara muhtaç olduğumu kabullenip kendimi acınacak bir halde buluyordum. Yalnız kalmak için herkesin gitmesini bekledim. Sonra kelimelerin içine attım kendimi.
Yaşamın anlamına kafa yormuyordum artık. Neyi dayatırlarsa onu kabullenip devam ediyordum hayatıma. Sorgulamıyordum. Hatta bir şeylere tutunmam gerektiğini iyi bildiğim için sıkı sıkı sarılıyordum en daniska saçmalıklara. Yolun sonuna yaklaştığını hisseden her insan gibi, en çok da zamanı doldurma çabasıydı yaptıklarım. Bir çıkış kapısı bulsam düşünmeden dalardım.
Haşim Abi sorunumun fazla beklenti içerisinde olmak olduğunu söyledi. Bir sorunumun olduğunu o söyleyince fark ettim. Sorgulamadan yaşamaya o kadar alışmıştım ki, bana doğrulttuğu eleştiriler soğuk duş etkisi yarattı beynimde. Üzerine fazlaca düşülen şeylerin değersiz olduğunu ben de biliyordum. Ama çoğu zaman elinden gelen en mantıksız şeydir bunu yapmak. Çünkü insanlar çoğunlukla en mantıksız olanı yapmayı tercih ederler. Mantıksız olanı yapmak en mantıklı olandır. Yani böyle çelişkiler belki de sadece benim hayatımda vardır.
Mutluluk insanı zehirleyebilir mi sahiden? Yani bu mümkün mü bilmiyorum. İnsan huzurlu olduğunda, o huzur sinsice vücuduna, sonra ruhuna yayılarak onu uçuruma götürebilir mi? Kalbi nasıl kirlenir insanın? Çamura düşmeyen her şey temiz değil midir? Körelir mi vicdanımızın yaşam belirtisi gösteren keskin tarafları?
Mesafelere inanırsak gerçek olurlar. Mesafeler bizi başkalarından değil en çok kendimizden uzaklaştırır aslında. Benim içimi yaran başka bir insanın uzaklaşması değil, benim ondan uzaklaşmış olmam elbette. Hayır ikisi aynı şey değil! İnsanlar gittiğinde bir başınıza kalırsınız ve yalnızlık kahrolası bir serüvendir. Ağlaya ağlaya yürürsünüz boşa giden, boşa geçen günlerle, meçhul bir geleceğe doğru. Gelecek mi bilmezsiniz bile. Birden sesler kesilir, yüzler kaybolur, anılar dahi zamanla yok olur.
Kaldığım yerden devam etmek istiyorum bazı zamanlar. Nerede kaldığımı hatırlamıyorum. Büyük bir bahçenin içerisinde yürüyorum hergün. Büyük ağaçları izliyorum. Büyük gökyüzüne bakıyorum. Her şey büyüdükçe benim can sıkıntım küçülüyor. Ama mutsuzluk sanki derime işlemiş veya içimde bir organmış gibi nefes alıp veriyor. Bahçenin küçük banklarında sessizce oturuyorum. Sakinleşsin istiyorum öfkeli ellerim. Tırnaklarımı kemirmekten yorgunum.
Kimse beni tanımıyor. Tanımalarını da istemiyorum. Tanıdıktan sonra seviyor burada insanlar birbirini. Sevdikten sonra alışmaya, alışınca anlamaya başlıyor. Bir insanı anladıktan sonra her şey tükenmeye başlıyor. Yolun sonuna geldiğinizi biliyorsunuz. İnsanlar gidiyor. Siz kalıyorsunuz.
Dünya kötü bir yer. İnsanlar korkunç derecede yorgun. Dehşet içinde oradan oraya koşturmalarını izliyorum. İşin garip yanı içinde bulunduğum bir sahneye dışarıdan da tanık olmayı başarıyorum. Tiksiniyorum kendimden. Bu düzene uyum sağlamaya çalışan bacaklarımı kesip atmak istiyorum. Umudunu kesmek bilmeyen sabrımdan da iğreniyorum. Bu yozlaşmış aklımdan, bu her şeye aşina gözlerimden, bu sessiz heyecanımdan, kanıksayışlarımdan, standartları kabullenmiş ama kabullenememiş süsü vermiş zihnimden ve kendime ait bulmadığım her hissimden, her tavrımdan iğreniyorum.
İnanmadığı şeyleri yapan insanlardaki çaresiz tiksintiyi iyi bilirim. Girdabına kapılmak istediğimiz en kuvvetli his inançtır çünkü. ’Şimdiden, şimdi ben’ öylece duruyorsam inançsızlıktan.. Her şeye ve herkese..
fulya/ekim2015
YORUMLAR
Ölmek için en güzel neden yaşamak değil mi? Hicran bir gidiş, himaye ise bir yara hala içimizde … Ruhumuz ile yaşamak, bedenimiz ile ölmek tek derdimiz değil mi?
İhtimam, bütün sebepleri kendi içinde ayakta tutmaya çalışırken ,ardı sıra ayakta duran bütün hazır düşünceleri bile yerle bir ettik. Üşenmedik bozucu ne varsa hepsine göz kırparak düşünce diye yanımıza alıp yola devam ettik. Ne gelenlere bir bardak su verdik ,ne gidenleri uğurladık. Avucumuzda biriktirilen rahneleri birer birer yakıp kül ettik, yine durmadık .Geçmişi ,darboğazlarda kalınca bi’çare diye hatırlayıp üzerimize giymeye kalktığımızda ,bunu da beceremedik..
Kalbi dolduran tiksinti ,kalbe bulaşan darlık savsatası. Sıkıntıların evi gönül, matemin diyarı göz yaşları. Şimdi tapınmanın tam sırası ve tanrının sofrasında susmanın tam zamanı !
Önce taşlar ufalanır gözlerimde, sonra toprak olur bedenimde…Bir ağacın dalında yeşeren yaprak, bir yaprağın üzerine oturan güneş, bir güneş ışığına dokunan yağmur kadar buharım. Bir damla yaş ve uyuyan evren…. Dudaklarım tapınır sözlerine, öylesi bir ırmak akar ki gözlerimden ,biraz ilerde taşan gölde, boğulmuş olurum sözlerinde…
Hani ezber edilen dualar, dudaklarımıza kendini yerleştiren tanrı, şimdi o duaları kelimelerimizle dinlemekte …Gövdemizde çalan ruh, melodisini duyan insan. Korkularını gizlediğin de bir arının zevk için bala düşmesini intihar sayıyor. Sense düştüğün kalbinde kendini değil; kelimelerini arıyorsun…
İhtiras egemen güzelliğine, fırtına gibi geçen ömür, ne gökyüzüne üzgün ne yeryüzüne üzgün. Sararan yüzüne düşen ne varsa, hem kibrine hüzün, hem kalbine hüzün… Konuş ruhunun içine, dilin sökmezse eğer kendini düşün…
Artık tan ağrıyor, Tanrı aşkını paylaşan ne varsa, yine Tanrı oluyor…Kalbi dolduran tiksinti meleklerin kanatlarında birer insan, birer can….İlerde bekleyen yolcu ruhundan arınıyor…Ve ey Tanrı ! Beni var eden ben’i, yine sen nasıl olmakta ? Ruhun kalbime nasıl da bulaşmakta…
Hala o cehalet, hala o tecahül ve hala o beni semsemleştiren techil . Bir ırk uğruna yıkanan dünyanın ötesinde kalanlar, bir haz duygusunu kirli sularda arayanlar ve yıkanan bedenlerini aynada temiz bulamayanlar... Susun ! Dünya küçük, evren küçük, Oysa insan ne kadar büyük ! Buruşturulan bir anlam, unutulan bir zaman ve zaman içinde yakılan bir an’kadar olanım . Ahh Tanrım ! Gözlerimde her gün büyürken sen, korkularım kalbimde birer tiksinti... önce sen, sonra sen, şimdi sen büyüdükçe ömrümün için de, ölü bir günde, bende kaybolan sen. Ahh Tanrım ! Bir daha sen, beni kendinde var etsen !
saygılar...
gece gece neydi bu şimdi?
bir insanın kendi sandığı kimlikten ayrılıp aslolan kendisine gitmesi bu kadar mı güzel ifade edilirdi?
içimizde biriktirdiğimiz kalabalıklar,
içinde kaybolduğumuz yalnızlıklar,
maske maske dostluklar, dudak izlerinde heba olan aşklar
cennetine bile sahip çıkamayan insanların şehirlerini ve yüreklerini bir cehennem edasıyla ateş yeri yapması hayatımıza ve bu taşıdığımız yaralar
bu şehirler, bu kimlikler, bu yaralar bile bize ait değil
kimliklerimiz sahte bizim, gülüşlerimiz sahte, sevişlerimiz, öpüşlerimiz ve ölüşlerimiz bile hiç yaşamamış gibi ölüşlerimiz
bu nasıl bir sahteliktir ya Rabb ki sen Rabb isminle terbiye edensin terbiye et bizim kaybettiğimiz kimliklerimizi ve geri ver bize yitirdiğimiz o izleri
gece gece bu neydi şimdi?
kelamına, kalemine selam ola yazar
saygımla ...