- 652 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
YAHYA KEMAL VE KEMALAT
Kainat, bir renk cümbüşü ve armonisi olduğu kadar, bir ses cümbüşü ve armonisidir de. Bu durum kainatın en ince ve nazenin yanıdır. Kainatın bu ince yanına ulaşabilenler de, ancak bu inceliği sezebilecek zevk sahibi, zarif insanlardır. Kitleler kainatın bu yanını fark edip duymasalar da; bazı özel ve ince ruhlar; hem çok iyi görür, hem duyar, hem yaşar, hem de yaşatırlar…
Yahya kemal, doğduğu iklimden başlamak üzere, kainatta sanırım önce bu terennümü keşfetti, kokusunu içine çekti, sonra da musikisine ulaştı. Daha sonra da, bunu yaşatma uğruna, şiirinin her hece ve mısraına nakşetti. Hayatı boyunca, bütün yapıp, ettiği; aslında kainatın özünde var olan, keşfedilmeyi bekleyen, bu terennümü, bu musikiyi, hayata, hayatlara kendince aktarmaktı, bunu da hakkıyla başardı. Bu keşif ordusunun bir neferi olduğunu çok erken fark ederek. Bir ömür bu fark edişin anlaşılmasını istedi ve hep bunu bekledi. Ona göre minare boyu kitaplar yazmanın bu anlamda çok da önemi yoktu. Sanatını örerken, gönlünde ve zihin dünyasında hep bunu taşıdı. Cüssesinin ağırlığı belki biraz da buradan geliyordu !
Kainat ve dünya, renkler kadar, ses ve musiki yönünden de oldukça zengindi. Bu bitip, tükenmeyen bir iştihayla sürüp, giden bir şeydi. Geçmişten geleceğe sürüp gitmek, Yahya Kemal’in en çok üzerinde durduğu, ömrünü verdiği asıl şeydi. O her şeyi bir terkip, bütünlük içinde, ama, deveran eden bir halde görüyor ve algılıyordu. Kainat da mevcut bu musiki, geçmişten geleceğe, her vadide farklı sesler çıkarsa da; bazen raks ederek, bazen salınarak, hep devam eden bir şeydi. Kainatın kendisini bir çok ifade şekli olsa da, musiki ve terennüm bambaşka bir şeydi ve sadece yüksek ruhlara hitap ediyordu. Yahya kemal, bu vadinin en iyi temsilcisi olduğunun da farkındaydı, çünkü o, bir çoklarının fark edemediğini, fark etmişti. O bir ses dervişiydi, belki de ermişi, kim bile ?
Hayatın önüne koyduğu, zamanın tanıdığı imkanlar sonucu, biraz da kendi çabasıyla, bir çok coğrafya ve ülke gezmişti. Türk’ün bir tür tarihi kaderi olan göçe, o da katılmıştı. Bu serüvende, yola çıktığı, yaşadığı ve mukadder olduğunda öleceği topraklara da, aynı musiki zevki ve elemi ile bakmıştır. Zevk ve elemin, bizim altıncı ve yedinci duyumuz olduğunu, belki de en iyi bilen oydu. Kainat da, en derin musikisini bunu anlayanlara sunmakta oldukça cömertti. Aramayanlar için ayan olmayan bu gizli terennümü, açığa çıkartmak istiyordu. Bunu başarmak için gerekli estrümanları da en iyi bilen yine oydu. Her şeyin bir dili vardı ve insan bunun en kamiline sahipti. Kainat bu terennümle aslında kemalatını söylüyordu, Kemal de, kemalat dili ile, ana dili, Türkçesi ile söyleyecekti…O, dilin kemalatını da şiir de görüyordu. Onda şiir, bir sihirdi; şiiri, anlaşılmaz bir sihre dönüştürmek değil, bir çoklarının yaptığının aksine, şiir dili ile aktarılan sihri, açığa çıkarmaktı. Bütün bunları yaparken, ulu bir bütünlüğün içinde disiplinli bir terkibi, hep gözaltında tuttu. Bu kendi içinde muvazeneli terkibi gerçekleştirmek ve kontrol etmek, ezelden, ebede sürüp gitmesini sağlamak için, kendisine uygun bir ufki nokta seçti ve sarayını buraya kurdu. Dört yandan ışık alan, dört yanı görmesini sağlayan bir inşa. Buradan hem geçmişi, hem hali, hem de geleceği seyrediyordu..Başını çevirdiğinde bin yıl geriyi görebiliyordu;
Geldikdi bir zaman Sarı Saltukla Asyadan
Bir bir dağıldık Diyar-ı Rum’a Sakarya’dan
Diyerek; o günden, bu güne, gök kubbemizin nirengi noktalarında gezindi. Bu nirengi noktasına da mekan-yer olarak İstanbul’u seçti. İstanbul, Yahya Kemal’de; hem hayalin, hem geçmişin, hem halin, hem de geleceğin şehridir. İstanbul, onun şiirine en çok yakışan şehirdir. Çünkü İstanbul, hem bir sihir, hem de bitip tükenmeyen şiirdir…Ezeli gök kubbenin altında, kendi gök kubbemizi burada gerçekleştirdi. Kendince çil çil kubbeler ördü ve bütün bunları, uhrevi bir musiki eşliğinde gerçekleştirdi. Bu yüzü ile Yahya Kemal, ne maziye gömülüp kaybolanlardan oldu, ne de geleceği kutsi bir tapınak olarak görenlerden. O hem geçmişin, hem geleceğin neşve veren yanı ile uğraştı. Geçmişle gurur duyarken, geleceğe de hep umutla baktı. Bu ihtişamlı mazi, şüphesiz, bir istikbal-gelecek doğuracaktı, doğurdu da. Elbet de bu doğum beklemekle gerçekleşecek bir şey değildi. Kendi potansiyel gücünü yokladı, bütün melekelerini kullandı ve şiiri yeniden ayağa kaldırdı. Kendisi ile birlik şiirini de ufki noktaya taşıdı. Şiirini, ayan-beyan, herkesin göreceği, anlayacağı, anlatacağı ve keyf alıp, terennüm edeceği, bir yükseklik, derinlik ve terkibe ulaştırdı. Artık bu konağın misafirleri istedikleri gibi meşk de edebilirlerdi. Bu konağın, kendisi gibi özgün, güçlü ve yalın, eserler bırakan ve bırakacak olan, çok ziyaretçisi oldu, olacaktır. İstikbal yeni çocuklarını bıkmadan, usanmadan, doğurmaya devam etti, edecektir…
Hayrettin YAZICI
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.