CEHÂLETİN KORKUNÇ YÜZÜ
CEHÂLETiN KORKUNÇ YÜZÜ
(Hikâyemiz; 1800’lü yılların ortalarında Doğu Karadeniz Bölgesinin Dağ Köylerinin Birinde Geçmektedir.)
CEHÂLETiN KORKUNÇ YÜZÜ
(1800’lü yılların ortalarında Yaşanmıştır)
Ayşe; sekiz çocuklu ailenin tek kız evladıdır.. Henüz çocuk sayılacak yaştayken; komşu köyün delikanlısına gönül bağlamıştır. Köyün sevilen delikanlısı Çoban Ali; artık daha bir yanık çalıyordu kavalını zirâ köyün güzeli Ayşe Kız düşmüştü yüreğine! Koyunlar/davarlar anlamıştı yürek yangınını.. Sürüsünden başka da anlayan yoktu zaten; duymak/görmek istemezlerdi, katıydı kuralları! Hoş görülmezdi gönül ilişkileri. En ufak bir söylenti affedilemezdi! Kurallar/töreler karşısında taşlaşırdı yürekler...
İki gencin mâsûm sevdâsı kulaktan kulağa, dilden dile dolaşıp, aileye ulaşmıştı.
Neymiş sevmek bu ne cüretti?! Fırtına öncesi gibi ürkütücü sessizlik hakimdi ailede; bu suskunluk bir felâketin habercisiydi, belli ki.. Gereği yapılmalıydı tez-elden.. Alınmıştı karar; çıkarmışlardı gözden biricik kızlarını oysa ne çok seviyorlardı biricik kızlarını.. Bir anda her şey nasıl ters-yüz olabiliyordu? Anne- Baba- Ağabeyleri ittifakla almışlardı bu kararı; silmişlerdi bir kalemde, evlatlarını?? Alınan kararlardan bihaber, dağdan odun taşıyordu Ayşe; sevgi, umut vardı körpecik yüreğinde fakat aile vermişti kararını, çirkin bulunmuştu yüreğinde yeşeren tertemiz duygular.. Hiç anlamamıştı kendisi de, nereden düşmüştü gönlüne, nasıl filizlenmişti bu sevdâ? Kötü bir şey miydi sevmek? O yanlış bir şey yapmamıştı ki; sevmişti sadece fakat töre acımasızdı, kurallar kesindi! Aile vermişti hükmünü; Ayşe sevemezdi kimseyi! İzin verilmezdi yoktu böyle bir dünya! O artık yaşamayı haketmiyordu, ailenin yüzünü yere çalmıştı(!) İnfaz, tez gerçekleşmeliydi...
Duymuş oldukları yalan/yanlış söylentilerle hüküm verilmişti, meselenin aslını sorma gereği duymamışlardı bile...
Aşılamayan töre duvarları kuşatıyordu beyinlerini çepeçevre.. Ayşe artık ailenin kızı olmayı haketmiyordu(!)...
Gün; her zamanki gibiydi; Ayşe, olup bitenlerden habersiz azığını hazırlamakla meşguldü; az sonra dağdan odun taşımak için yola koyulacaktı, nereden bilebilirdi, olacakları.. Bir anda beklenmedik bir ses onu şaşkına çevirmişti: “Bırak o elindeki nevâleyi!” Neden bağırmıştı, neden hazırlamış olduğu yiyeceğini bıraktırmıştı, annesi? Anlayamıyordu, şaşırmıştı Ayşe; henüz soru sormaya fırsat bulamadan;
“yürü gidiyoruz!” dedi, buz gibi bir ses tonuyla, kardeşlerin en büyüğü.. Öylesine sert, öylesine ürkütücüydü ki, sesi; talihsiz Ayşe soramadı bile nereye gideceklerini.. Bir şeyler hissetmiş gibi, bir annesine baktı bir de babasına ama hiçbirinden ses çıkmadı. Baba; bir el işaretiyle ayağa kalktı, hareket zamanı gelmişti…
Baba, birkaç adım önde ilerlerken; diğerleri onu sessizce takip ediyorlardı.. Ayşe; şaşkın, ürkek…
Küçük ağabeyin elinde eski bir kap vardı, neydi acaba? Gözü takılıp kalmıştı Ayşe’nin; neydi böyle özenle tuttuğu şey, ne vardı içinde?!
Su ya da başka bir içecek olamazdı zira o kap bu amaçla kullanılmıyordu, peki neydi Abisinin dikkatlice tuttuğu o şey?
...
Bu korkunç kararı uygulamak üzere ormana doğru yol alırlarken; Çoban Ali çoktan olacaklardan haberdar olmuş; aynı anda aynı kaderi paylaşmak için hazırlığını yapmıştı, bile… Bu iki masum gencin sevdasını herkese ulaştıran; köyün geveze kadını, ailenin almış olduğu bu korkunç karardan da haberdar olmuş ve tezelden ulaştırmıştı Çoban Ali’ye… Talihsiz genç, son kez duyuruyordu sesini, kavalının ucundan, sevdiğine.. Öyle bir içten, öyle bir yürekten üflemişti ki, nefesini, bütün köy yankılanmıştı.. Sürü; felâketi fark etmişcesine bir araya toplanmıştı; insanların hissedemediğini onlar hissediyordu, belli ki… Ayşe Kız, meçhule doğru yol-alırken; yavuklusundan ona ulaşan tek şey, bu yanık kaval sesiydi.. Bu öyle bir sesti ki; Çoban Ali’nin canından, nefesinden kopup; Ayşe Kızın yüreğine akan bir nehir, bir can, bir nefesti; umuttu beklide. Köyden uzaklaşmalarına rağmen kaval sesi hâlâ yakından geliyordu.
Hiç konuşmadan yürümeleri Ayşe’nin tedirginliğini arttırıyordu; aklından bir şeyler geçmiyor değildi elbette fakat konduramıyordu kendine, böyle bir felâketi.. Suçlu değildi ki; yapmamıştı bir hata, sevmişti sadece, meyletmişti gönlü.. Hayalleri/umutları vardı; koca bir hayat duruyordu önünde, ölümü aklına getirmeyecek kadar gençti, çocuktu henüz; boyuna erişmemişti bile...
Hava ne kadar güzeldi. Baharın en güzel renkleri, en güzel kokuları sarmıştı tüm çevreyi.. Kuşların cıvıltısı ayrı bir ahenk-ti; tıpkı Ayşe Kızın gönül bahçesi gibi.. Ne yazık ki; az sonra yok olacaktı; bir kibritle yok olan hayat dolu ormanlar gibi… Bu nasıl bir anlayıştı?! Nasıl alınabiliyordu böylesi dehşet kararlar?? Bu hâl, bu canilik ne ile izah edilebilirdi?! Ya anne? Annesi nasıl sessiz kalabilmişti!? Ya Ailenin Reisi Baba? Her yetkiyi elinde tutan; kelâmı kanun olan baba, bir lâfla durdura-bilecekken; nasıl kıyabiliyordu biricik kızına? Nasıl bir anda tüm sevgileri yok olabiliyordu?
İşte o korkunç an gelip çatmıştı, Ayşe Kızın tedirginliği büsbütün artmıştı!? Anlam veremediği bu derin suskunluktu onu en çok ürküten! Neden konuşmuyorlardı?
Neden gelmişlerdi bu ıssız yere? Neden yabancılaşmıştı can bildiği ailesi?
Tıpkı ürkek bir Ceylan gibi küt-küt atıyordu yüreği. Ayşe; dolu-dolu baktı babasına, bir şeyler sormak istedi fakat soramadı; yutkundu, içine çekti korkusunu.
O gördüğü adam babası değildi sanki; soğuk- sert- ürkütücü biri vardı karşısında… Eğer bir yanlışı olsaydı, sonunun ne olacağını biliyordu elbette fakat o yanlış bir şey yapmamıştı ki; neden öldürsünler-di? Gönlünün meylettiği Çoban Ali’siyle sadece bir-iki kez yan yana oturup sohbet etmişlerdi; eli eline değmemişti fakat köyün geveze/sorumsuz kadını onları görmüştü ve
gelene/geçene anlatmıştı, yaşanacak felâketleri hesaba katmadan…
Vakit tamamdı daha fazla beklemenin lüzumu yoktu; BABA, şöyle bir kaş-göz hareketiyle start vermişti bile… Ailenin ikinci reisi sayılan büyük ağabeyi, gayet soğukkanlılıkla bir adım yaklaşıp; “Burada bulunmamızın sebebini biliyorsun değil mi, Ayşe!” dedi, buz gibi bir sesle.. Ayşe anlamıştı artık korkunç gerçeği; suçsuzluğun vermiş olduğu olağanüstü bir güven ve cesaretle: “Hayır! Bilmiyorum Ağam” henüz lâfı bitmeden, hep bir ağızdan; “ Biliyorsun! Biliyorsun! ” dediler. uBabası ise; tüm ciddiyetini takınarak: Sen; yüzümüzü kara ettin, öleceksin!" dedi… Biliyordu ki; konuşmanın bir anlamı yoktu, ağlayıp yalvarmanın da.. İş’e yaramazdı hiçbiri, tüm çarelerin tükendiği noktaydı… Boş bir umutla etrafa bakındı, annesini aradı gözleri; bir kerecik olsun görmek, ona sarılmak, sıcak göğsüne koyup başını, uyumak istedi; tahayyül etti öpüp koklamasını fakat bir anda silinip tükenmişti hayalleri zira birden o buz gibi ses yankılanmıştı kulağında; “Bırak şu nevaleyi!” Aman ALLAH’IM neydi bu duyarsızlık, taşlaşmış mıydı yürekleri?
Annesi demi ona sırtını dönmüş, bir lokma ekmeği de mi çok görmüştü giderayak! Nasıl dayanmıştı yüreği? Kızının öldürüleceğini bile- bile, hazırlamış olduğu azığını bıraktırmıştı elinden; ölümden de beterdi bu, paramparçaydı Ayşe,
yüzçevirmişti herkes yoksa Ali’si de mi terk etmişti onu, neden kesilmişti? Neden duyulmaz olmuştu kaval sesi??
Daha çocuk yaştaydı, henüz goncaydı dalında amma ölümlerin en acısıyla yüzleşiyordu ve tek-başınaydı...
Şimdi anlıyordu abisinin taşıdığı anlamsız şeyin ne iş’e yarayacağını.. Sükûtu hayale uğrayan, tüm umutları yıkılan Ayşe, dik durmaya çalışıyordu;
o yanıcı maddeyi
kızkardeşi için taşımıştı sevgili ağabeysi ve dökülmemesine nasıl da özen göstermişti…
Çoban Ali uzaktan takip etmiş, yalnız bırakmamıştı can bildiği Ayşe’sini.. İyice yaklaşmış, çalılıkların arasına gizlemişti kendini; oradan izliyordu olup biteni.. Ve nihayet o son an! Vahşetin son noktası.. O son hamleyi tereddütsüz uygulamışlar, Gaz Yağını Ayşe’nin üzerine boca etmişlerdi Ağabeyleri! Diri-diri yanacak, bir iz kalmayacaktı Ayşe’den; belli ki, görmek istemiyorlardı mezarını bile…
Hiç beklenmedik bir şey olmuştu, donup kalmıştı Ayşe; hayal mi, yoksa gerçek miydi gözlerine takılan! Üzerine gaz boşaltırken hızla ona doğru koşuyordu Ali’si; son bir kez yüzünü görebilmek ve aynı kaderi paylaşmak için.. Ayşe’si yanarken o durabilir miydi öyle kayıtsız! Belki çobandı, ufak-tefekti de kendisi.. Yaşı pek küçüktü fakat kocaman bir yüreği vardı! Belki dört dev adama karşı koyamazdı, belki gücü yetmezdi buna fakat yanmayı da mı başaramazdı.. Hızla koşuyordu Ayşe’sine onunla yanmayı kavuşmak bellemişti; bu en büyük mutluluktu yaşayabileceği.. Oysa Ayşe ona hiç kıyamamıştı, unutmuştu kendini; Ali’nin yanması daha büyük dehşetti.. İşte sevda, böyle bir şeydi... Ve artık! Her şeyin bittiği! Tüm umutların tükendiği AN!.. Fakat heyhat! Önemli bir şey vardı düşünülmesi gereken:
Avucunu rüzgâra iyice siper etmeli ve tek kibritle iş bitmeliydi ikinci bir kibrit çöpü fedâ edilmemeliydi zirâ
o zamanlar kibrit kolay bulunmuyor, kıymetli.. Kızları; artık onlar için bir kibrit çöpü kadar bile değer ifade etmiyordu; dolayısıyla heba edecekleri kibrit daha mühimdi, bunu daha çok dert etmişlerdi belli ki.. Büyük Ağabey bir hamlede o hain kibriti çakıp, sırtını dönmüştü... Dört cüce dev; muzaffer kumandan edasıyla köye doğru hızla yol-alırken; iki fidan, alevler içindeydi! Ali de aynı anda çakmıştı kibriti...
Birbirine koştular can havliyle, KÜLLERİ AYRI KALMASIN diye…
Metanet Yazıcı
YORUMLAR
Bugün cehalet olarak gördüğümüz bir yığın şey, hayata hakim olmuş gerçekleriydi dünün. Şükür ki eğitim düzeyi yükseldikçe bu tür gelenek-görenekler ayıklanıp, tarihin derinliklerine yollanıyor.
Kaleminize sağlık efendim
M.YAZICI
Saygıyla... / M.YAZIZI